Psikanaliz dendiğinde aklımıza genellikle klinikteki koltuk, rüyalar veya çocukluk anıları gelir. Ancak psikanaliz, bir terapi yöntemi ya da psikoloji dalı olmanın ötesinde, kuruluşundan beri bilginin, gerçekliğin ve insan doğasının temellerine dair derin sorular sormuş, adeta modern bilimsel düşüncenin asi çocuğu olmuştur. Geleneksel bilim tarihi içinde zaman zaman geri planda kalsa da, özellikle son yıllarda sosyal bilimlerde yeniden etkisi artmaktadır. Peki, psikanalizin bilgiye ve bilimin nesnellik iddiasına bakışı nasıldır?
Bilimin “Nesnel Gerçeklik” İddiası Neden Sorgulanmalı?
Geleneksel felsefe ve bilim anlayışı, çoğunlukla zihnimizin dış dünyayı olduğu gibi yansıttığını, düşüncenin gerçeklikle tam bir uyum içinde olduğunu varsayar. Ancak psikanaliz bu “hayali uyumu” bozar. Psikanalitik perspektif, düşüncenin gerçekliğe karşı bir direnç taşıdığını, hatta kendi “gerçeğimize” bile direnebildiğimizi öne sürer. Bu şu anlama gelir: Bilgi sadece dış dünyayı pasifçe kaydetmek değildir; işin içinde başka dinamikler de vardır.
Psikanaliz için “nesnel gerçeklik” sandığımız gibi hazır, eksiksiz ve sabit bir şey değildir. Gerçeklik, psikanalitik bakış açısıyla varoluşsal bir “eksiklik” veya yapısal bir “kusur” içerir. Yani tam değildir, bütün değildir. Hatta bazen işlevsiz, hatalar, boşluklar ve istikrarsızlıklarla dolu bir alandır.
Freud bile, nesnel gerçekliğin nesneleri “bulduğumuz” yer değil, onları “yeniden bulduğumuz” yer olduğunu söyler. Bu, gerçeklikle ilişkimizin basit bir keşiften ziyade, ilksel bir kaybın peşinden gitmekle ilgili olduğunu düşündürür. Dahası, psikanaliz bilimin özneyi, yani bireyin karmaşık iç dünyasını ve yapısal gerçeği bastıran bir ideoloji olabileceğini ima eder. Geleneksel bilim hastalık gibi öznel deneyimleri nesnel olgulara indirgemeye çalışırken, psikanaliz hastalığın konuştuğunu, yapısal bir gerilime işaret ettiğini söyler. Nesnel verilere ulaşmak, öznenin kendisinde otomatik bir değişim yaratmaz; çünkü hakikat, sadece olgulardan ibaret değildir, bir emek süreci, bir “hakikat prosedürü” gerektirir.
Bilim İnsanı Tamamen Tarafsız Olabilir mi?
Bu noktada, bilimi uygulayan bilim insanının konumu da psikanalizin merceğine girer. Psikanaliz, bilim insanının tamamen “objektif”, yani dışarıdan ve tarafsız bir bakış açısına sahip olabileceği fikrine şüpheyle yaklaşır. Neden mi? Çünkü psikanaliz, “nötr” bir bilişsel öznenin varlığını sorgular. Düşünen, algılayan bizler, bilinçdışı mekanizmalar, dürtüler ve karmaşık kişisel tarihimiz tarafından şekillenen varlıklarız. Tamamen tarafsız bir bilgisayar gibi işlemeyiz.
Geleneksel olarak benliğin, kişiliğin çekirdeği sayılan “ego” bile psikanalizde imgesel, yani bir yanılsama, hatta temel bir yabancılaşma üzerine kurulu kırılgan bir yapı olarak görülür. Ego, sanıldığı gibi kendi evinin efendisi değildir. Bu yüzden, “güçlü bir egonun” tamamen nesnel bir bakış sağlayacağı düşüncesi, psikanaliz tarafından eleştirilen, ideolojik bir kurgu olarak değerlendirilebilir. Hatta “normal ego” bile idealize edilmiş bir kurgudur; her normal insan aslında “yalnızca ortalama olarak normaldir”.
Algı sürecimize yakından bakıldığında bile, psikanaliz, gören öznenin basit bir nokta olmadığını, görülen ile gören arasındaki bir aralık, bir boşluk olduğunu ima eder. Dış dünyadan gelen bir “bakış” bizi etkiler, algımızın pasif olmadığını gösterir. Bu da tamamen saf, dışarıdan bir bakış açısının imkansızlığını düşündürür. Hatta bir analistin bile her şeyi bilen, dışarıdan bakan bir konumda (metapozisyon) olmadığı vurgulanır; bilgiyle özdeşleşmek analitik hedeflere ters düşer. Bilim, nesnel bilgi üretmek için özneyi denklemden çıkarmaya çalışsa da, psikanaliz bu girişimin tam olarak başarılı olamayacağını, öznenin, eksikliğin ve bilinçdışının her zaman bir şekilde devrede olduğunu gösterir.
Lacan’ın Üniversite Söylemi ve Bilim
Peki, psikanalizin gerçekliği eksik, bütün olmayan ve yapısal bir kusur içeren bir şey olarak görmesi, bilimin “nesnel gerçekler” arayışını nerede konumlandırır? İşte tam bu noktada Lacan’ın söylem teorisi, özellikle de “üniversite söylemi” kavramı devreye giriyor ve modern bilime dair derin bir eleştiri sunuyor.
Lacan, toplumsal bağları ve bilgi üretimini analiz ederken dört temel söylemden bahseder. Üniversite söylemi, modern bilginin, eğitimin ve bilginin kurumsallaşmış formlarının işleyişini tanımlar. Bu söylemde bilgi, sanki nesnel olarak üretilebilen, biriktirilebilen ve aktarılabilen bir “ürün” gibidir. Ancak Lacan’a göre bu söylemin gizli “hakikati” bir “efendidir”. Bu efendi, kendi kendine özdeş, hükmedici bir bilgi aygıtını, bir tür “iktidar konumunu” temsil eder. Bilgi, bu söylem içinde, öznenin kendi kırılganlığını, bilinçdışını ve yapısal eksikliğini gizleyen veya bastıran bir işleve bürünür. Üniversite söylemi, “Bil!”, “Çalış!”, “Keyif al!” gibi buyruklarla özneye adeta “Sisteme hizmet et!” der.
Psikanalizin modern bilime getirdiği radikal eleştiri tam da buradadır: Modern bilim, üniversite söylemi içinde işlev gördüğü ölçüde, nesnel ve tarafsız görünse de, aslında bu “efendi” figürüne dayanır. Bilgiyi, özneden bağımsız bir ürün gibi sunar ve öznenin kendi öznelliğini, kırılganlığını, direncini ve bilinçdışı süreçlerini görmezden gelmesini veya bastırmasını talep eder. Oysa psikanaliz için “yanlış bilinçten başka bilinç yoktur”; bilinçli idrakin kendisi zaten yapısal olarak sınırlıdır. Bilim, kendi kuruluşundaki eleştirel ve materyalist temelleri, yani kendi “dolambaçlı patikasını” unutur. Bu “hafıza kaybı”, pozitif bilimlerin “bastırılmış negatif temellerini” göz ardı etmesine yol açar. Bu temeller tam da psikanalizin işaret ettiği noktalardır: öznenin radikal yabancılaşması, yapısal çelişkiler, gerçekliğin bütün olmayan doğası.
Sonuç
Özetle, psikanaliz ne bilimi toptan reddeder ne de nesnel bilgi arayışını anlamsız bulur. Ancak bu arayışın kendi içindeki kör noktaları ve varsayımlarını açığa çıkarır. Bilimin “nesnel gerçekleri” olduğu gibi keşfettiği iddiası, psikanaliz için gerçekliğin yapısal eksikliğini, öznenin kaçınılmaz katılımını ve bilimin kendi metodolojik bastırmalarını hesaba katmadığı ölçüde basitleştirici ve sorunludur. Aynı şekilde, bilim insanının tamamen objektif bir bakış açısına sahip olabileceği fikri de, öznenin yapısal kırılganlığı, bilinçdışının etkisi ve egonun imgesel doğası nedeniyle sorgulanır.
Psikanaliz, bizi sadece dış dünyayı değil, bilme ediminin kendisini, bilginin öznellikle, arzuyla ve yapısal çatlaklarla nasıl iç içe geçtiğini anlamaya davet eder. Bu, daha mütevazı ama aynı zamanda çok daha zengin ve karmaşık bir bilgi anlayışının kapılarını aralar. Belki de gerçek bilimsel araştırma, “önkoşulsuz” nesnellik iddiasının anlamsızlığa sürüklediği yerlerde, gerçekliğin ve onu araştıran öznenin ne kadar “tüm olmayan” ve katmanlı olduğunu fark ettiğimizde başlar. Bilim insanı, zannedildiği gibi tamamen tarafsız bir gözlemci değil, kendi sübjektifliğinin, arzularının ve yapısal konumunun etkisinde olan bir öznedir. Psikanaliz, bu kaçınılmaz karmaşıklığı kucaklayarak, bilgiye ve gerçekliğe dair daha derin bir bakış açısı sunar.