Asaf Savaş Akat’ın, hocası adına kaleme aldığı “İdris Küçükömer’in Mirası” kitabını okumuştum bir vakitler. Rahmetli İdris Hoca, kurulu düzene yaptığı eleştiriler nedeniyle sol çevrelerden büyük eleştiriler almıştı hayatta iken. Özellikle Türkiye ve Avrupa ölçeğinde sağ ve sol kavramlarının tam ters biçimde algılandığını ifade ederek çok kızdırmıştı statükocu çevreleri. Ona göre Türkiye’nin solcuları tutucu ve statükocu, sağcıları ise reformist ve değişimci yanlarıyla temayüz ediyordu daha çok.
Tutuculuk ve statükoculuk ile reformist ve değişim yanlısı olma arasındaki keskin politik ayrıma benzeyen ayrımın bir başka çeşidine insani ilişkilerde de rastlanıyor. Bir kısım zevat kendine demokrattır, kendine dindardır, kendi etrafı ile dayanışma içindedir veya kendi minimal gurubu ile ikili ilişkileri sürdürme eğilimindedir.
Bu tip insanlar, ömürleri boyunca başka hiç kimsenin elinden tutmamıştır veya tutmuşsa da yakın çevresi/ideolojisi ile sınırlı kalacak biçimde tercihler sepeti oluşturmuştur. Muhafazakar, dindar, seküler, milliyetçi vs. hangi kategoride kendini ifade ediyorsa etsin, bu tip insanların evrensel bir yaşama veya Tanrısal düzene sunabilecekleri fazla bir şey yoktur. Kendi gettosunda ben(veya biz) merkezci bir yaşam kurar ve sürdürür nihayet emri hak vaki oluncaya kadar yaptığı “dar alanda paslaşmalar” ona uzun soluklu bir yarar sağlayamaz. Zira Dostoyevski’ye atfen ifade edildiği gibi, “Kendi derdine derman arayan canlıdır. Başkasının derdine derman olan ise insandır.“
Önceki çarşamba (27 Ağustos 2025) henüz ömrünün yazında (55 yaşında) kaybettiğimiz Suphi Aslanoğlu ve benzeri civanmert insanlar tarafından temsil edilen ikinci kategoride bir ömür istikrarla yaşam sürenlerin yeri ise her zaman bambaşkadır. Böyleleri için hayat, ayrımcılık, haksızlık, adaletsizlik veya nezaketsizlik içermeyen bir senfoni gibidir adeta.
Notaları birbiriyle gayet uyumlu bir senfonidir bu. Bir gün öyle iken diğer gün farklı olacak biçimde zikzaklar içermeyen lineer bir bütünlük ve tutarlılık arz eder. Misalen, aynı fakültede 15 yıl çalışma ve bundan daha uzun süre tanışma bahtiyarlığına ermiş birisi olarak Suphi Aslanoğlu Hoca’yı, yaşamı boyunca sürekli tutarlılık içeren bir fedakarlık yumağı olarak yaşamış, gördüğüm nadir insanlardan birisi olarak tanımlayabilirim.
Beş yıl önce aniden yitirdiğimiz, insanlık ve mürüvvet abidesi bir Adıyaman Beyefendisi olan Sabri Orman hocamın ardından son beş yılın en büyük kaybı benim açımdan Suphi Hoca oldu. Daha onunla, epey zamandır teklif ettiğim ve sürekli hatırlattığım, önceki Rektörümüzün ardından “Ekrem Yıldız’a Armağan” kitabı derlemesi yapacaktık. Bu konuda ilerleme sağlamak için hem Ekrem Hoca’nın “biraz bekleyelim” demesi hem de Suphi Hoca’nın yoğunluğunun geçmesini beklerken şimdi yeni bir hatıra eser kaleme almak ihtiyacının hasıl olacağını nereden tahmin edecektim? Hem de bu kez onun adını yad etmek için…
Mevcut üniversite yönetimi bu konuda ne düşünür veya bir şey düşünür mü bilemem ama fakültede (İİBF Binası) bulunan, sadece harf ve numaradan ibaret bir amfimizin adını, onu yaşatmak üzere “Suphi Aslanoğlu Amfisi” haline getirme fikri belirdi zihnimde önceki gün, Antep’e ailesine taziyelerimi sunmak için yola çıkmadan önce. Dekan arkadaşımız başta olmak üzere fakültenin hakir ekseriyetinin de çok sevineceğini umduğum bu düşüncemi açtım Antep’te aile üyelerine. Çok sevindiler. Daha büyük bir hatıra yapı da oluşturmak istediklerini söylediler.
Benim aklıma, hepsi birbirinden pırlanta yeğenlerinin en sevilen amcası olarak çocuklara olan naifliğini yaşatmak adına bir çocuk kreşi açıp adını vermek geldi. “Olabilir” dediler. Evlendiremediği için yıllardır birlikte yaşadığı ve saçının bir teline zarar gelmesin diye üzerinde tir tir titrediği oğlunun ardından ağlamaktan gözünde yaş kalmamış Feride Annemiz, cami benzeri bir hatıra yapı inşa etmeyi arzuladığını belirtmiş. Bu yiğit insanın ismini yaşatmak adına arkadaşları ve ailesi olarak ne kadar çok şey yapılsa değeceği için bu tartışmalar bir süre daha devam edecek görünüyor.
Yukarıda bir miktar giriş yaptığım ikinci kategorideki insanların kamil bir örneği olarak Suphi Aslanoğlu’nun mirasının çerçevesi bu bağlamda otomatik olarak tezahür ediyor sanırım. Bu kategoriye, evrensel kalıplar içerisinde iyiliğe sürekli açık olma, yardımseverlik için davet beklemeden harekete geçme, çevreye güler yüz göstermek için pozitif bir ruh halini beklememe ve desteğe muhtaç olan hemen herkese ayrımcılık yapmadan ulaşabilme meziyetleri giriyor zira. Suphi hoca için sıradan kabul edilebilecek bu hasletler onun geride bıraktığı mirasının temelini oluşturuyor.
Yetişemediğim defin gününde, dua ve hayırla yad etmeye vesile olması için kaleme aldığım bir önceki yazıda (göz atmak için lütfen tıklayınız: https://akademiyet.com/suphi-aslanoglu/) bu hasletlerine ilişkin bazı örnek olaylardan bahsetmiştim bu iyilik ve yardımseverlik timsali insanın kısa yaşamından geriye kalanları yad etmek amacıyla…
Taziye için ailesinin yanına giderken yolda, yüz yüze gelince en fazla ne diyeceğimi kestiremediğim Feride annemizle karşılaşırsam onu bu derin acıya karşı nasıl teselli ederim diye düşünüyordum. Aklıma gelen “kısa ömür uzun icraat” mantığı etrafında bir denklem oldu. “Anacığım! Üzülme! Herkesin 70-80 yıl ortalama bir ömür sürdüğü bu fani dünyada senin oğlun 55 yılda 550 yıl yaşamış gibi bir ömür sürdü” sözleriyle teselli etmeye çalıştım. Anne Aslan’ın dilinden, bize sevgi ve şefkatle baktıktan ve Ankara’dan geldiğimizi öğrendikten sonra “Hani Suphi nerede? Niye onu getirmediniz?” sözleri dökülüverdi…
Sözün bittiği yerdi burası. Zira O’nu fiziki bir varlık olarak ailesine kavuşturmak çok zordu artık. Buna karşın Rahmetli Hoca bu kısa-uzun ömründe bir aile kuramamış, çocuk sahibi olamamış, anası onun mürüvvetini görememişti ama onlarca çocuğun ruhuna dokunmuş, tanıdığı tanımadığı gençlere yardım elini uzatmış, dost ve arkadaş çevresinde bir efsane gibi esmiş, yüzlerce öğrencisinin Suphi Hocası olma makamını çoktan ihraz etmişti.
Önceki gün ailesi ile bir kaç saat dertleşip acılarını paylaştıktan sonra kabristana ziyaret için yöneldiğimizde, mezarının üzerini kaplamış onlarca kırmızı papatyanın sahibini bulmak kolay olmayacaktı bu nedenle. Belki çevresinde çoğu kimsenin bilmediği bir dostu, belki sessizce yaptığı bir iyilik karşısında teşekkür beyanı, ya da başı okşanmış bir yetimin minik bir hediyesi veya hiç tahmin edemeyeceğimiz başka bir hayata dokunmuşluğun ürünüydü belli ki gördüğümüz bu manzara… Hala da bu iri kırmızı papatya yağmurunu kimin yağdırdığı anlaşılamadı sanırım.
İtiraf edeyim: Bu önden giden atlının hatıralarımıza taşla kazınmış müstesna yeri, hepimiz için bıraktığı insanlık mirası, 550 yılda yapılabilecekleri 55 yıllık ömre sığdırması, dünyanın her köşesinde hayır dua ve iyi dilek gönderen insanları arkadan bırakmasından çıkardığım yegane sonuç, aslında onun yerine daha çok kendim için üzülmek oldu.
Zira yaşayan bir ölü olmak da var işin ucunda, ölümden sonra gönüllerde sonsuz yaşamak da…
İkinci yolu ihraz eden ve bir ömür bu uğurda Suphi Hoca benzeri öncü iyilerin mirasına sahip çıkma niyet ve azmini sürdürenlerden olma dileğiyle…
Kendisiyle tanışmadim.
Kardeşlerinin her biri, birer pırlanta…
RABBİMİZ, ebedi âlemde buluştursun, ona ve tüm Ehl-i İman geçmişlerimize Rahmetler eylesin…
Soyadı ASLANOĞLU. bir yerde yanlışlıkla ARSLANOĞLU yazılmış. Düzeltilirse iyi olur.
bir yerde öyle olmuş osman kardeşim. düzelttim. teşekkürler uyarı için. bu vesileyle zatı alinize baş sağlığı ve sabır diliyorum.
Kendisiyle tanışmadim.
Kardeşlerinin her biri, birer pırlanta…
RABBİMİZ, ebedi âlemde buluştursun, ona ve tüm Ehl-i İman geçmişlerimize Rahmetler eylesin…
Amin. Teşekkürler. Tanı(ş)saydınız hakkında “destan yazmaya bile değer” derdiniz eminim.