Sivas’ta doğdu. Taşın soğuk, toprağın bereket, insanın mert olduğu o şehirde…
Fakat kader, onu Sivas’ın taş sokaklarından alıp uzak diyarlara taşıdı.
Sivas’tan ayrıldı ama Sivas, ondan hiç ayrılmadı.
Yıllar geçti, şehirler değişti, denizler aşıldı.
Ve bir gün, yollar onu yeniden doğduğu topraklara getirdi.
O gün, gözleri artık İstanbul olmuştu. Ufka baktığında Boğaz’ın maviliği, minarelerin göğe uzanan zarafeti vardı bakışlarında.
Ama kalede birden durdu. Taşlara dokunan rüzgâr, çocukluğunun sesini taşıyordu.
Bir an sustu. Sonra, yılların ötesinden gelen bir şaşkınlıkla fısıldadı:
“Bilmem ki nemsin”
Cebeci karında rüzgârla birlikte geçmiş kokusu dolaştı.
Cami avlusunda yoksul çocuklar, onların minnet dolu bakışları, küçük bir avuç sadaka…
Ve o ses, derinden, Anadolu’nun vicdanından yankılandı:
“Ben Anadolu’yum. Yıllar yılı susuz kaldım. Yıllar yılı aç.”
Evet, o Anadolu’ydu.
O, bu toprakların diliyle konuşan, kalbiyle yazan bir şairdi.
Ve onun kaleminde Anadolu yeniden dirildi.
Sonra bir gün İstanbul’a dönmek istedi.
Babası, yılların bilgeliğiyle süzülmüş bir sükûnet içinde, elini öpen oğluna baktı.
Ve o büyük sözü söyledi — bir nasihat değil, bir ömürlük rehber:
“Oğul, İstanbul’a gidince Fatih’i; Fatih’e gidince Fatiha’yı unutma.”
Bu söz, yalnızca bir babanın oğluna değil, bir milletin evlatlarına söylenmişti aslında.
Fatih’i unutma — çünkü o, iradenin, inancın, medeniyetin sembolüdür.
Fatiha’yı unutma — çünkü o, varlığın, kulluğun ve hamdın özüdür.
Ve işte biz bugün, bu formülü, bu hikmeti, Yavuz Bülent Bakiler gibi evlatlarımıza, yeni “Yavuz Ülenpaki”lere (yani onun yolundan gidenlere) uygulayacağız.
Onlara da diyeceğiz ki:
“İstanbul’a gidince Fatih’i, Fatih’e gidince Fatiha’yı unutma.”
Çünkü medeniyet, kalple fethedilir; fetih, Fatiha ile başlar.
Yavuz Bülent Bakiler o sözü unutmamıştı.
Ne Fatih’i unuttu, ne Fatiha’yı.
Ne vatanını, ne duasını.
Ve ne de Çerkez’in kahvesinde içtiği o bir fincan kahveyi…
O kahve, bir hatır değil, bir vefa nişanesiydi.
Anadolu’nun sabrı, alçakgönüllülüğü, temizliği sinmişti o fincana.
Şimdi, biz onun ardından dönüp baktığımızda bir şair değil, bir gönül mimarı görürüz.
Bir milletin ruhuna tercüman olan bir bilge…
Her mısrasında bir ezan, bir köy yolu, bir çocuk duası yankılanır.
O, kelimeleriyle bu toprağı yeniden kurdu.
Anadolu’nun kalbi onunla attı, onunla dirildi.
Ve şimdi, Sivas’ın rüzgârı onun adını fısıldıyor.
Kalenin taşları, onun sesini hatırlıyor.
Cebeci karında hâlâ, bir kahve buğusunun içinden, o sıcak tebessüm yükseliyor.
Ruhu şâd olsun.
Çünkü o, unutulacaklar arasına değil,
Fatih’i de unutmayan, Fatiha’yı da unutmayan gönüllere gömüldü.
Ve biz, ardında bıraktığı bu dua mirasıyla,
her “Yavuz Bülent Bakiye ”ye aynı sözü fısıldayacağız:
“İstanbul’a gidince Fatih’i, Fatih’e gidince Fatiha’yı unutma.”