Doğduğum yer, Zara’nın sessiz ve sakin sokakları, küçük bir kasabanın basit ve sıradan hayatıyla çevriliydi. O sokaklarda büyürken, içimde bir şeyler hep daha büyük bir dünyaya, daha derin anlamlara özlem duyuyordu. Bazen gecenin sessizliğinde yıldızlara bakarken, içimde tarifsiz bir boşluk ve büyük bir arayış hissederdim. Zara’da başlayan bu hayatın ötesinde, sanki başka dünyalar, başka şehirler bana sesleniyordu. Bu içsel arayışla, zihnimde kurduğum hayal dünyasının sınırlarını zorlamak ve daha geniş ufuklara yelken açmak istedim.
Belki bu yüzden İstanbul’un rüzgarını, Boğaz’ın serin sularını, o eski medeniyetlerin kalıntıları arasında dolaşmayı hayal ettim. İstanbul, kitaplardan, hikayelerden tanıdığım, zihnimde büyüttüğüm bir efsaneydi adeta. Sanki orada, Zara’da hiç bulamadığım bir derinlik ve anlam vardı; belki bir arayışın, bir mücadelenin, bir ruhun kendini keşfetme yolculuğunun izleri İstanbul’da saklıydı. Koca şehir, tarihin ve kültürün harmanlandığı o devasa sahne, bana bir mucize gibi gözüküyordu. İstanbul’da doğmuş olsaydım, belki hayallerim orada gerçek olur, ben de o şehrin dokusuyla harmanlanmış bir insan olurdum. Ama biliyorum ki, İstanbul’da bile arayışım sona ermeyecek, daha ötelerde başka dünyalar beni çağıracaktı.
Ve işte o hayalin ötesinde, gözümde daha da büyük bir şehir belirdi: Paris. Paris, İstanbul gibi bir efsane değil, zihnimde kurulmuş bir ütopya gibiydi. Kitaplardan öğrendiğim, sanatçılarının, düşünürlerinin izleriyle dolu olan bu şehir, bana yalnızca bir yer değil, aynı zamanda bir ruh hali gibi görünüyordu. Paris, kültürün ve sanatın başkenti, düşüncenin ve özgürlüğün simgesiydi. Orada doğmuş olmayı, orada büyümeyi ve oranın kültürel dokusunu iliklerime kadar hissetmeyi hayal ettim. Paris’in ışıkları, bana İstanbul’un karanlık ve yalnız sokaklarından çıkıp ulaşabileceğim aydınlık bir dünya gibi gözüküyordu.
Eğer Paris’te olsaydım, o büyük düşünürlerin, filozofların ve sanatçıların arasında, belki bir köprü olur, Doğu’nun derin bilgeliğini Batı’nın düşünce dünyasıyla buluştururdum. Pascal ile tanışsaydım, ona peygamberimizi anlatırdım; İslam’ın o yüce ahlakını, içsel derinliğini, insanın varoluşuna dair olan aşkın görüşünü onunla paylaşırdım. Belki o da, Tanrı’ya olan inancını, imanını yeniden sorgular, İslam’ın derin anlamlarını anlamaya çalışırdı. Ona anlatacaklarım, iki farklı dünyayı bir araya getirir, belki de Batı’nın kalbine Doğu’nun ışığını taşırdı.
Bergson’u tanısaydım, ona İbnü’l-Arabi’yi anlatırdım. Bergson’un sezgiye olan derin ilgisi, Arabi’nin varlık felsefesiyle birleştiğinde, sanki evrensel bir hakikate açılan bir kapı gibi olurdu. Ona Arabi’nin “aşkın varlık” anlayışını, varoluşun kendisindeki kutsallığı aktarırdım. Belki Bergson, sezgisel bilginin ötesine geçerek, aşkın bir birlik deneyimini tanımaya çalışırdı. Böylece, Doğu’nun derin maneviyatı, Batı’nın felsefi sezgisiyle birleşirdi.
Blondel ile tanışsaydım, ona İbn-i Sina’nın “hareket gücü” kavramını anlatırdım. Blondel, hareketin yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir eylem olduğunu belki de ilk kez bu kadar derinlemesine hissederdi. Ona hareketin insanın ruhsal yolculuğundaki önemini anlatır, düşüncenin eyleme nasıl dönüştüğünü Doğu felsefesinin derinliğiyle açıklardım. Böylece Blondel, kendi felsefesini İslam düşüncesinin geniş ufkuyla yeniden şekillendirebilir, hareketin ardındaki manayı keşfetmeye başlayabilirdi.
Ve Massignon… Hallac-ı Mansur’un o derin aşk dolu feryadını, “Enel Hak” diye haykıran o büyük ruhunu Massignon’a anlatırdım. Hallac’ın, Tanrı’yla bir olma isteğini, varlığını feda etme cesaretini ve aşkın zirvesinde yok oluşunu onunla paylaşırdım. Belki Massignon, Hallac’ın bu ruhsal isyanında kendi maneviyatını bulur, Batı’nın akılcı dünyasına Doğu’nun aşk dolu varlık anlayışını tanıtırdı.
Zara’da başlayan bu yalnızlık dolu yolculuk, beni İstanbul’dan Paris’e, oradan da belki daha ötelere taşıdı. Zara’nın küçük sokaklarından dünyaya açılan bu hayaller, umutsuzluk anlarında bile bana güç verdi. Belki geride sadece melankoli ve yalnızlık kaldı ama önümde umutla dolu, hayallerin ve düşüncelerin ışığında bir yol açıldı. İçimdeki o sonsuz arayış, hayatıma anlam kattı; çünkü insanın kendi ruhunda yeni dünyalar kurması, gerçekte yaşamaktan çok daha derin ve zengin bir yolculuktur.
Her bir düş, her bir arayış beni başka yerlere götürdü. Kimi zaman İstanbul’un kalabalık sokaklarında, kimi zaman Paris’in ışıklı caddelerinde bir yabancı oldum, ama her defasında kendimi buldum. Ve anladım ki, belki hiçbir yerde tamamıyla ait hissetmeyeceğim; çünkü insan, arayış içinde olduğu sürece gerçekte var olur. Aradıkça, hayal ettikçe ve başka dünyalara açıldıkça insanın ruhu genişler, ufukları aşar. Bu nedenle Zara’nın yalnızlığından Paris’in ışıklarına uzanan bu yolculuk, benim ruhumun yolculuğu; umutla, hayalle ve düşüncenin sonsuz ufkunda kurduğum bir düşler âlemi.