Son günlerde içimde tanımlayamadığım bir ağırlık vardı. Hafif başlayan göğüs ağrısı, zamanla daha belirgin hâle gelmişti. Önce gelip geçen bir baskı gibi hissettim, sonra göğsümde gezinen bir el gibi. Mide bulantısı beni rahatsız etmeye başladı. Yediğim her lokma midemde taş gibi oturuyor, halsizlik içime çöküyordu. Sıradan bir yorgunluk, belki biraz stres diyerek geçiştirdim. Ama içimde garip bir huzursuzluk vardı.
28 Şubat sabahı uyandığımda her zamankinden daha farklı bir hâlde olduğumu hissettim. Göğsümdeki ağırlık artmıştı. Sanki içimde bir şey kopmak üzereydi. Kalbim düzensiz atıyordu, ama bunu da kendime açıklamak istedim: “Belki tansiyonum düştü, belki dün gece iyi uyuyamadım.” O gece kendimi hastaneye attım. Şuurum yerindeydi. Doktor kan tahlili yaptı ve kalp krizi geçirdiğimi söyledi. Karantinaya yatırdı. O an başucumda bir kaç doktor duruyordu. İçlerinden biri yanındaki meslektaşına şikâyet eder gibi konuşuyordu: “Ben para kazanamıyorum.”
Sesi, hastane odasının boğucu havasında yankılandı. Ölümün kıyısından dönen bir hasta için değil, kendi kazancı için endişeleniyordu. İnsan hayatının, mesleğin kutsallığının bir anlık bir önemi bile yoktu onun için. İşte o an, içimde bir isyan yükseldi. “O an sadece ben değil, insanlık ölmüş!” dedim.
Beni hayata döndürdüklerini sandılar, ama burada, bu beton duvarlar arasında ölüyordum. Bir an bile daha fazla kalamazdım. “Hastaneden çıkmak istiyorum!” dedim.
Doktorlar itiraz etti. Çıkmama izin vermeyeceklerini söylediler. Ama ben çoktan kararımı vermiştim. Burada, insanın bir nesneye dönüştüğü yerde kalamazdım.
Sonra içimde garip bir hisle mırıldandım: “Mezarlığı hastaneden daha çok seviyorum.”
Bana deli gibi baktılar. Hatta kadın doktor bir öğretim üyesi bunu nasıl yapar diye mırıldanıyordu. Ama umurumda değildi. Bu beton duvarların içinde ölmektense, toprağın altında huzur bulmayı yeğlerdim.
Zorla bir belge getirdiler önüme. “Kendi isteğiyle hastaneyi terk ettiğine dair” bir imza istediler. Kalemimi titrek ama kararlı bir şekilde kâğıda bastım. Adımı yazdım. Ölümü gören bir adamın hayata dair son imzası gibiydi.
Ve o kapıdan çıktım. Eve geldim. Karanlık bir boşluğun içinde zamandan kopmuş bir haldeydim. Ses yok, ışık yok, hiçbir şey yok. Ama ben vardım. Ya da var olduğumu sanıyordum. Göğsümde hissettiğim korkunç baskı, önceki anlara ait son hatıramdı. Sonra her şey sustu.
Ama sonra her şey birden sabaha karşı değişti. Göğsümün ortasına bir çekiç inmiş gibi hissettim. Önce hafif bir sızı, sonra bir anda yayılan, her yanımı kavuran bir acı. Sanki biri göğsümü içeriden sıkıyor, kalbimi bir avuç gibi ezip büküyordu. Derin bir nefes almak istedim ama hava ciğerlerime ulaşmıyordu.
Ve o an… Kalbim yerinden fırlamış gibi oldu. Sanki içimden çıkıp tavana vuracakmış gibi şiddetle çarpmaya başladı. Öyle güçlüydü ki, göğüs kafesimin içinde bir isyan gibi hissediliyordu. Her atışta vücudum sarsılıyor, gözlerimin önünde bulanık lekeler uçuşuyordu. Yatağa mı yığılıyordum, yoksa bir boşluğa mı düşüyordum, anlayamadım.
Zaman durmuştu. Bir anlığına kendimi bedenimin dışından izlediğimi sandım. Etrafımdaki sesler uzaklaştı, sadece kalbimin kulaklarımı sağır eden sesi kaldı geriye. Sonra o da azaldı… Zayıfladı… Sustukça ben de susuyordum.
Sessizlik… Derin, mutlak, sonsuz bir sessizlik. Ne acı vardı ne de korku. Sadece varlıkla yokluk arasındaki ince bir çizgide duruyordum. “Öldüm mü?” diye sordum kendime. “Bu muydu yani?” Ölüm bir anda gelen bir karanlık mıydı, yoksa yavaş yavaş içine çekildiğin bir boşluk mu?
Ama sonra bir şey oldu. Bir ses, belki bir yankı, belki de içimde bir çağrı… Göğsüme ağır bir darbe indi. O anda bütün vücudumla sarsıldım. İçimde bir güç, beni bu derin sessizlikten çekip alıyordu.
Gözlerimi açtığımda evimde odamdaydım. Kimseler yoktu. Her zaman ki gibi yalnızdım. Ölümde de yalnızdım yaşarken de. O an kalbime yeniden kavuştuğumu hissettim. Ama bu dönüş kolay olmamıştı.
Belki de ölümün eşiğinden dönmüştüm. Ama o kapının ardını göremedim. Sadece eşiğinde durdum. Ölüm beni çağırdı, ama içeri almadı.
Şimdi, hâlâ göğsümde o anın izleriyle oturuyorum. İçimde garip bir dinginlik var. Bir şeyler değişti. Ölümü görmek, ona dokunmak… Hayatı daha farklı kılıyor.
Şimdi biliyorum ki ölüm, bir son değil. O, içimizde taşıdığımız büyük bir sır. Kimimiz ona ansızın gider, kimimizse tam vardığını zannederken geri döner. Ama hepimiz, bir gün onun eşiğinde duracağız. Ve o gün geldiğinde, kalbimizin son atışı bizi nereye götürecekse, oraya teslim olacağız.
Ölüm böyle miydi? Yavaşça, farkına varmadan silinmek mi? Bir ışık, bir ses, bir suret… Hiçbiri yoktu. Sadece sessizlik. Ama içimde yankılanan bir soru vardı: Ben şimdi öldüm mü?
Kalbim hâlâ ritmini bulmaya çalışıyordu. Ölmemiştim ama ölüme dokunmuştum. Kalp krizi geçirmiştim.
Doktor arkadaşımı aradım hemen gel dedi ve gittim. Acil olarak anjiyoya alındım. Kalbime giden damarlar tıkalıydı. Doktor hızlıca müdahale etti. Beş stent takıldı. Beş küçük metal ağ, kalbime giden yolları yeniden açtı. O sırada zihnimde hep aynı soru yankılanıyordu:
Artık ölümden dönmüştüm. Ama aynı zamanda hastaneden, beton duvarlardan, paranın hüküm sürdüğü bu soğuk mekândan da dönmüştüm. Şimdi hâlâ göğsümde o anın izleriyle oturuyorum. Kalbimin iki gün süren sessizliği ve sonra yeniden uyanışı…
Öldüm mü?
Ölüm bana uzandı ama beni almadı.
Belki de zamanı gelmemiş bir yolcuydum.
Ama artık biliyorum.
Ölüm bir an değil, bir süreçtir.
Ve hayat da, ona doğru akan kıvrımlı bir nehir.