Günümüzde dünyanın dört bir tarafında, etnik krizlerin yaşandığı yerlerde, din ve mezhep mücadelelerinde, bir iddianın bulunduğu neredeyse her alanda şiddete başvurulmaktadır. On yıllardır süregelen çatışmalar, karşılıklı müzakereler ve uluslararası zeminde uzlaşma çabalarına rağmen çözümsüz kalmaktadır. Tarafların birbirlerine karşı talepleri ve bunu meşrulaştırma çabaları içerisinde her çözümsüzlük, yeni bir şiddet denklemini beraberinde getirmektedir.
Liberalizmdeki hukukçu-sözleşmeci yaklaşım, aklın makul kullanımıyla hukukun işletilebileceği sosyal bir zemin sunmaktadır. Liberalizm düşüncesi, kapitalist sistemin siyasallaşması ve küreselleşmesiyle gittikçe egemen hale gelse de, günümüz toplumlarında şiddet, yeni formlarda tekrar tekrar gözlemlenmektedir. O halde en son örneğini Gazze’de gözlemlediğimiz şiddet, modern toplumlarda neden hala önemli bir rol oynamaktadır?
“İki Defa Sev Beni”
1960’larda özellikle rock müziğin merceğinden yansıyan savaş karşıtlığı ve barış vurgusu temaları, The Doors’un “Strange Days” albümünde yer alan “Love Me Two Times” şarkısının sözlerinde derin bir yankı uyandırıyor. Bir aşığın savaşa gitmeden önce kendisine iki kez değer verilmesini istemesini ifade eden bu şarkı, Vietnam’a gönderilen Amerikan askerlerinin yaşadığı duygusal çalkantıların dokunaklı bir yansımasıdır. Sözler, kaosun ortasında bir bağ ve sevgi arzusunu özetliyor:
“Sevgilim, iki defa sev beni.
Biri yarın,
Biri yalnızca bugün için.
…Uzaklara gidiyorum.”
Çağdaş bağlamlarda, bu tür duyguların yankıları, Donald Trump’ın Gazze planı ve göçmenlik politikaları gibi siyasi retorikte gözlemlenebilir: Zor zamanlardan geçiyoruz ve acilen bir şeyler yapılmalı. Bu yüzden iki kere sevin bizi; Biri yarın, inşa edeceğimiz dünya ve büyük ABD rüyası için. Biri bugünkü mağduriyetimiz için. Bu durum, daha iyi bir yarın vaadinin genellikle bugünün sosyo-ekonomik mücadelelerinin sert gerçekleriyle yan yana getirildiği daha geniş bir çerçeveyi yansıtmaktadır.
Elon Musk’ın, Hükümet Verimliliği Departmanı (DOGE) aracılığıyla uygulamaya çalıştığı “verimlilik” kavramı, neo-liberalizmin temel prensipleriyle uyumlu bir şekilde devletin küçültülmesi, federal iş gücünün azaltılması ve hükümetin daha verimli hale getirilmesi bugünün sert gerçeklerini vurgulayarak savunmaktadır. Musk gibi figürler tarafından dile getirilen neo-liberal gündem, kolektif refahı ihmal ederken genellikle bireysel başarıyı vurgulamakta, böylece dışlama ve marjinalleştirme döngülerini sürdürmektedir.
Bu sürekliliği açıklamak için psikanalize başvurmak hem kapsamlı açıklama gücüyle hem de pek aşina olunmayan yönüyle değerli bir çerçeve sunacaktır.
Neo-liberal devletin sosyal güvenlik ağını zayıflatmasından, bireyleri piyasaya daha bağımlı hale getirmesinden, finans alanında deregülasyonları gevşeterek finans balonlarının oluşmasına zemin hazırlamasından, kurtarma paketleriyle sermaye kayırmacılığı yapmasından daha geniş etkileri bulunmaktadır. “Kurucu fantazi” kavramı tam da bu etkileri anlayabilmek için bilinçdışı süreçleri hesaba katar.
Buna göre, her özne (birey, grup, devlet vb.) kendisini tanımlamak için bir nesneye ihtiyaç duyar. Bu nesne, öznenin olmadığı, eksik olduğu veya üstesinden gelmesi gereken bir şeyi temsil eder. Örneğin, bir devlet, kendisini modern ve gelişmiş olarak tanımlamak için, diğer devletleri geri kalmış veya geleneksel olarak konumlandırabilir.
Kurucu fantazi, özne ve nesne arasında bir hiyerarşi yaratır. Özne, nesne üzerinde bir kontrol ve üstünlük kurmaya çalışır. Bu durum, sömürgecilik, emperyalizm ve diğer eşitsizlik biçimlerinin temelini oluşturabilir.
Kurucu fantazi, öznenin kendi kırılganlığı ve belirsizliğiyle başa çıkmasına yardımcı olur. Nesne, öznenin kendi olumsuz özelliklerini yansıttığı bir ayna görevi görür. Bu sayede, özne kendisini daha güçlü ve istikrarlı hissedebilir. Ancak, bu süreç aynı zamanda nesneye karşı düşmanlık ve saldırganlığa da yol açabilir.
Devletler, kurucu fantazileri kullanarak ulusal kimliklerini inşa eder, dış politikalarını meşrulaştırır ve toplumsal desteği artırır. Örneğin ABD, kendisini “özgür dünyanın lideri” olarak tanımlarken diğer devletleri otoriter veya tehditkar olarak konumlandırabilir. Bu durum, ABD’nin askeri müdahalelerini ve ekonomik yaptırımlarını haklı göstermesine yardımcı olur.
Evrensel Etik ve Şiddet
Kapitalizminin en temel yapısal sorunlarından biri, kendi kendini sürdürülebilir bir şekilde yeniden üretme meselesidir. Bu durum, kapitalizmin sadece ekonomik mekanizmalarla değil, aynı zamanda ahlaki ve sosyal sorumluluklarla desteklenmesi gerektiğini gösterir. Yani sistemin kendini üretmesini sağlayacak evrensel etik (kurucu fantazinin desteği) tehlike altındaysa “bir şeyler yapılmalıdır”.
“Öteki, Freud’un şüphelendiği gibi, farklı yaşam biçimi (ya da daha doğrusu, toplumsal pratikleri ve ritüellerinde ete kemiğe bürünen farklı artık keyif üreten biçim) bizi rahatsız eden, bize çok yaklaştığında bizim yaşam biçimimizin dengesini bozan bir “şey,” travmatik bir ihlalci olduğu için, bu durum rahatsız edici ihlalciden kurtulmaya yönelik saldırgan bir tepkiye yol açabilir.”
Slavoj Zizek, etik evrenselliğin ahlaki kaygı çerçevesinin dışında tutulan bir ötekilik biçimi içerdiğini belirtir. Etik ne kadar evrenselleşirse, temelindeki dışlama da o kadar acımasızlaşır. Bu durum, küresel kapitalizmin de benzer bir dışlama mekanizması içerdiğini gösterir; sisteme entegre olmayanlar veya sisteme karşı çıkanlar dışlanmaktadır. Radikal sağ hareketlerin yükselişi ve Trump gibi figürleri çevreleyen siyasi iklim, genellikle ekonomik istikrarsızlık ve kültürel değişimlerden kaynaklanan korku ve endişelerden yararlandıkları için bu dışlayıcı dinamiği örneklemektedir.
Bireysel özgürlüklerin teşvik ettiği ahlaki serbestlik karşısında, neo-muhafazakarlığın ya da sağ popülizmin yükselişi de şaşırtıcı değildir. Ahlaki yozlaşmaya karşı “yüce değerler” söylemi, tam da muhafazakar bir yaklaşımın isteyeceği türden ortamı sağlamaktadır. Böylece, korumacı söylemlerin hedef gösterdiği feministler, çevreciler, eşcinseller, göçmenler, teröristler gibi dış unsurlar çelişkilerin sorumlusu sayılabilirler. Dış tehditlere karşı oluşan paranoya, sivil özgürlüklerin kısıtlanması, basın özgürlüklerinin engellenmesi, milliyetçilik ve ırkçılıkla sonuçlanmaktadır. Liberal değerlerin bayrak taşıyıcısı ABD’nin, 1950’lerde McCarthy politikasının komünistleri hedef alması, 1960’larda Nixon’un Vietnam Savaşı karşıtlarına paranoyak suçlamaları ve 11 Eylül sonrası korku ikliminde Vatanseverlik Yasası ile özgürlüklerin kısıtlanması neo-liberalizmin muhafazakarlıkla nasıl bir uyum sağladığını göstermektedir.
Liberalizmin etik (kültürel) evrensellik iddiasındaki hakikat anı, ideolojisi liberalizm olan kapitalizmin aslında evrensel olmasıdır. Kapitalizm artık tek bir kültüre bağlı değildir; Asya değerleriyle olduğu gibi bütün değerlerle de işleyebilen tarafsız bir ekonomik-sembolik makinedir. Neo-liberalizmde, siyasi kararların sıkça ekonomik zorunluluklar olarak sunulması, siyasetin iktisadi soyutlamalardan kopartılmasının bir yoludur.
Bununla birlikte, evrensel olarak iddia edilen etik tutumun, evrenselliğe kati olarak direnen bir parçası bulunmaktadır. Bu parça, etik tutumu mümkün kılan koşulun ta kendisidir. Evrenselliğe direnen şey “sevilmesi gerektiğini” düşündüğümüz ötekinin insandışı boyutudur. Çünkü belli bir ötekilik biçimini ahlaki kaygı çerçevemizin dışında tutmak, etik evrenselliğin o kurucu jestiyle (fantazi, istisnai, evrensele direnen) aynı özden gelmektedir. Bu durum (evrensel iddiada bulunan) “etik tutumun tutarsızlığına işaret etmektedir ve etik tutumun bütün sonuçlarını kavramada başarısızlığa neden olur.”

“Bu Tür Ölümüne Eğlendi”
Sevgi, ilk bakışta basit bir benzetme ya da ironi gibi görülebilir. Ancak, Lacan’ın psikanalitik aşk yorumu bu tartışmayı daha da zenginleştirmektedir.
“Burada “sevgi” terimi Lacancı teoride ifade edildiği şekilde -yani temel aldanma boyutunda- kavranmalıdır… Lacan’a göre sevgi “kişinin sahip olmadığı bir şeyi vermesidir…”. Yani sevme eyleminin özünde kişinin kendi içindeki bir boşluğu ‘öteki’ aracılığıyla doldurma arzusu bulunur.”
Bu bakımdan sevmek, ‘öteki’nde erişemediğim bir şeye ulaşma çabası olarak algılanmamalıdır. Kendimi ancak belli bir ‘öteki’ üzerinden var edebilme işlemidir. “Özne kendini ‘öteki’ne, ‘öteki’ndeki eksiği dolduran nesne olarak sunarak, kendindeki eksiği doldurur”. Dolayısıyla, fazla olan bir şeye sevgi yoluyla erişilir.
Bu fazlalık Lacan’ın “artı-keyif” adını verdiği, öznenin arzusunun nesnesiyle asla tam olarak örtüşmediği bir “fazlalık”tır. Lacan artı-keyif kavramını, Marx’ın artı-değer kavramı üzerine inşa etmiştir. Artı-değer, işçinin ürettiği değerin, kendisine ödenen ücretten fazla olan kısmıdır ve kapitalistin kârının kaynağını oluşturur. Artı-keyif ise öznel arzuların sömürüsü ve manipülasyonuyla ilgilidir. Kapitalizm artı-değerin sürekli olarak üretilmesini ve birikmesini hedeflerken, aynı zamanda özneleri doyumsuz bir haz arayışına sürükleyerek artı-keyfin de sürekli olarak üretilmesine neden olur. Kapitalizmde keyif, yıkıcı veya ihlal edici olmaktan ziyade sistem için temel bir emek biçimi haline gelir. Nihayetinde kapitalist bir sistemde her öznenin nihai görevi “haz uğruna haz üretmektir”.
Neil Postman’ın manidar kitabı “Televizyon Öldüren Eğlence” (Orijinal adı: Amusing Ourselves to Death: Public Discourse in the Age of Show Business) tam da bu konudan bahseder. İnsanların yok olmasından sonra gelen uzaylılar, televizyon karşısında oturan iskeletlerimizi bulurlar. Sonumuzun neden vaktinden önce geldiğini anlamaya çalışan uzaylıların vardığı sonuç “ölümüne eğlendiğimizdir”.

Sonuç Yerine
Kapitalizmde toplumsal düzen arayışı, istikrarsızlıkların sürekli hale geldiği çelişkili bir düzensizlik içinde şekillenmektedir. Devlet ve iktisadi güç unsurlarının “bütünleşik etkisi” toplumsal olarak üretilen davranış türlerini ve toplumun kurumsal biçimlerini etkisi altında bırakarak araçsallaştırmaktadır. Bu durum, yaygın ideolojinin gizemli hale getirilmesine ve siyaset sonrası bir çağın yaratılmasına hizmet etmektedir.
Toplumsal gerçeklikte gözlemlenen çatışmaların, hiçbir faile atfedilemeyecek böyle bir “nesnel şiddet” boyutu ve şiddeti tekrar tekrar üretebilmesine olanak sağlayan sistemik bir yönü bulunmaktadır. Öznel şiddet, yani bireyler veya gruplar tarafından uygulanan şiddet, genellikle şiddetsiz bir zemin üzerinde gerçekleşiyormuş gibi algılanır. Ancak nesnel şiddet, aslında gündelik yaşamın “normal” işleyişine içkindir ve bu işleyişin bir parçasıdır.
Toplumsal çatışmaların ve şiddetin kökenlerini anlamak için, yalnızca bireysel eylemler değil, şiddetin nesnel görünümlü ve sisteme içkin boyutları da göz ardı edilmemelidir. Bu yaklaşım, şiddetin neden sürekli olarak yeniden üretildiğini anlamak açısından eleştirel bir perspektif sunmaktadır.
Faydalanılan Kaynaklar
Copjec, J. (2015). Tut Ki Kadın Yok. İstanbul: Encore.
Kapoor, I., Fridell, G., Sioh, M. ve de Vries, P. (2023). Global libidinal economy. Albany (N.Y.): State University of New York press.
Tomsic, S. (2017). Kapitalist Bilinçdışı Marx ve Lacan. (B. E. Aksoy, Çev.). Metis Yayınları.
Tomsic, S. (2022). Keyfin Emeği Libidinal Ekonominin Eleştirisine Doğru. (H. Gürvit, Çev.). İstanbul: Axis Yayınları.
Zizek, S. (2011). Ahir Zamanlarda Yaşarken. (E. Ünal, Çev.). İstanbul: Metis.
Zizek, S. (2018). Şiddet: Altı Yan Düşünce. (A. Ergenç, Çev.). İstanbul: Encore.
Debord, G. (1990). Comments on the Society of the Spectacle (Çev: M. Imrie). Londra: Verso.
Harvey, D. (2015). Neoliberalizmin Kısa Tarihi (Çev: A. Onacak). 2.Baskı. İstanbul: Sel Yayıncılık