Volga nehrinin serin suları, kadim bir medeniyetin yankılarını taşır. Yıllar boyu hanlıkların, ilim ve irfan yuvalarının beşiği olmuş bu topraklar, bir milletin hafızasını sinesinde saklar. Sadrı Maksudi Arsal, işte bu tarihi mirasın ortasında, 1878 yılında Tataristan’ın Taşsu köyünde dünyaya gözlerini açtı. Güzel bir çocukluk geçirecekti belki, ama Rus baskısının gölgesi, onun düşlerini daha küçük yaşlarda bulutlandırdı.
Volga’nın serin sularında yansıyan ay ışığı, Kazan’ın üstüne düşerken, küçük Sadri Maksudi, babasının dizinin dibinde eski destanları dinliyordu. O gece, rüzgârın getirdiği hüzünle, bir milletin yok olma korkusunun ne demek olduğunu hissetti belki de. Babası, ona bir gün özgürlüğün ve adaletin ne kadar kıymetli olduğunu anlayacağını söylediğinde, henüz bir çocuktu. Ama kader, ona büyük bir yol çizecekti.
Yıllar geçti. Kazan’ın medreselerinde yetişirken, Çarlık Rusyası’nın baskısını her gün daha çok hissetti. Okulları kapatılan, dilleri yasaklanan, inançları ezilen Tatar halkı için bir çare aramanın vakti gelmişti. O, sadece şikâyet edenlerden olmayacak, mücadele edenlerden olacaktı. Bu yüzden, aydınlanmanın merkezlerine doğru yola çıktı: önce İstanbul’a, sonra Paris’e.
Tatar halkı, Kazan Hanlığı’nın düşüşünden bu yana sürgünlerin, yasakların, ağır zulmün kollarında sarsılıp duruyordu. Dili, dini, kültürü elinden alınmak istenen bu halk, yine de ümitlerini bırakmamış, Gaspıralı gibi öncülerle aydınlanma hareketini başlatmıştı. Sadrı Maksudi de bu meşaleyi devralacak, halkının sesi olacaktı.
Genç yaşta Kazan’da Gaspıralı’nın fikirleriyle tanışan Sadrı Maksudi, “Dilde, fikirde, işte birlik” anlayışıyla hareket etti. Tercüman gazetesinde yazılar kaleme aldı, halkının bilinçlenmesi için didindi. Fakat bu topraklar onun hayallerine dar geliyordu. O, Tatarların geleceğini kurtarmak için hukuku bilmeliydi. Bu nedenle Paris’e, Sorbonne’’a gitti.
Avrupa’nın devrimleri, insan hakları, hukuk düzeni onun zihnini yoğunlaştırdı. Fransa’da, özgürlüğün ancak hukukla kazanılabileceğini öğrendi. Paris sokaklarında gezerken aklı hep Kazan’dayken, yüreği ise tüm Türk halklarının geleceğindeydi.
Eğitimini tamamlayıp döndüğünde, artık sadece bir fikir adamı değil, bir liderdi. 1907’de Rusya Duması’na milletvekili olarak girdi. Orada Tatarların, Başkurtların, Kırım ve Kazak bozkırlarındaki soydaşların haklarını savundu. Dili yasaklanan, dini baskı altına alınan, kültürü silinmek istenen bu insanlar için mecliste konuştu. Fakat Rus çarlığı, onun gibi mücadelecileri istemiyordu. Duma feshedildi ve o, halkının geleceğini kurtarma ümidiyle farklı yollar aramaya koyuldu.
1917’de Bolşevik Devrimi patlak verdiğinde, Sadrı Maksudi, Tatar ve Başkurt halklarının bağımsızlığını sağlayacak bir devlet kurmanın zamanının geldiğini düşünerek İdil-Ural Devleti’ni ilan etti. Ancak yeni Sovyet rejimi, bu devletin yaşamaması için harekete geçti. Hayallerinin devleti, kısa süre içinde yıkıldı.
Sürgün yıllarının başladığı bu dönemde, onun için yeni bir kapı aralandı. Mustafa Kemal Atatürk’le tanışan Sadrı Maksudi, 1924’te Türkiye’ye davet edildi. Artık onun vatanı Anadolu olacaktı. Burada, ömrünün en verimli yıllarını hukuka ve eğitime adadı. Ankara Hukuk Fakültesi’nde dersler verdi, Medeni Kanun’un oluşumuna katkı sağladı. Dil reformlarına destek oldu, Türk milliyetçiliğini bilimsel bir temel üzerine oturtmak için çalıştı.
Sadrı Maksudi Arsal, sürgün edilen, vatansız kalan bir adam değildi; aksine, gittiği her yerde milletinin ruhunu taşıyan bir neferdi. Onun kalemi, bir kılıçtan keskin, fikirleri ise asla söndürülemeyen bir şale gibiydi. O, Kazan’ın hüznüyle Anadolu’nun umudunu harmanlayan bir fikir adamı olarak, ardında silinmez izler bıraktı.
Bugün, Volga’nın sularına kulak verirsek, belki de onun sesini duyarız. Bir milletin geleceği için verdiği mücadele, tarih sayfalarında şu sözlerle yankılanmaya devam eder: “Milletler ancak hukuka dayanan bir bilinçle yükselir.”
İstanbul’da Yeşeren Ümitler
İstanbul, Osmanlı’nın son demlerini yaşadığı, ancak fikir hareketlerinin kaynadığı bir şehirdi. Ahmet Mithat Efendi, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp gibi isimlerle sohbetler etti. Osmanlı’nın dertlerini gördü ama onun aklında yalnızca Osmanlı yoktu; Kazan’dan Kırım’a, Türkistan’dan Azerbaycan’a kadar tüm Türk dünyasını kapsayan bir bilinç taşıyordu. Türk milletinin kurtuluşunun ancak hukuk ve bilinçle mümkün olacağını anladı. Ancak İstanbul da ona yetmeyecekti; kader, onu Paris’e sürükledi.
Paris’in Taş Kaldırımlarında Büyüyen Düşler
Sorbonne Üniversitesi’nde hukuk eğitimi alırken, Fransız Devrimi’nin etkilerini inceledi. Ulus devlet fikrini, hukukun bir milleti nasıl ayakta tutabileceğini öğrendi. Paris’in taş kaldırımları üzerinde yürürken tek bir düşünce zihnini kemiriyordu: Eğer Türk milleti özgür olacaksa, bunu ancak hukukla başarabilirdi. Hukuk, adalet ve bilinç olmadan milletlerin kaderi kölelikti. Onun için dönüş vakti gelmişti.
Kazan’a Dönüş ve Çarlık’a Meydan Okuyan Bir Ses
1907’de Kazan’a döndüğünde, artık bir hukukçu, bir siyasetçi ve bir devrimciydi. Rusya’daki II. Duma’ya seçildi ve orada Tatar halkının sesi oldu. Onun sesi, yalnızca Kazan’ın minarelerinde yankılanmıyor, Çarlık Rusyası’nın en yüksek duvarlarını sarsıyordu. Anadilde eğitim, inanç özgürlüğü, Müslümanların toprak hakları, kadınların eğitime erişimi… Bunları savundu. Ama Çarlık Rusyası’nın çelikten duvarları, onun sesini kısmak istedi. 1912’de Duma’dan uzaklaştırıldı, ama vazgeçmeyecekti. Çünkü bir milletin uyanışı, bir adamın pes etmesiyle son bulmazdı.
İdil-Ural Devleti ve Yarım Kalan Bir Rüya
1917’de Rusya’da Bolşevik Devrimi patlak verdiğinde, bu çalkantılı dönemi bir fırsat olarak gördü. Tatar ve Başkurt halklarını birleştirerek İdil-Ural Devleti’ni kurmaya çalıştı. Özgür bir Türk devleti hayaliyle yanıp tutuşuyordu. Ancak Bolşevikler, bu hayali demir yumruklarıyla ezdi. Kazan sokaklarında vatanına son kez baktı, ama gözlerinde teslimiyet değil, bir gün geri dönme umudu vardı.
Türkiye’de Yeni Bir Mücadele: Hukuk ve Milliyetçiliğin Temelleri
Sürgün yolları onu önce Avrupa’ya, ardından Mustafa Kemal Atatürk’ün davetiyle Türkiye’ye getirdi. Atatürk, Türk milletinin yeni bir kimlik inşa ettiğini biliyordu ve ona ihtiyacı vardı. Artık sadece Kazan’ın değil, tüm Türk milletinin bir evladıydı. Mücadelesi üç temel alanda devam etti:
- Hukuk Reformları
- Türk Medeni Kanunu’nun hazırlanmasına katkı sağladı.
- Ankara Hukuk Fakültesi’nde dersler verdi.
- Hukuku, Türk milletinin bağımsızlığını koruyacak bir temel olarak gördü.
- Türk Milliyetçiliğinin Akademik Temelleri
- Milliyetçiliği sadece romantik bir his değil, tarihsel ve hukuki bir bilinç olarak ele aldı.
- Türk tarihine dair akademik çalışmalar yaparak, milli bilinci güçlendirdi.
- Dil ve Kültür Çalışmaları
- Türk dilinin sadeleşmesi ve bilim dili haline gelmesi için çalışmalar yaptı.
- Türk tarih tezinin oluşumuna katkı sağladı.
Bir Ruhun Zaferi
Sadrı Maksudi’nin mücadelesi, sadece bir devletin bağımsızlığı için değil, bir milletin ruhunu koruması içindi. Milliyetçilik, onun için bir milletin aklını ve ruhunu korumasıydı. Ne Kazan’ı unutmuştu ne de İstanbul’u… O, Yahya Kemal’in dizelerinde olduğu gibi, “Kazan’dan Anadolu’ya uzanan bir ruhun seyyahı”ydı. O, Ziya Gökalp’in teorilerinde olduğu gibi, “Türklüğü bilimle, hukukla, kültürle var eden” bir bilgeydi.
Yaşadığı sürgünler, kaybettiği topraklar, mazlum coğrafyaların üstüne düşen hüzün ona asla yenilgiyi öğretmedi. O, bir toprak parçasını değil, bir ruhu kurtarmak için yaşamıştı. Ve o ruh, Volga’nın sularında, bozkırın rüzgarlarında, İstanbul’un taş sokaklarında hâlâ yankılanıyordu.