İstanbul’un kalbi Vefa semtinde, asırlardır dilden dile anlatılan bir hikâye vardır. Bu hikâye yalnızca bir Allah dostunun değil, aynı zamanda aşkın, hikmetin ve tevazuun destanıdır. Onun adı Ebu’l Vefa Hazretleri’dir.
Bir zamanlar, Anadolu’nun ilim ve irfan kokan topraklarında, genç bir derviş vardı. Gözleri aşk ile parlayan bu genç, bilgisiyle olduğu kadar gönlünün derinliğiyle de tanınırdı. Zamanla adı duyuldu, aşkı dilden dile yayıldı ve sonunda onu İstanbul’un manevi sultanlarından biri yaptı. Lakin bu yol, gül bahçesi değil, dikenlerle dolu bir çile yoluydu.
Bir gün, Hicaz’a gitmek üzere yola çıktığında kaderin onu farklı bir imtihana sürükleyeceğini bilemezdi. Rodos şövalyeleri tarafından esir alınarak zindana atıldı. Karanlık ve soğuk taş duvarların içinde, gözleri yine aşk ile yanıyordu. Zindancı, onun yüzündeki nuru fark etti, kalbi ürperdi. “Bu adam sıradan biri olamaz,” diye düşündü. Onunla konuştuğunda, Ebu’l Vefa’nın sözlerindeki derinliği hissetti. O artık bir mahkûm değil, kalbinde bir ışık yakan bir dosttu.
Günler, aylar geçti. Nihayet, sadık dostları Ebu’l Vefa’yı kurtardığında, o İstanbul’a döndü ama zindancıya kendini borçlu gibi hissetti. “O bana insanlığını gösterdi, ben de onun nesline hakikatin nurunu ulaştırayım,” diye iç geçirdi.
İstanbul’a döner dönmez, küçük bir tekke kurdu. Orası, gönül yorgunlarının soluklandığı, aşk ve hikmetin buluştuğu bir irfan yuvasına dönüştü. İnsanlar, ruhlarının susuzluğunu gidermek için oraya akın etti. Öyle ki, bu şöhret Fatih Sultan Mehmet’in kulağına kadar ulaştı. Padişah, bu Allah dostuna layık bir mekân olması için bir cami ve dergâh yaptırılmasını emretti.
Günlerden bir gün Fatih gönlündeki bu manevi rehberi ziyaret etmek istedi. Tekkesi önüne vardığında, talebelerinden biri ona haber verdi. Lakin Ebu’l Vefa Hazretleri, başını kaldırmadan yalnızca şunu söyledi:
“Gönlüm, devletlilerle görüşmeye elverişli değildir.”
Bu söz, Fatih’in yüreğinde yankılandı. Bir an öfke hissetti, ancak hemen kendini topladı. Yanındaki Za’nus Paşa’ya dönerek, “Dur, Za’nus, hikmete kuvvetle mukabele edilmez,” diye fısıldadı. O gün geri döndü ama kalbinde Ebu’l Vefa Hazretleri’ne duyduğu saygı ve hayranlık daha da büyüdü. Yıllar geçti, fakat içindeki o özlem hiç dinmedi.
Zaman, İstanbul’un minarelerinden süzülerek aktı. Bir sabah, kara haber duyuldu: Ebu’l Vefa Hazretleri, vuslat vaktine erişmişti. Haber, II. Bayezid’in yüreğine kor gibi düştü. Padişah, gözleri yaşlı bir şekilde tekkesine koştu, o mübarek yüzü son bir kez görmek istedi. Talebeler kefeni açtığında, herkes hayretle donakaldı: Ebu’l Vefa Hazretleri, elleriyle yüzünü örtmüştü.
O an, tekkenin avlusunda bir esinti yükseldi. Ağaçların dalları hafifçe sallandı, bir güvercin tekkenin çatısına kondu. İstanbul, o sabah bir ışığını kaybetmişti ama Ebu’l Vefa’nın nuru, gönüllerde sonsuza dek yanmaya devam edecekti…