Yaşayan en önemli düşünce insanlarından Dücane Cündioğlu, bu gün Fatih Altaylı’nın koltuğuna konuk olduğunda yaşamın, toplumun, dünyanın gidişatına ilişkin enfes bir özet geçti. Her zamanki gibi “nasılsınız” şeklindeki soruya verdiği cevap aşağıda derlenmiştir. Konuşmanın aslı için ise yazının sonundaki linke başvurunuz.
Eskiden iç güvesinden hallice derlerdi bir klişe olarak. İyiyim diyelim. İyi olalım. Ben şimdi genelde böyle siyasi politik konular genelde soruyorum konuklarımıza ama konuklarımız da genelde o minvalde olduğu için. Bugün ben daha çok size böyle özgürlük ve toplum odağında sorular sormak istiyorum. Yani birincisi belki genel bir soru olacak ama özgürlük nedir? Bugünkü toplumda özgürlük okuması yaptığınızda siz nasıl bir özgürlük ortamı görüyorsunuz? Onu sorarak başlayayım. Özgürlük özlemini çektiğimiz dilber ulaşılması zor olan hedefler antik çağdan beri hep kadına benzetilir.
Hakikat mesela bir kadındır. Adalet öyledir. Özgürlük de öyledir. Fransız devrimiyle Jacques-Louis David‘in özgürlük tablosunu hatırlayın. Orada da bir hatun vardır. Çünkü elde edilmesi çok güçtür. Fakat özgürlüğün bir koşulu vardır. O koşul ortaya çıkmadıkça özgürlükten söz edilemez. Eşitlik, eşitliği tasavvur edemeden, kavrayamadan özgürlük üzerine konuşamayız. Özgürlüğü yalnız ikiye, en baştan belki ayırabiliriz. Yani Almanlar Freyhe Hight diyorlar özgürlüğe. Fakat bir de ergen özgürlüğü dediğim, Kant’ın yamyam özgürlüğü dediği başına buyrukluk vardır. Yani herkesin dileyenin dilediğini yapması.
Bir başkasını gözetmeden başkasının zararına da olsa arzu ettiği şeyi ya da nefret arzu ettiği şeyi almak istemesi, nefret ettiği şeyi itmek istemesi. Bu özgürlük değildir. Özgürlük yasayla, yasanın sınırları içerisinde ortaya çıkar. Eğer yasa olmazsa, sınır olmazsa özgürlükten söz edemeyiz. biraz çelişik gibi görünebilir ama yasanın olmadığı, sınırın olmadığı özgürlük biçimine biz özgürlük demiyoruz. Başına buyrukluk diyoruz. Ben ona ergen özgürlüğü diyorum. Yani ne istiyorsa yapmak isteyen 14 yaşındaki çocuğun o naif anlayışı. Özgür değil miyim?
Biz sınırlar dahilinde özgürlüğü anlarız. Neden? Hep verdiğim bir örnek var. Kırmızı ışıkta dururuz. Bu bir sınır. Fakat biz kırmızı ışıkta durduğumuzda o koyan ilkenin kendi usumuzun, aklımızın ürünü olduğunu biliriz. Yasada kendi aklımızı tanırız. İnsan aklı diyelim ki trafikteki düzeni sağlamak için trafik ışıkları koymuş ve kırmızı ışığı bir duruma sınırı olarak ilan etmiş. Bu insan aklına uygun, ortak akla uygun, evrensel akla uygun. O yüzden biz yasada hatta yasaklarda o yasakların içinde kendi usumuzu, aklımızı bulduğumuzdan kendi kendimizi sınırladığımızın bilinciyle hareket ederiz. Hukuk aslında insan aklının ürünü olarak özgürlüğü engelleyen bir şey değil, olanaklı kılan sınırlar olduğu için özgürlük vardır.
Şimdi antik Yunan’da ilk kez milattan önce 6. yüzyılda felsefe ortaya çıktı ve felsefe kelimesinin hiçbir dilde muadili yoktur. Yani telaffuzlar değişir, filozofi dersiniz, filosof dersiniz, felsefe dersiniz ama neticede o Yunanca filozofya telaffuz etmek zorundasınız. Başka hiçbir toplumda ortaya çıkmamıştır felsefe. Bakın bilim çıkmıştır, inanç çıkmıştır. Bilim tarihi açısından bilim Yunan’la başlamaz. Din de, inanç da Yunan’la başlamaz ama felsefe Yunan’la başlar. Bazıları bunu böyle çok Avrupa merkezci bir yorum olarak algılar. Benim kendi temellendirmem niye felsefe başka bir coğrafyada ve başka bir zaman diliminde ortaya çıkmadı da 2600 yıl önce İyonya’da ve Atina’da, Yunan’da çıktı?
Bunun üç temel nedeni olduğunu düşünüyorum. Birincisi paranın ortaya çıkması. İnsanoğlu takastan alışverişe geçti. Para karşılığı, mübadelenin biçimi değişti. Metanın, malın yerini onu simgeleyen bir soyutlama, para diye bir soyutlama aldı. İkinci olanağı alfabe. İnsanlık sesi soyutlayarak alfabeyi yarattı. Yazıyı buldu. Yani dolayısıyla ikinci koşulu alfabedir. Sesli harfleri gösterebilmenin olanaklı olduğu. Yunan alfabesi de fenik alfabesinin bir devamıdır. Ama konumuz bakımından üçüncüsü önemli.
Bu ikisi yeter mi? Yani Türkiye’de diyelim ki felsefenin istediğimiz kıvamda olmaması için para da var, alfabe de var. Felsefe niye yok? Üçüncü koşul olmadığı için. Irak’ta da yok, Suriye’de de yok, İran’da da yok, Çin’de de yok. Bunun nedeni üçüncü koşulun, üçüncü olanağın gerçekleşmemiş olması. O nedir? Özgürlük. Yani demokrasi. Yani tartışma özgürlüğü, ifade özgürlüğü. Birbirine benzemeyen, birbirinden farklı olan, birbirine karşıt olanların bir arada yaşama özgürlüğü.
Düşmanla rakip arasında öyle bir fark vardır. Düşman kimdir? Nedir? Düşman seni yok etmek isteyendir. E o zaman düşmanı yok etmelisin. Yok etmezsen seni yok edecek. Ama rakip rakibi yok edemezsin. Çünkü rakip seni yok etmek isteyen değildir. Rakip seni geçmek isteyendir. Yarış dediğimiz şey ortaya çıkar. Düşünce de böyledir. Ben sizin Emre Bey görüşlerinize katılmıyorum. Tamamen yanlış buluyorum. Yarın da size bir eleştiri yazacağım. Hay hay ya da siz bana yazacaksınız. Siz düşüncelerini söylersiniz. Sonra ben size yanıt veririm. Sonra siz bana yanıt verirsiniz.
Birbirimizi kendimizin daha haklı olduğuna ya da doğru olduğuna ikna etmeye çalışırız. Bir düşünce adamı başka bir düşünce adamını düşman olarak görmez. Çünkü düşünce düşünceyi yok etmek istemez. Yanlışlar kategorik olarak onun ortadan kalkmasını istemez. Çünkü karşıt düşünce kendi düşüncemizin varlığının olanağıdır. Yani biz karşıtımızı yok ettiğimiz an biz de yok oluruz. Türkiye’deki temel sorun yani Türkiye’yi nasıl buldunuz dediniz ama işte biraz fazla dolanarak yanıt verdim. Özgürlükten mahrumuz.
Diyeceksiniz ki nasıl yani, ne istiyorsun alamıyorsun? Nereye gitmek istiyorsun gidemiyorsun? Özgürlüğün en üst mertebesi düşündüklerimi başıma bir şey gelmeyecek duygusuyla söyleyebilmektir. Düşüncelerimden dolayı eleştirmeyi, eleştirilmeyi göze almış biriyim. Çünkü yıllardır başkalarının düşüncelerini eleştirdim. Benim düşüncelerimin de eğer layık bulunursa eleştiriyi hak etmesi lazım. Yani eleştirilebilebilir şeyler söylediğimi hiç aklımdan çıkarmam. Aynısını ben de başkalarının düşüncelerine uyguluyorum çünkü. Ama düşüncelerimden dolayı eleştirilmeyip susturulmak istenirsem o zaman ben bir karşıt, bir rakip gibi görülmüş olmam. Düşman olarak görülmüş olurum. Biz düşman deyince genelde dış düşmanı anlarız. Yabancılar, öteki… Fakat burada Türkiye’nin en büyük problemlerinden biri iç düşman. Yani biz birbirine benzemeyen, bizden farklı olanlarla oturup konuşmayı beceremez haldeyiz.
Benim gençliğim öyleydi. Sağ sol diye ikiye ayrılmıştı. Sadece silahlar konuşuyordu. Ve bizim nesil o hengamede yani heba oldu demeyeyim ama yani çok büyük sıkıntılar çekti. Bilenler bilir. Hala o travmanın sonuçlarıyla uğraşıyoruz. Yaşımız ilerledi. Bunlardan biraz uzaklaştığımızı düşündük filan. Ama benim öyle bir sözüm var. En güzelin, en çirkine dönüşebileceğini görecek kadar yaşamakmış yazgı. Düşünce özgürlüğü, düşünceyi besleyen şey o düşüncenin ifade edilebilmesidir ve o düşünceyi benimseyenlere değil benimsemeyenlere ifade edilebilmesi demektir. Bu bir toplumun bir arada yaşamasını ve evren şeye top dünyaya evrensel katkılar sunmasını biricik olanağı.
Bakın! Üç tane size felsefe başkenti söyleyeceğim. Birincisi Atina. Felsefe orada neşvünema buldu. Orada gürbüzleşti ve yayıldı. İkincisi Bağdat. Bağdat 9. yüzyılda felsefenin kalbinin attığı yerdi. Bütün Yunanca yapıtlar Arapçaya çevrildi ve Orta Çağ’da, o karanlık denilen Orta Çağ’da 9 ve 10. yüzyıllarda Bağdat insanlık tarihinin en az en önemli 2. yani 12. yüzyıla kadar sürdü ama 9 ve 10. yüzyıllarda zirvedeydi. Üçüncüsü yeni çağ. Yeni çağda birçok yer akla gelebilir ama benim kastı mahsusla özellikle seçtiğim başşehir Amsterdam’dır. John Lock Amsterdam’a gelmiştir. Descart Amsterdam’a gelmiştir. Neden?
Çünkü iki ülkeyi arkasındaki kara devletlerinin denize ittiği söylenir. Bir tanesi İspanya’nın denize ittiği ülke Portekiz’dir. Portekiz sayesinde Ümit Burnu aşılmıştır. Çünkü yukarı gidemiyor. İngilizler var. Karşısı okyanus. Oraya da cesaret edemiyor. Aşağıdan aşağıdan gittiler. Çünkü başka seçenekleri yoktu. İçeri giremiyorlar. İspanya var. İkinci ülke Amsterdam’dır. Hollanda’dır. Yani neden? Almanya, German, Deutchland vardır orada. Ve onu da denize itmiştir ki sömürgecilik konusunda Hollanda hemen hemen bütün ülkelerin bir zamanlar önündeydi. Felsefe Atina’da, Bağdat’ta ve Amsterdam’da nefes almayacak. Nerede alacaktı? Neydi onun özelliği? Birbirine benzemeyen kozmopolit şehirler olması. Her türlü dinden adam var. Her türlü ırktan adam var. Ne söylersen söyle doğru dürüst başına bir şey gelmiyor. Tartışabiliyorsunuz en azından entelektüeller, aydınlar, sanatçılar.
Dolayısıyla yani şöyle söyleyebilirim. Kendine benzemeyenlerle, senin gibi düşünmeyenlerle tartışma, karşı karşıya gelme senin de varlığının koşuludur. Karşıt olmazsa sen olamazsın. O yüzden düşünce karşıtlarına ihtiyaç duyar. Düşünce karşıtını bulamazsa, eleştiremezse yok olur. O yüzden kozmolitenin farklı unsurların bir arada bulunduğu beldeler, mekanlar olmadıkça özgürlük ortaya çıkmaz. Bunların e hukuken eşit olması gerekmez. Yunan’da, Antik Yunan’da mesela metek denilen yabancılar vardı. Yani yurttaş değil ama dünyanın dört bir yanından gelmiş. Atina’da, Atina yurttaşlarından daha çok sayıda yabancı vardı. Yani unutmayalım Aristoteles bile bir yabancıydı ve Atina’yı terk etmek zorunda kaldı. Yani Yunanlıların eğer Atina yurttaşı değilse orada doğup büyümemişse filan bir yabancı muamelesi görürdü.
Bu yabancılık o kadar büyük bir avantaj ki İstanbul hatta İzmir böyleydi bir zamanlar. İstiklal Caddesi’ni düşünün mesela değil mi? Cihangir’i düşünün. Yani Galata kısmını ne kadar kozmolit olursa bugün mesela Kadıköy, ben Üsküdar doğumluyum. Doğuma büyüme Üsküdarlıyım. Üsküdar çok kozmopolit değildir. Kozmopolit olmayan ilçelere bakın İstanbul’da Fatih mesela, Eyüp ve Üsküdar. Tam bir Osmanlı beldesidir her şeyiyle. Ama buralarda çok geniş kitapçılar bulamazsınız. Dini kitaplar satılır vesaire. Yani genelde tek renge yöneliktir. Fakat İstiklal Caddesi’e şimdi tabii pek tadı kalmadı artık oraların ama İstiklal Caddesindeki yürüyün bir çeşit insan vardır. Hiç kimse kimsenin umurunda değildir. Bu o kadar büyük yani özgürlük dediğin düşüncenin nefes alabileceği şey bu farklılıklardır. Bizim ülkemizde bu farklılıkların bir dağılma, bir zayıflık, bir katışık olması biçiminde algılanması daha kompopolit derler. Yani farklı ögelerin mozaik filan demeyi severler. Fakat çok sevdiğim bir irfan sahibi zat bu mozaik kelimesinden çok rahatsız olmuştu ve şey demişti. Yani mozaikte her mozaik teki diğeriyle yan yana bitişir. Ama bizim Anadolu kültüründe aşure vardır. Aşurenin içerisinde birbirine benzemeyen bir sürü şey vardır. Ama aynı yemeğin içinde kendince bir şekilde varlığını muhafaza eder. Yani yemekte de öyle değil midir? Yemekte türlü yapıyorsunuz mesela. O kadar kaynattınız ki patlıcan eridi, patates eridi, domates gözükmüyor. Başarılı bir yemek olmaz. Evet. Hepsi biraz fasulye türlünün içine girmeden evvel ya da aşurenin unsurları nohut nohut gibidir. Serttir, tektir. Ben buyum arkadaşlar. Ama aşurenin içine girince ya da işte taze fasulye, patlıcan türlünün içine girince o karakterinden biraz şey yapar. Biraz zayıflamışsın nohut kardeş. biraz yumuşamışın fasulye kardeşe döner.
İşte büyük metropoller, o kozmopolites dediğim kozmopolit ortamlar da unsurlar tek başlarına oldukları gibi dimdik değillerdir. Biraz yumuşarlar. Ben hep bunu çevremde talebelere filan da söylemişimdir. Mesela hiç Ermeni arkadaşın oldu mu ya da Rum arkadaşın, komşun oldu mu mesela? Bir Yahudi arkadaşın eğer olmamışsa hele belli bir ideolojik koşullanmalarla da koşullandıysa istediğin gibi atıp tutabilirsin. Pis Yahudilerden girersin. İşte Rum bilmem nesi filan diye. Ama bir tane tanıdığın bir arkadaşın olsun. Bir Rum arkadaşın. Tam atacağın zaman aklına o gelir. Üzülür dersin, incinir dersin. Yani tanımak, tanışmak seni çok büyük genellemeler yapmaktan korur. Karşı tarafa istediğin gibi ağız dolusu hakaretler, küfürler edemezsin. Yani aşureye dönmek için eğer hani teşbihte hata olmasın mozaik gibi yan yana değil ama içe olabilmek için bazı sivri taraflarımızın zamanla yontulması, yumuşaması bir arada bulunabilecek şekilde bizden farklı unsurlarla yan yana gelmek, bir aşure ögesi haline gelmek o benzemeyenlerle diyalogla mümkün olabilir. Konuşmakla, tartışmakla, eleştirmekle mümkün olabilir. Siz onu eleştirirsiniz, o sizi eleştirir filan. Yumuşama, o sert köşelerin yumuşaması böyle gerçekleşir ve uygarlık burada kazanır.
En yüksek ürünlerini sanatta, felsefede, bilimde bu birbirine benzemeyenlerin yan yana geldiği ortamlarda olmuştur. O yüzden kırsalda olmaz, köyde olmaz, yazının ve paranın, şehirde olur felsefe. Köyde olmaz. olanakları oluşmamıştır. Çünkü Paris’i herkes över değil mi? Herkesin Paris’te bulduğu bir şey vardır. Benim yani kişisel deneyimlerimden hareketle ben de hep tabii gençken Jön Türkleri filan okuduk. Paris’e giden batıcı oluyor, bilmem ne oluyor. Hep merak ediyorum.
İlk Paris’e gittiğimde de öyle hissetmiştim. Yani ne olacak burada? Ne var dönüşüyor. Müslüman çocukları gidip batıcı oluyorlar filan gibi. Sonra orada yaşama olanağı da buldum. Bana sorsalar yani ne ifade ediyor Paris sizin için deseler ya çok ilginç bir özgürlük duygusu var derim. Hiç kimsenin umurunda değilsin. Yani müthiş bir kalabalık, büyük bir yoğunluk var ama istediğin yani hiç kimse seninle ilgilenmiyor. İstersen git parkta yerde yat, istersen bir bankta yat filan. Yani çekinmen, utanman ya ayıp olur demene gerek yok. Yani yasalar dahilinde. O yüzden o aynı şey düşüncede de gerçekleştiğinde ben özgürlük dediğim bu eşitliğin özgürlüğün temeline eşitliği koymamın sebebi de aslında aynı nedenlerle ilgili. Yani aşurenin içerisindeki unsurlar eğer o teşbihe devam edersek birbirinden üstün olduğunu iddia edemez. Yani en pahalı şey parça et olabilir orada ama pirinçten, ne bileyim bulgurdan, fasulyeden daha önemli değildir. Çünkü fasulye olmadığında o aşure eksik kalacaktır. Ya da türlüde olması gereken diyelim ki 78 öge varsa sadece pahalı ögeler değil ucuz ögeler de o tadın oluşmasında rolü olacaktır.
Ülkemizde bunu kaybettik. Büyük ölçüde siyaset karşıtlıklardan besleniyor, kutuplaştırmadan besleniyor ve özellikle cemaatler, tarikatler ölçeğinde, partiler ölçeğinde ayrışma, bir dağılma, bir çözülme duygusu uyandırıyor. Ben bunu yaşamış biriyim. Yani bu duyguyu anlıyorum. Hakikaten böyle yüksek idealleriniz, ideolojik kabulleriniz varsa toplum içinde bunu yumuşattığınız takdirde kendinizi ilkesiz, kendi davasını tam temsil edemeyen bir pörsüme gibi algılarsınız. İlk bakışta öyledir. O yüzden safları sıklaştırmayı marifet bilirsiniz. Birbirinize benzemeyi marifet bilirsiniz. Kıyafet olarak da benzersiniz. tavır olarak da, üslup olarak da, selam verme biçimi olarak da sürekli bir birbirine benzeme unsuru abartılır. Aslında acıkmadım ama yine hep şeyden örnek ve resim geliyor.
Yani bir tane pilav düşün içinde hiçbir şey yok. Oysa domatesli pilav vardır. Yani ona benzemeyen bir şey katarsınız. Tadı değişir. İşte İranlılar safran katar. O katkılar arttıkça tat değişir ve dağılma olmaz. Doğru. Artık o pirinç domatesle el sıkıştıktan sonra eski pirinç değildir. Kupkuru değildir. Artık biraz yumuşamıştır. Domatesin suyu, rengi onun rengini biraz değiştirmiştir. Kültür de böyle. O yüzden unsurlar arasında yani domates pilavında ya da domatesli pilavda diyelim %90’ı pirinç gözükür değil mi? Yani tabağa konduğunda domatesin katkısı daha zayıf gibi görünür ama ikisi eşittir. Sayısal çoğunluğun hiçbir anlamı yoktur. Hepsinin bir katkısı vardır. Kültürde de böyle, düşüncede de böyle. Yumuşamış olur. Yumuşamak dağılmak, çürümek, pörsümek demek değildir. Taraflar haysiyetini korurlar. nezaket haysiyetsizlik değildir. Yani benim yanlış olduğunu düşündüğüm fikirleri dinlemem bir taviz değildir. Bir rahmettir. Yani onu eleştirebilme rahmetidir. Kendi yani benim var olabilmem için karşıtımın var olması lazım.
Şimdi Türkiye’de siyaset dünyanın da gittiği yerle biraz alakalı. Tekleşti. Artık karşıtlık bir iç düşman olarak algılanmasına yol açıyor itiraz edenlerin. Farklı olmaktan korkuyoruz. Herkes birbirine benzermiş gibi davranıyor. Yani iş adamlarında öyle bir şey vardır. Adam ne kadar bohem filan olursa artık böyle şeddeli selamünaleyküm. Esselamü aleyküm. Esselamü aleyküm ve rahmetullah ve berekatuhu. Vurgular gittikçe tek o tek sese doğru odaklanıyor. Bir tanesi selamünaleyküm demese, merhaba dese artık bundan rahatsız olan bir siyasal irade var. Bir toplum var demiyorum.
Toplum bir şekilde farklılıklarını muhafaza ediyor ama birbirine temas etmekte hala ürkek davranıyor. Yani hızlıca gaza getirildiği takdirde e birbirine sosyal medyada bunu görüyoruz. Troller aracılığıyla gazeteciler iktidarın politikaları aleyhinde bir şey söylese, aydınlar, düşünce adamları, sanatçılar hatta işte karikatüristler ben bunu kastetmedim dese bile bir iç düşman muamelesi halkı kin, nefret ve ayrılığa düşürmek gibi her tarafa çekilebilir bir suçlamayla bertaraf edilebiliyor. Hiç kimse kendisini güvende hissetmiyor.
Ben ne yaptım ki? Hiçbir şey yapmadım. Çiğ yemedim ki karnım ağrısın diye bir söz vardır. Yani ben kötü bir şey yapmadım ki bana kötü bir şey yapılsın. Öyle bir haldeyiz ki çiğ yemesek bile karnımız ağrıyor. Şimdi benim burada oturduğum koltuk Fatih Altaylı’nın koltuğu. O boş koltuğun asıl sahibi. Ben mahrum akraba ruhlar bu koltuğa oturtturuyorsunuz doğal olarak. Sağ olsunlar. Onlar da Fatih Bey’in yokluğunda. Hiç kimse tabii Fatih Bey’in koltuğundaki o boşluğu dolduramayacağını bilerek buraya oturur. Türkiye’de bu boşluğun farkında. Bakın buraya gelen, burada konuşan insanlar iyi kötü kendi sahalarında değer taşıyan insanlar. Yani sanatçılar, siyasetçiler filan hepsi şu veya bu şekilde düşüncelerine katılalım katılmayalım farklı bakalım bakmayalım dünyaya hepsi farklı değerler. Bu teşebbüslere rağmen yani farklı desteklerle buraya farklı kişiler farklı mesleklerden gelse de buradaki boşluğu dolduramıyor. Niye dolduramıyor?
Diyelim ki ben gazeteci değilim. Girdik Antik Yunan’dan başladık bizi izleyenlere Allah yardım etsin. Lafı özgürlüğü konuşacağız derken nerelere gittik? Fatih Bey’in burada doldurduğu şey bazılarımızı kızdıran düşünceler ya da duygular olabilir. Bazılarımızı rahatlatan düşünceler olabilir. Ama aşurenin içerisinde olması gereken bir unsur. Diğerleriyle eşit olarak katkı sağlayan bir unsurdu. Hiç kimse şunu diyemez. Bu aşurenin içerisinden bunu çıkaralım. Bunu susturalım. Bu toplumun bütününe yönelik bir sonuç üretecektir. Üzüldüğümüz nokta bu.
Yani neticede bir aydın, bir gazeteci, bir sanatçı, bir düşünür söylediklerinden, yaptıklarından dolayı içeri girer, eder. Yüz kızartıcı bir suçu olmadığı takdirde bu onu kahramanlaştırır. Toplum, toplumun da kahramanlara ihtiyacı vardır. Yani duruşu, o farklılığı nedeniyle bedel ödeyen insanların toplumun birliğine katkıları. Yani çok ilginç bir şekilde Türkiye’de toplumsal birliği güçlendirecek unsurlar ayrılıkçı olmakla yani toplumun birliğine zarar vermekle suçlanıyorlar. Ama garip bir şekilde bir şairi tutukluyorsunuz. Onun bir şiirini yasaklıyorsunuz. Bir gazetecinin bir incelemesini, bir yazarın bir makalesini, bir edebiyatçının romanını.
Ama ilginç bir şekilde 50 yıl sonra o toplumun en önemli bileşenleri kahramanları içerisinde yer alıyor. Bildiğim kadarıyla cuma günü mahkememiz var. Karamsar bir adamıdır ama asla kötümser değilimdir. O yüzden ben cuma bu koltuğun sahibini bulacağını ümidiyle bu konuşmayı yapıyorum. Hatta belki tek başına söylesem anlaşılmayacak bir şeydi. Buradaki inşallah son konuğunuz, bu boş kolda oturan son konuğunuz ben olurum. Cuma günü o mutlu haberi alırız. Fatih Bey yani bu koltuğun asıl sahibi yerine gelir ve ülkeye ülkedeki demokrasiye, düşünceye, sanata, bilime katkılarını sürdürür. Taş yerinde ağırdır diye bir şey var. Bu da, bir şey, ülkenin hatırası olarak kalır. O yüzden birbirine benzemeyenlerin, farklılıkların bizi dağıtacağını, parçalayacağını değil, tam tersine bizi gerçek bir toplum haline getireceğini düşünüyorum.
Aristoteles’in Platon’a yaptığı bir eleştiriyle konuşmamı sonlandırmak istiyorum. Toplum diyor birlik ilkesine dayanmaz diyor. Platon toplumu birliğe dayandırıyordu. Toplum özü özü gereği çokluktur diyor. Farklılıklarımıza hürmet edecek günlerin özlemiyle konuşmayı sonlandırayım.