İstanbul’un Unutulan Tarafı: Sonbahar

By Sabri Kaan Halıcı

İstanbul’un Unutulan Tarafı: Sonbahar

By: Sabri Kaan Halıcı

Taksiden indim. Yağmur durmuş ama hava hâlâ ıslak.

Denizden gelen rüzgâr saçlarıma dokundu, eski bir şarkı gibi. İskelede buluşan sevgililer sarılıyor, elinde çiçek demetiyle iskele kenarında çiçek satanlar sessizce gülümsüyor. Bir adam iskele kenarında şarkı söylüyor; sesi rüzgârla karışıyor, kelimeleri denize düşüyor.

Ben ise kenarda izliyorum sadece… Hafta içi olmasına rağmen hayat burada hiç yavaşlamıyor; herkes bir yere yetişiyor, ama kimse gerçekten varamıyor.

Kadıköy, akşamın telaşını çoktan geride bırakmış gibi; yine de kalabalık, yine de bir şeylerin ortasında. Islak kaldırımların üstünde adımlar yankılanıyor.
Bir vapurdan yükselen boğuk siren sesi, köşedeki kahveciden gelen kavrulmuş çekirdek kokusu, ve yüzüme çarpan hafif bir anason kokusu…

Hepsi bir araya geliyor; şehir nefes alıyor, ben de onunla birlikte. Yahut gerçekten nefes alabiliyor muyum? Bilemiyorum…

İstanbul böyle anlarda güzel işte. Ne seni anlatıyor, ne de seni dinliyor. Sadece var oluyor. Sen de onunla birlikte oluyorsun bir rüzgar kadar kayıtsız, bir yağmur damlası kadar kısa ömürlü.

Bir sokak lambasının altında yavaşlıyorum. Kendimi şehrin akışına bırakıyorum. Bir an için zaman duruyor gibi, ve dünyada hiçbir yere yetişmek zorunda değilmiş gibi hissediyorum.

Ama biliyorum, İstanbul’da hiçbir an gerçekten durmaz.

Her şey akar burada — insanlar, vapurlar, hikâyeler… Hepsi bir yerlere yetişir, hepsi biraz eksik kalır. Ve burada zaman hiçbir yerde olmadığı kadar hızlı akar.

Sonra, Moda’ya doğru yürürken bir sokakta bir isim çarpıyor gözüme: Cemal Süreya Sokağı.

Sessiz bir tabela ama içimde büyük bir yankı. Kendi sesiyle (TRT arşiv) söylediği sözler geliyor aklıma;

“1931 yılında doğdum.
1937 yılında annem öldü.
1944 yılında Dostoyevski’yi okudum.
O günden beri huzurum yoktur.”

İşte tam o anda, neden bu şehrin beni hep yarım bıraktığını anlıyorum.

İstanbul, biraz Cemal Süreya gibi; eksik, güzel, tutkulu ve hiçbir zaman huzurlu değil. Belki de bu yüzden seviyoruz onu, çünkü o da bizim gibi hep bir şeyleri kaybederek yaşıyor.

Kadıköy’den Eminönü’ne uzanan vapurda cam kenarına oturuyorum. Köprü ışıkları suya düşüyor, martılar gölgeleri kovalıyor. Yanımdaki adam gazetesine gömülmüş, bir çocuk elindeki simitle yüzüme gülümsüyor, bir kadın sessizce dışarı bakıyor, herkes başka bir hikâyenin içinde, ama aynı şehrin içinde.

İstanbul hatırlamanın da, unutmanın da şehri.

Bir yanıyla seni büyülüyor, diğer yanıyla senden bir parça alıyor. İlk İstanbul’a geldiğim anı hatırlıyorum her defasında. O hissi rüya mı gerçek mi hissini tekrar yaşamak istemeyi istiyorum muhteşem ihtişamı karşısında İstanbul’un…
Ve her defasında yeniden öğreniyorum: bazı şehirler insanı terk etmiyor.
Sadece usulca içinde kalıyor, onu terk etmek imkansız hale geliyor yaşadıkça.
bir kahve kadar sessiz, bir sonbahar kadar hüzünlü.

Belki de mesele İstanbul’u anlamak değil, onunla aynı ritimde soluk alabilmek.
Çünkü bu şehirde her şey geçiyor bir tek hisler kalıyor;

Biraz tuz,

Biraz nem,

Biraz Cemal Süreya.

“İstanbul’un Unutulan Tarafı: Sonbahar” üzerine 2 yorum

  1. Babam soluduğum bu şehri şimdi sen soluyorsun. Ne diyebilirimki hayat değişik birşey, şuan Fransa’nın La Ferriérre en Parthenay köyünde tır parkında yazını okuyorum, başarıların beni gururlandırıyor. Lafı uzatmayacağım Seni Seviyorum ve Allah’a amenet ediyorum

    Yanıtla

Hakan Halici için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et