Bağdat’ın dar sokaklarında yankılanan ayak sesleri, onu ölümüne taşıyan kalabalığın uğultusuna karışıyordu. Gözleri gökyüzüne dönüktü. O, bu dünyanın insanı değildi artık. Adım adım yaklaşan trajik son, onun için ne bir korku ne de bir pişmanlıktı. Çünkü o, çoktan kelimelerin ve suretlerin ötesinde bir hakikate erişmişti.
Bir zamanlar, sufizmin derinliklerinde yürüyen bir derviş vardı, Hallâc-ı Mansûr adında. Kalbinin derinliklerinde yanan bir aşk ateşiyle yanıyordu. İslami düşüncenin özünü, varoluşun anlamını ve insanlığın en büyük sorularını sorgulayan bir düşünürdü. Ancak, onun diğerlerinden ayıran en önemli özellik, yaşadığı dönemin sorunlarını ve toplumun derin yaralarını içselleştirmiş olmasıydı. Hallâc, her kelimesinde, her eyleminde bu sorunsalların peşine düşmüş, onları kendi benliğinde bir inanç ve ideal haline getirmişti.
Sıradan bir insan değildi. O, aşkın ve hakikatin peşinden gitmeyi seçmiş, kendini bir inancın ateşine atmıştı.
“Enel-Hak” diyerek, insanın ilahi olanla bir bütün olduğunu savunmuş, bu cesur ifadesiyle pek çoklarının tepkisini çekmişti. Sıradan bir derviş olmaktan öte, insanlığın özünü, varoluşun derin anlamını arayan bir yol gösterici olmuştu.
Ancak, bu yolda yürürken, adeta trajediye yargılanmış gibiydi. Yaşadığı dönemde, insanlar onu anlamakta zorlanıyor, kelimelerinin derinliğinde kayboluyorlardı. Onun aşkı ve bilgeliği, toplumu rahatsız eden bir gerçeklik haline gelmişti.
“Enel Hak!” diye haykırdığında, sözleri gök kubbede yankılandı. Kimi bunu küfür saydı, kimi aşkın en yüce ifadesi… Ama herkes biliyordu ki bu söz, yalnızca onun dudaklarından çıkmamıştı; kalbinden, ruhundan ve varlığının en derin noktasından kopup gelmişti. Bu yüzden durdurulması gerekiyordu. İnsanlar, hakikati duymaktan korkarlar. Çünkü hakikat, sahip olduklarını sandıkları dünyayı ellerinden alabilir.
Kendini, insanlığın kurtuluşu için bir yolculuğa adayan Hallâc, her gün bir adım daha trajik sonuna yaklaşıyordu. Korkusuzca, yüreğinde taşıdığı hakikati savunuyor, her sözünde ilahi aşkın büyüklüğünü haykırıyordu. Ancak, bu tutkulu duruşu onu, bir mahkeme önüne çıkarttı.
İddia edilen suçları, kelimeleriydi; sözcükleri, inandığı değerlerdi. Mahkemede, gözlerinin derinliklerinde bir ateş yanarken, kalbindeki aşkı savunmak için kendini parçaladı.
Mahkemeye çıkarıldığında hâkimler ondan tek bir şey istedi: Sözlerini inkâr etmesini, pişman olduğunu söylemesini… Ama Hallâc, hakikati inkâr edemezdi. Bir rüzgâr gibi esmiş, denizleri coşturmuş, kalpleri yakmıştı ama şimdi ona susmasını söylüyorlardı. Susamazdı. Zira aşk susturulamazdı.
Günler süren işkenceye rağmen hep gülümsedi. Çünkü biliyordu ki bu dünya bir gölgeydi. Gölgeler ona zarar veremezdi. Sonunda idam kararı verildi. Bağdat meydanında toplanan kalabalık, onun çarmıha gerilişini izliyordu. Ellerini göğe kaldırdı ve tebessüm etti.
– “Beni öldürebilirsiniz,” dedi. “Ama aşkı öldüremezsiniz.”
Yargılandı, işkence edildi ve sonunda idam cezasına çarptırıldı. Ancak o, bu trajediyi bir son olarak değil, bir başlangıç olarak görüyordu. Ölüm, onun için bir son değil, gerçek aşkı bulma yolunda bir kapıydı. O, son nefesini verirken bile, ilahi aşkın büyüklüğünü haykırdı.
Ve canı bedeninden ayrıldığında ölümsüzleşti. Öldüğünü sananlar, yıllar sonra onun hâlâ yaşadığını gördü. Adı dilden dile, gönülden gönle aktı. Her yüzyılda, her çağda onu anan birileri oldu. Bir zaferle değil, trajik bir yenilgiyle ebedileşti.
Bazı insanlar vardır ki, başarılarıyla değil, yenilgileriyle ölümsüzleşirler. Çağlarının ötesine geçer, insanlığın sonsuz yolculuğunda bir ışık gibi yanmaya devam ederler. Hallâc o ışıklardan biriydi. Onu öldürenler unutuldu gitti ama Hallac hâlâ yaşıyor; aşkın, hakikatin ve cesaretin en yüksek ifadesi olarak varlığı devam ediyor.
Hallâc-ı Mansûr’un trajik sonu, onu ölümsüzleştirdi. Ölümünün ardından, ruhu ve felsefesi, yüzyıllar boyunca insanlara ilham verdi. Yalnızca bir derviş değil, bir simge, bir inanç haline geldi. Yenilgisi, insanlığa dersler verdi; aşkın, hakikatin ve cesaretin ne demek olduğunu gösterdi.
O’nun yaşamı, bir trajedinin ötesine geçerek, insanlığın evrensel sorunlarına ışık tutan bir hikaye haline dönüştü. Hallâc, adım adım trajik sonuna yürüdü, ancak bu yürüyüş, onu ebedi bir varlık haline getirdi. Onun adı, tarihin derinliklerine kazındı; aşkı, cesareti ve hakikati arayışındaki kararlılığı, günümüze kadar ulaştı.
Artık, Hallâc-ı Mansûr, yalnızca bir isim değil, ölümsüz bir ruhun ifadesiydi; insanlığın kalbinde sonsuza dek yaşayacaktı. Her yenilgi, onun için bir fırsat, her trajedi bir ders haline gelmişti. O, yaşadığı çağın sorunlarına ışık tutan bir düşünür, bir aşk şairi, ve trajedinin ötesinde bir kahraman olarak anılmaya devam edecekti.