Uzun zamandır yazamıyordu. Nedeni, havaların sıcaklığı mı yoksa beyninin soğukluğumu bilemiyordu ama bildiği tek şey var yazmadığı veya yazamadığı bu süreçte, saadetin en parlak ve en solgun renklerini birlikte yaşamış olduğudur. Bir koluna kalbini (anjiyolu) diğer koluna beynini aldı ve sanki bu zaman diliminde bir düğün bir de ölüm merasimini yaşamış gibiydi. Allah’ın huzuruna öyle bir minnet ve şükranla eğiliyordu ki anlatmak imkansızdı; fakat hem kalbi hem beyni karışık olduğu için bahtiyarlığın zirvesine bir türlü tırmanamıyordu. İstikbalden şüphe ediyor ama aşkının taşmasıyla da ümit ve coşkuyla yaşıyordu.
Son iki ayın rehavetli rehavetli kokan bahçedeki yorgun çiçek kokularını hem unutuyor hem de burnunun dibindeymiş gibi bir hal, bir ruh içinde kalıyordu. İçine öyle ölüm korkuları öyle aşk ışıkları girip çıkıyordu ki, bu nedenle bir sükun bulamıyordu. Beynine doğacak minimini fikirlerin tekmelediğini fark ettiğinde mutlu fakat fikirlerin bilinmezliği onu hayretlere gark ediyordu. Biliyordu ve inanıyordu ki “Bütün fikirler Allah’ın meyveleridir.” Buhran ve doğum anı gelince katlanılması çok zor olan acılar ruhunu sarar, ağrılar içinde kıvranırdı. Fikrin doğum anında kendini rüyadaymış gibi hissederken, buhran anından tükenmişlik sendromuna düşerdi. Dahası fikrin doğum sancısı cezaevinde bitmesi beklenen zamanın acısı, buhran anında yine cezaevinde biten zaman’ın zevkini verir gibiydi. Bu ne yaman çelişki, bu ne çözülmez bilmece. Sırrı çözülmemiş “zaman” bu olsa gerekti.
“İnsan oğlunun ilk defteri olan gönüle, insan oğlunun ilk kitabı olan beyninin de olanları yazıyor ve ilk ışığı olan gözleriyle aleme yaydığını” bir yerlerde okuduğu günden beri şaşkındı. Ve o günden beri okuyup ve yazmak ülküsü oldu. Bu ülkü güneşin ilk ışıklarını dünyaya her gün vurması gibi bir şeydi. Yazarken mutlu, yazarken ağlamaklı; bu nasıl bir ülküdür, bilinmez. Onun için yazmak bir alem, alem ise bir yazmaktı.
Yazınca her harf bir bebeğin küçük parmağı, saçlarının bir teli olur ve cümle ortaya çıkınca çocuğun boynundan gelen süt kokusu sarar her yeri. Bu ne mübarek bir kokudur, bilirsin. Yazı bitince ve yazdıklarını okumaya başlayınca bir annenin bebeğini içine alması gibi sevinç kaplar, insanı. Tıpkı bir anne ile yavrusu arasında kurulan bağ gibi bir bağla yazılarını okur, yazar. Yazarın kalemi havaya kaldırılan kılıç gibi korkusuz fakat harp meydanındaki topun ağzına bir gül bombası koyacak şekilde de sevgi yüklü olmalı.
Cümleler bir güzelin kirpiklerine konmuş ay ışığı gibi olmalı. Hatta her kelime gümüş renkli bulutların zambak beyazına dönüştüğü gibi ak olmalı. Sayfalar dut ağacına konmuş bülbül gibi olmalı ve çiçekler gibi sessiz sessiz anlatmalı, anlatacağını. Bazen incecik akan dere suyu bazen çağlayıp akan şelale gibi olmalı. Bulutun içine gizlenen su damlası gibi şefkat kelimelerin hatta harflerin içine gizlenmeli. Havana’nın yaprak cigarasının renginde hatta kokusunda olmalı.
Öyküler romanlar ve şiirler iki ayak üstünde dik durmalı, başlarını eğmemeli. Yazar bunları yapamayacağı ruh haletinde olunca yazamaz ki… İşte günlerdir yazmamasının nedenini bulmuştu. Hayali ile rüyası arasındaki perdeyi bu gün yırttı. Hayatla oyun oynarken hayatında kendiyle oyun oynadığını anladı ve tiyatrosunu yazmaya karar verdi. Üç perdelik bir oyun olacak, birinci perde doğum, ikinci perde aşk, üçüncü perde ölüm ve oyununun adı “hayat” olacak. Yoksa “bir nefeslik oyun” mu olsun diye çok düşündü fakat uzun isimleri sevmediği için vazgeçti.
Birinci perde; Doğum
Gök alabildiğine gri. Yağmur sert. Odanın içerisinde lohusa bir hanımın sancısı dışarıdaki yağmur kadar sert. Ve dudaklarında bir kelime; yavrum. İçinde bir korku vardı o da yavrusunun nasıl olacağını meraktan geliyordu. Fakat o meçhul canının karnına tekme vurduğu zamanki duyduğu manevi hazzı bir kadının hiç bir zaman ve mekanda duyma ihtimali yoktur. Zaten anne olmak o ilk tekmeyi duyduğun an başlar ve ebediyete kadar gider.
Doğum anı geldiği an, içinde ta derinlerde gizlenmiş öyle kuvvetler gelir ki bütün ağrıların işkencesini götürür. “Tanrı kudreti” denir buna. Biliyor musun ilk tekme karnına geldikten sonra o bilinmez yüzle konuşmaya başlarsın. Sen ona yavrum dersin o sana suda beni koruyan “Koruyucu meleğim” der, sanki. Bu garip hâleti ruhiye de sanki başına çiçeklerden çelenkler konar ve sen o çiçeklerin rahiyasıyla kendinden geçersin.
Onun vücuttan ayrılış anı ruhun vücuttan ayrılış anına benzeyen sancıya benzer bir sancı verir fakat tek farkı var, o da şudur; ikincide bir can giderken birincide bir can gelir. Doğum sancısını unutturan tek şey onun ağlayan sesidir. O an “cenneti ayaklarının” altında hissedersin. Hele bir de yüzünü gördüğün an yok mu, hakkın didarını görmüş gibi his sarar içini. Ve sonra süt kokusu; misk amber kokusu. O emerken sır perden açılır ve bir ses duyarsın; o sana anne der, sen ona meleğim dersin. Çünkü etrafını meleklerin nasıl sardığını o an fark edersin.
Bir de şu var, o emmeye başladığı an sanki biberin beyninde bıraktığı acıyı dilinde bıraktığı tadı, zevki yaşarsın. Bedenin acıyla, ruhun zevkle dolar. O an bebeğim dersin ve sımsıkı sarılır koklarsın ve acıdan zevke giden bu yol senin onun için ömrünce süreceğin yol olur. O sadece sütünü emmez; kanını emer, aklını emer, zekanı emer, edebini emer, terbiyeni emer. O senin bir uhrevi hazine olduğunu bilir ve acıktıkça saldırır, saldırdıkça o mayaların süt olur, kan olur, edep olur, zeka olur. Dokuz ay karnında taşıyıp ne olduğunu anlamadığının dokuz günde sırrına vakıf olmak, anlatılmaz bir ürperti. Tanrı’ya o kadar yakın olduğunu, o an anlarsın. O emerken seni Tanrı’ya götüren sütten bir köprüyü melekler kurar. O uyurken meleklerle nasıl sohbet ettiğini görürsün ve cennet dahi senin için bir hiç olur. O ağladığında onu canına, canını ona sokmak istersin. Seni ebedi annelik zevkine kavuşturan adama Tanrısal bir duyguyla yaklaşmanın nasıl bir şey olduğunu ancak bir anne bilir. Şimdi annemin babama yiğidim aslanım diyerek niçin ağladığını anlıyorum.
Anne olunca insan, koluya komşuya değil dağlara taşlara haber uçurtmak ister.
Anne ile yavru arasında her gün oynaşmalarla cilvelerle dolu yeni bağlar kuruluyor ve sen o büyüdükçe kendinin de büyüdüğünü anlarsın. Sonra da Allah’ın büyüklüğünü anlar sen küçülürsün.
Bebeğinin bakışları tebessümleri annenin ruhuna işler. O nedenle annelik sevgisinin dur durağı olmaz. Aşkın biter ama yavru aşkı attıkça artar, büyüdükçe büyür. Zaten aşk böyle doğar ve böyle gelişir, bebeğe de böyle geçer. Irsi değildir aşk fakat anadan yavruya, yavrudan anaya görünmez bir yolla geçer. Bebek doğduğundan öldüğü ana kadar “ana” merkezli yaşar. Örnek mi, işte; top oynarken düşse diz kapağı kanasa ilk sözü “oy anam” dır. Tesadüfen sol göğsünün altına bir kurşun isabet etse “yandım anam” der. Annesi hastalansa hastaneye götürse, elinden bir şey gelmediği için annesinin halini görüp, “canım anam” der. Hatta annesinin ay yüzünü gördüğü ilk gün;
“Annelerin en medârı anne
Görmek seni ukbada oldu Mukadder” der. (La edri)
Bebek uyurken annenin onu izlemesi ne kadar ibadet ise, anne yaşlanıp bebek gibi olunca yavrusunun onu seyre dalması da o kadar ibadettir. Her doğum anında aleme yayılan ışık bu ibadetin ışığıdır. Bu nedenle alem her an aydınlıktır. Velhasıl her doğum alemin ışığıdır.
Duamızdır; hem ana hem yavru uyurken yüzlerindeki masumiyet ve saflığı görmeği, her anaya her evlada Allah nasip etsin. Velhasıl, annelik kadınlara mahsus bir ilimdir.
İkinci perde; Aşk
Aşk, a-ş-k harflerinden oluşan üç harfli bir kelâmdır (asla kelime değildir). Dikkatle düşünülürse, ş ve k harflerin bulunduğu her kelime sevgi, neşe ve güzelliği ifade eder. (Meşk, Şevk, mâşuk) Yalnız bir kelime var ki bu harflerden oluşur fakat biraz insana can sıkıntısı verir. Buna rağmen o kelimenin de ilginç bir güzelliği de yok değil. Kelime “Eşek.”Anırması iğrençtir ama gözleri başka güzeldir. “Eşek gözlü” bir sevgiliye kim aşık olmak istemez. Baygın bakışlı olan bu göze dikkatle bakan kişi o gözün sahibinin kendine aşık olduğu sanır ve ona aşık olur. (Bir not: yeşil veya mavi gözlü çok hayvan vardır ama yeşil ve mavi gözlü eşek yoktur. Bu Hikmetin nedeni de bilinmez.)
Aşk iki siyah ateş parçası gözün birbirine bakması değil, bakmadan yüreklerinde bir merhamet bir şefkat ateşinin sıcaklığının his edilmesidir. Git benim için “öl” diyen değil git benim için “yaşa” diyen gözleri görebilmektir, aşk.
Aşkın letafeti esrarındadır, ne kadın da ne erkektedir. Aşk bir terbiye ilmidir ve o nedenle kadın ve erkeğe kişilik kazandırır. İki genç birbirine aşık olmuş ise, biri diğeri yanındaymış gibi edeple davranır. Yemeğini onunla yer gibi, sohbeti, onunda bulunduğu bir ortammış gibi yapar. Zamanla bütün eylem, davranış ve fikirleri artık kendinin özgün hali gibi olur ki, işte aşk böyle bir terbiye ilmidir. Aşkın en son makamında ise Allah benim yanımda diye düşünür ve ibadet ve taatını öyle yapar.
Zerafetli bir aşkı, dil söylemez ruh söyler. Ruhun söylemediği aşk da aşk değildir. Sadece evli bir karı-kocadır. Hayallerini ruhlarına bağlayana “aşık ile mâşuk” denir. Aşktan alınan güçle olmak saadet verir insana. Ruhun yücelmiş makamıdır aşk. Yüceliğe ulaşan incitir mi, alemi?
Aşk eylemlerin güzelliğini duyguyla hercümerç etmektir. Asalet kazanmış asilliktir. Aşk, ölçülemeyen ruhun sonsuzluğudur. Yani sonsuzluk, sonsuzlukla birleşir.
Evlilikte aşk ise şöyle hikaye edilebilinir…
Bir itirafı vardı; o doğunca kendini mukaddes yapan kocasına aşık oldu. Kadının kalbindeki aşkı evlat doğururmuş onu anladı. Artık kocasının yüzüne yavrusunun ona baktığı gibi bakıyor, yavrusunun ona sarıldığı gibi sarılıyordu. Bir bebeğin anneye aşkı öğrettiğini şimdi anlıyordu. Dahası bebek o gün annesine “kalp şiiri”ni öğretir. Bir bebek dünya’ya gelince evren, o gün ve o an yeniden doğar. Bebek dünya olurken, dünya da o gün ve o an “bebek” olur. Dünya’nın aşk üzre yaratıldığının her salise yeniden yaratıldığının kanıtıdır.
İşte aşk üzre yaratılan dünya işte böyle bir şeydir. Ne demişti şair;
Alemde ne varki aşktan özge
Beyhude nefes tüketme şair
Bitmez diye sarıldığın şu ömür
Sade bir fasıldır aşka dair.
(Beşir Ayvazoğlu)
Kısaca aşk, “alemin canıdır” demek istemiş şair. Bu manada aşk tanrıyı “bir-le-mektir.”Aşk yarası o nedenle yüzde değil gönüldedir. Aşk virane olan, yıkılan, kırılan ve harap olan gönül’e hoş nazarla bakma sanatıdır.
Güzellik ile aşk; hüsn ile aşk; Cemal ile Kemal, evrenin veya mevcudatın sebebi, muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, Bâki-i Hakiki’nin hüsün ve ihsan ve kemalatının işareti ve çok perdeleri değil midir?
Aşkın gönülde bıraktığı tek şey var ki, oda bahtiyarlıktır. Aşık olup da güzelleşmeyen, aşık olup da bahtiyar olmayan var mı acaba?
Öyle dememiş miydi Hz Mevlana; “Aşıkın aşkını aşk öldürür.” Aşkın çoşkusu tükenmez bir kaynaktan gelir.
Zayıf kulların aşkı değişir ama evliyalar “tek”e aşık olurlar ve asla değiştirmezler. Aşka düşeninin bütün vücudu ay gibi parlar ve “ruh” olur. Aşık ruhlar aleminde yaşar artık, dünyada değil.
Üçüncü Perde
“Oyun” yeter; ölüm.
Son nefes, ölüm. Doğum sancısı gibidir, ruhun çıkışı. Önce boğazdan sonra göğüsten, bacaklardan ve ayağının altından sanki dikenli bir tele sarılmış pamuk yünü çekiliyormuş gibi hisle ateş gibi, “har” gibi, “kor” gibi ruh çıkar. Ruh çıkarken, için yanar. O an şeytan elinde bir bardak su ile karşında durur. Gönül perden açılır. Hem şeytanı görürsün hem Azrail’i, Azrail ruhunu çekerken şeytan fırsatı kaçırmayıp gelmiştir. Şeytan bu, şeytanlığını yapacak. O kadar suyu çalkayacak, iyice tahrik edecek. Onun o an ki oyununu kestirmek imkansız. Sen şeytan ve Azrail’i gördüğün an “heyhat!” diyeceksin ama iş işten geçmiş olacak. Şeytan kendi diliyle konuşmaya başlayacak; ver imanını al suyunu. İşte o an ya oğlunun ya kızının, ya kocanın, ya karının elinde su dolu kaşık dudağına değecek, başını çevirip sevgi dolu gözlerle kızına, oğluna bakacaksın. Gönül kulağına bir ses duyacaksın: “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühü ve Resulühü.” Dilinle söyleyemesen de gönlün söyleyecek.
Bir an gelecek melekleri görmeyecek, ağlama sesi duyamayacaksın. “Galiba bizim evde biri öldü” diye ruhun evin içinde dolanırken bunu düşünecek. Dışarda en yakın camide ki, bu cami ölenin gittiği camidir, sela okunur ve ölenin ismi okunur. İsmi okunmasına rağmen, halen kendinin öldüğüne inanmaz. Kapının önünde bir ateş yakılacak ve daha önce çamaşır yıkamak için kullanılan kazan suyla doldurulup ateşin üzerine konacak. Bu olaya “suyun kaynadı” denir, hatırlarsan. Suyun buharı yükselirken eş, dost, konu komşu gelir duvarın bir köşesine bir perde çekilir. Ölenin vücudu teneşir tahtasına konur. Ölen erkek ise oğulları, kadın ise kızları ayağına üç kez maşrapayla su döker ve eliyle yıkar. Bu bir helallik alma usulüdür. Sonra bembeyaz bir elbise giyindirir ki, bu damatlık gibi gelinlik gibi bir kez giyinilir; kefen. Tabut getirilir ve ölen içine konur. Üstü kapatılır. Kadın ise ölen, tabutun baş tarafına bir başörtüsü çekilir. Omuzlara alınırken imam efendi hane halkından ve komşulardan helallik alır.
Cenaze seymeni tıpkı düğün seymeni gibi camiye doğru yol alır. Ölenin en yakının koluna en yakın dostları girer ki hem düşmesin hem de yolda cenazeyi görenler, cenaze sahiplerini görüp ölenin kim olduğu bilsinler. Cenaze geçerken şayet yolda oturanlar varsa hepsi cenazeye saygıdan ayağa kalkar, içinden dua eder ve cenaze önünden geçince tekrar otururlar. (Bunlar kalmadı dediğinizi duyar gibiyim)
Her ne kadar şair Şahin Uçar “yaşarken bilinmez kıymet, ölünce taşa hürmet ederiz” dese de camiye kadar el üstünde getirilir. Musallaya konur ve genellikle ilkinde namazından sonra cenaze namazı kılınır. Tekrar helallik alınır ve kabristan yolu tutulur. Cenaze, kıble tarafından kabre konur. Sağ tarafı üzerine kıbleye döndürülür. Bağı varsa çözülür. Sırt üstü yatırılmaz. Cenazeyi kabre koyanlar, “Bismillahi ve âlâ milleti Resûlillâh” (Yüce Allah’ın ismi ile Resûlullah’ın milleti (dini) üzerine seni gömüyoruz) derler. Üzerinde hışımla yürünen toprağın bağrına usulca konur.
O ana kadar öldüğünden haberi olmayan, başı tahta yastığa konup kürekle toprak atılınca; “Eyvah ben ölmüşüm!” der. Îmâm efendi “telkin” verir ve mezarın başından ayrılır. Cenaze sahipleri taziyeleri kabul eder ve kuran okumak ve helva yemek için eve gidilir. O an mezarın başına biri gelir, hani aşık olursun da alamazsın ya, hani yarım kalmıştır ya, ağlar dua eder, bir tutam çiçek bırakır mezara ve gider. İşte bu an en unutulmaz andır. Mezara konduktan sonra olanlar, bir sırr-ı ekberdir, bilinmez.
Ölüm gecesi, kendisi kendisinden azat olur. Hakikat özgürlüğü o gece başlar. Bu özgürlük ruh özgürlüğüdür.Burada ruh bedenden ayrılırken beden sararır ama ruh ak pak üzre beyaz bir nurla sahibine koşar.
Günahlar ve sevaplarınla orada yüzleşeceksin. Sonra keşke sevaplarından değil günahlarımdan daha çok Allah’ı, peygamberi ve Kur’ân’ı sevseydim diyeceksin.
Ölümü asude bir bahar ülkesi yapan Yahya Kemal’e ne demeli.Ya “tabutu” sessiz gemiye benzeten;
“Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden”
Aynı şaire ne demeli. Şunu demeli; şair öldü, şiiri ölümü yaşatıyor, bakın.
Bakın şair bile diyor; “sıhhat ve ganimet bulmak için seyahat edin.” Ölümde seyahat değil mi, cennette ganimet değil mi?
Hele bir de “mezarlarında bile bir bahar var” diyen ya Sezai Karakoç’a ne demeli. Seher kuşları ve gece kuşları öter de baharistan olmaz mı, kabristan. Bütün ruh kokularının koktuğu bahçe, kabristan.
Kabristan aşıkların gıdası ve safa bahçesidir. İtalyan sanatkar bile “Hiç bir eserim yok ki içinde aşk ve ölüm olmasın” diyerek, her şairin, her ressamın, eserlerinin ilham kaynağı veya kaynak suyu olan aşk ve ölüm olmuştur.
Evrenin var olduğu günden beri ölümün sebebi araştırılmıştır. Cevap kanser, kurşun, trafik kazası, böbrek yetmezliği vs. ler olmuştur. Hayır hepsi yalan. Ölümün tek bir nedeni vardır, oda, “doğmaktır”. Ölüm, aklın, nakli ilimden ayrılmasıdır.Belki delilik, belki aşktır, bu da.
Hangi misafir oturarak karşılanır ki, ölüm de oturarak veya yatakta karşılansın. Ölüm ayakta karşılamalı ve hoş geldin ey “vuslat” demeli, insan. Mezar, Allah’ın gayret tepesidir. Orada seyrü sülük tamamlanır. Buradaki seyrü sülük başlangıcı olmayan başlangıç, sonu olmayan son yolculuktur.
Güneşin sıcağının yaktığı günler bitmesine rağmen, mezarının gölge olmasını isteyen insana da hak vermeli, değil mi? O bilir, “Şems-i Tebriz’e” komşu olduğunu, o nedenle gölge arar.
Öyle demişti kâinatın sahibi, “Her nefis ölümü tadacaktır. “Ölümün demek ki bir tadı var ve “Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü peygamber.”
İşte bu nedenle, her ölüm güzeldir. Güzellik aşktır. O halde ölüm aşktır. Mevlana da “düğün gecesi” demişti, ölüme. Ölüm de aşk gibi, sonsuzluğun sonsuzluktur.
Uyandı ve gördüklerini sevdiğinin verdiği divitle gördüğü rüyayı yazdı.
Züleyha mistik ve vakur karışımı olarak kendi içinden çıkıp kendi olmuştu.Matematik zamandan Halvet zamanına geçen günbatımı ve gündönümü renkleri gönül gözünde yansıyan biriydi artık. Hal içre hal kal içre kal ehli Züleyha eşyada yaşamaktan kurtulmuş eşyanın kendinde yaşanmasına şahit olan özgür ruha erişmişti.Onda zaman ve mekan birleşmiş “ebediliğe” dönüşmüştü.
Genç yaşta girdiği tekkeden atmış üç yaşında yazdıkları münzevi kadın gemisini kara vurmak üzere olanlara bıraktığı bu risale yalnız ve vakur bir “ Matmazel Noraliya” değil sadece deniz feneriydi. Kendini bir nesle adamış başka bir yalnız olarak tekkenin mezarlığının en köşesinde uyanmış halde uyuyor.O’nun mezar kapısını hangi ikbal hangi şöhret çalabilir ki? Buna kim cesaret edebilir ki?Mezar taşında sadece “Rabia Hatun” yazılmış bu yetmez mi? O bir neslin kadını olmaktan bile çıkmış kendi mefküreci yalnızlığında nesillerin kadını olmuş.Züleyha sanki bu risalesiyle elinde kalemiyle gezen “Hızır”dı.Aziz bir ölünün hatıralarını okumak kimi etkilemez ki?