Bir gün, insan kendi içinden geçerken sustu.
Sustu çünkü artık söyleyecek bir şeyi kalmamıştı;
daha doğrusu söylemeye değer bir şey olmadığını anlamıştı.
İşte feragat o an başladı.
Ne büyük bir yıkım, ne de çarpıcı bir isyanla…
Sessizce, sükûtla, kimse fark etmeden, kimseyi kırmadan.
Çünkü hakiki feragat, kimsenin alkışlamadığı bir terk ediştir.
Dışta değil, içte gerçekleşen bir hicret.
Malı değil önce düşünceyi;
sözleri değil önce niyeti;
gösterilenleri değil, saklananları bırakmaktır.
Sûfîler bilir: Feragat, bir “yokluk sanatı”dır.
Vazgeçmek bir kayıp değil, bir vuslattır.
Çünkü ne zaman ki kul sahip olduklarını terk eder,
o zaman kendini bulmaz—Rabbi’ne yönelir.
Mevlânâ’nın dediği gibi:
“Sakın denize sahip olmaya kalkma. Bir testiyi bırak ki, deniz seni içine alsın.”
Feragat bir teslimiyet değildir yalnızca.
Teslimiyetin ötesinde bir safiyet, bir hâliyettir.
Kendini bile istememek…
Cennet’i değil, Cemâl’i beklemek…
Kazanç değil, yakınlık ummak…
Yunus Emre, aşkı anlatırken kendini anlatmaz.
Çünkü aşk, kendini anlatan bir şey değil;
kendini silen bir haldir.
Onun şiirinde benlik yoktur çünkü o “ben”i gömmüştür:
“Ben yürürüm yâne yâne
Aşk boyadı beni kâne…”
Feragat işte bu “kâne boyanma”dır.
Kendi renginden soyunup Hakk’ın rengine bürünmektir.
Kendi sesini bırakıp, o büyük sessizliğe karışmaktır.
Sadreddin Konevî der ki:
“Kul, kendi hakikatinden feragat etmedikçe Hakk’ın hakikatini bilemez.”
Yani terk etmeden, tanınmaz.
Boşalmadan, doldurulmaz.
Yanıp kül olmadan, nur doğmaz.
Ama bu feragat öyle ateşli, öfkeli, aceleci bir terk ediş değildir.
Bir ihtirasla değil, bir sükûnetle yapılır.
Zira bu yol, yananın değil;
sessizce tükenenin yoludur.
Bir zaman gelir, insan dua etmeyi bile bırakır.
İstemeyi bırakır, beklemeyi bırakır.
Sadece bekler…
Ve bilir ki beklemek bile fazladır.
İşte orada, tam da orada,
feragat bütünlüğüne ulaşır.
Ne geri ister, ne ileri bakar.
O hâl üzere olur.
Ve Hakk, o feragatin tam ortasında
kalbe dokunur.
Çünkü artık o kalp boşalmıştır.
Kendinden geçmiş, Rabbine açılmıştır.
Son Söz: Sükûtun Eşiğinde Tefekkür Risalesi
Feragat; sessiz bir secdedir.
Kimsenin görmediği, kimsenin bilmediği…
Ama Allah’ın bildiği o hâl.
Ve o hâl, kulun en yüksek mertebesidir.
Çünkü artık orada kul yoktur.
Yalnız O vardır.
“Hakikate yürüyen, görmekten değil, görmemekten başlar.”
1. İddiasızlık Makamı
Görmek istemiyoruz.
Göstermek gibi bir arzumuz da yok.
Çünkü görmek de göstermek de bir iktidar biçimidir.
Hâlbuki hakikat, iktidara değil, ihlâsa açılır.
Biz, sadece bakmakla yetinenlerin,
sadece işitmeye niyetlenenlerin yolundan gitmek istiyoruz.
Gözün ışığından değil,
gönlün gölgesinden nasip arıyoruz.
2. Duyuların Çamuru ve Zihnin Gürültüsü
Duyularla gelen bilgi,
bedenin zindanına hapsedilmiş bir esirdir.
Ne kadar ışık görse de,
gönlün geceleyin gördüğü rüyaya benzemez.
Zihin ise, sürekli konuşur;
susmaz, yorulmaz, suskunluğu tehdit sayar.
O yüzden tefekkür,
zihni konuşturmak değil,
zihni susturmayı öğrenmektir.
3. Felsefenin Kara Duvarı
Felsefe yola akılla çıktı.
Ama yolun sonunda
yine kendi çizdiği sınırlara tosladı.
Sınırlı akıl, sınırsız olanı anlamaya çalıştıkça
kendi içine kıvrıldı.
İşte o kıvrımda doğan karanlık,
kara bir duvar gibi dikildi önümüze.
Ne geçebildik içinden,
ne de yıkabildik.
Bu yüzden artık felsefenin değil,
feragatin lisanını arıyoruz.
4. Topçu: Marifetin İlk Eşiği, Ahlak
Topçu’ya göre düşünce, sadece idrak değil,
aynı zamanda bir yaradır.
Yaranın olduğu yerde ahlak doğar.
Ve bu ahlak, hakikati anlamaya değil,
hakikate eğilmeye çağırır bizi.
Onun “isyan” dediği,
bilgiden çok daha derin bir sarsıntıdır.
Bu sarsıntı, insanın benliğini parçalayan
ve onu bir hiçliğe atan bir iç devrimdir.
Hakikat, işte bu hiçlikte görünmeye başlar.
Ama gören artık sen değilsindir.
5. Konevî: Görmenin Sonu Görmemektir
Sadreddin Konevî,
idrak edilemeyen bir hakikatten söz eder:
“Ma’kûl olmayan,”
yani aklın sınırlarını aşan,
dil ile tanımlanamayan,
yalnızca hâl ile bilinen bir sır.
O sır, kelimeye değil,
sükûta dosttur.
O yüzden Konevî’nin yolcusu,
ne kadar bilirse bilsin,
bilmediğini itiraf etmeye razıdır.
Bu da feragatın en derin şeklidir:
Bilmekten bile vazgeçmek.
6. Feragat: Bir Işığı Yanlışça Taşımak
O hâlde biz ne yapabiliriz?
Ne gösterecek kadar açık bir bilginin sahibi,
ne de göstermekten korkmayacak kadar cesuruz.
Ama belki, sadece belki,
kara duvara çarpmadan evvel
bir titrek fener ışığı tutabiliriz.
Yanlışça bile olsa.
Çünkü niyet, bazen doğruluktan da derindir.
Topçu’nun vicdan dediği şey,
işte o yanlış feneri tutan elin titremesinde doğar.
Ve Konevî’nin “ilm-i hâl”i,
o titremede tecelli eder.
7. Son Cümle: Görmekten Feragat
Hakikate varmak,
onun gözle görünür yanına değil,
görülmeyen derinliğine yönelmekle olur.
Bu yüzden susuyoruz.
Bu yüzden bakmıyoruz.
Bu yüzden yazdıklarımız bile
yalnızca bir hazırlık, bir eşiğe bırakılan işaretlerdir.
Çünkü hakikat,
görmekten feragat eden kalbe görünür.