Buhara’nın dar sokaklarında bir çocuk, gecenin serin sessizliğinde gökyüzüne bakıyordu. Ay, kadim medreselerin kubbelerine ışığını serpiyor, yıldızlar, sanki gökyüzünde titreyerek bir şeyler fısıldıyordu. O çocuk, Seyyid Muhammed Şemseddin el-Buhari idi. Küçüklüğünden beri ilme ve irfana meraklıydı. Babası Seyyid Ali, ona yalnızca medreselerin öğrettiği bilgileri değil, aynı zamanda bir insanın nasıl yaşaması gerektiğini de öğretiyordu.
Babası, Farsça’da “çömlekçi” anlamına gelen “Külal” lakabıyla tanınan bir alim ve dervişti. Oğlunun kalbine kazınacak nasihatleri, yıllar sonra bile ruhunu aydınlatacaktı:
“Oğlum, soyunla övünme. Peygamberini anne ve babandan çok sev. Selamsız bir topluluğa girme. Her gönlü son gönülmüş gibi yaşa. İlim öğrenmek için çalış. Nikahsız bir kadınla baş başa kalma. Cihadı terk etme…”
Bu sözler, onun için bir harita oldu. Fakat her yolun bir ayrılığı vardı. Gün geldi, Seyyid Ali de her fâni gibi ruhunu Rahman’a teslim etti. On sekiz yaşındaki Muhammed Şemseddin, artık yalnızdı. Ama kalbinde bir ateş vardı; ne ilimden ne de hakikatten geri adım atacaktı.
Buhara’nın ilim meclislerinde geçen birkaç yılın ardından, kalbinde bir çağrı hissetmeye başladı. Mekke’ye, Medine’ye gitmek istiyordu. Hac farizasını yerine getirmek ve Peygamber Efendimizin huzurunda secde etmek için yollara düştü.
Kutsal Topraklarda Bir Sınav
Mekke’ye varıp hac ibadetini tamamladıktan sonra Medine’ye doğru yola koyuldu. Fakat hac mevsimi olduğu için şehir kalabalıktı. Kalacak bir yer bulmak neredeyse imkansızdı. Günlerdir süren yolculuğun yorgunluğuyla, Mescid-i Nebevi’nin çevresinde bir oda buldu. Kapısında şu yazıyordu:
“Bu oda Seyyidlere aittir.”
Kendi kendine mırıldandı:
“Ben de Seyyidim.”
Ve içeri girdi. Ancak içeride bulunanlardan biri, onun içeri girişini hoş karşılamadı. Kaşlarını çatarak sordu:
“Burası Seyyidlere ait. Sen neden girdin?”
Şemseddin, sakin bir sesle cevap verdi:
“Ben de Seyyidim.”
Adam, gözlerini kıstı. İnandığını söyleyemezdi. Kalabalık birikmeye başlamıştı. Odanın sakinlerinden biri meydan okurcasına konuştu:
“Eğer gerçekten Seyyidsen, gel ceddimiz Peygamber Efendimizin huzuruna gidelim. Hangimizin selamına cevap verirse, gerçek Seyyid odur.”
Bu meydan okuma, Şemseddin’in içinde bir heyecan uyandırdı. Fakat kalbinde en ufak bir şüphe yoktu. Kalabalıkla birlikte Mescid-i Nebevi’ye yürüdü. Herkes sessizdi. İçeri girerken titreyen bir nefes aldı ve selam verdi:
“Esselamu aleyke ya ceddi!”
Ve o an, Medine’deki herkesin yüreğini sarsan bir ses duyuldu:
“Aleyküm selam ya veledi.”
Mescid’de bir anda sessizlik oldu. Herkes birbirine baktı. Gözler doldu, dizler üzerine çöküldü. Şemseddin’in Seyyidliği artık yalnızca bir soy bağı değil, bizzat Resulullah tarafından tasdik edilmiş bir hakikatti.
O günden sonra Medine’de herkes onu konuşmaya başladı. Fakat onun için başka bir kader yazılmıştı. O gece rüyasında, Peygamber Efendimiz ve Hazreti Ali’yi gördü. Hazreti Ali, ona nurlu bir tebessümle bakarak şöyle buyurdu:
“Evladım, Medine’de kalmayacaksın. Anadolu topraklarına gitmelisin. Sana üç nurlu kandil verilecek. Kandillerin ışığı sönene kadar yürü. Nerde sönerse, orada dur. Orada bir dergâh kur. Orada irşad ile meşgul ol. Ve bil ki, senin kabrin de orada olacak.”
Bu rüya, Şemseddin’in ruhunda bir deprem gibi yankılandı. Artık Medine’de kalamazdı. Efendimizin ve Hazreti Ali’nin işaret ettiği yolu takip etmeliydi. Sabah namazını kıldıktan sonra eşyalarını topladı ve yola koyuldu.
Nurlu Kandillerin Peşinde
Uzun, meşakkatli bir yolculuk başladı. Çölleri, dağları, derin vadileri aştı. Her adımında kalbinde bir fısıltı duyuyordu:
“Git, yolun aydınlık olacak…”
Ve bir gün, eline üç kandil verildi. İlkini yaktığında, kandilin ışığı parlak bir şekilde yanmaya başladı. Aylar süren yolculukta ilk kandil sönünce bir şehirde konakladı. Ama ruhu, hâlâ yolculuğun bitmediğini söylüyordu. İkinci kandili yaktı ve yoluna devam etti.
İkinci kandilin ışığı da bir başka diyarda söndü. Ama üçüncü kandil hâlâ yanıyordu. İçinde tarifsiz bir heyecan vardı. Son kandilin peşinden giderken, önüne yemyeşil bir şehir çıktı. Suları berrak, dağları vakur, havası insanın ruhuna işleyen bir şehir… Bursa!
Üçüncü kandilin ışığı, işte tam burada söndü.
Şemseddin diz çökerek toprağa dokundu. İçini bir huzur kapladı. “Demek ki burası…” diye mırıldandı. Ve o an anladı: Bu şehir onun kaderiydi.
Bursa halkı, kısa sürede onun derin ilmi ve yüksek ahlâkını fark etti. Onun adı dilden dile dolaşmaya başladı. Ulemadan Molla Fenari, Molla Yegan ve Ali Rumi gibi büyük alimler bile onun ilmi kudreti karşısında hayran kaldılar. Onu imtihan etmek isteyenler, onun engin ilmi ve manevi gücü karşısında sustular.
Ve Emir Sultan, işte burada, Bursa’da, irşad makamına oturdu.
Sultanlar Sultanı
Onun şöhreti yalnızca halkın arasında yayılmadı. Osmanlı’nın kudretli hükümdarı Yıldırım Bayezid Han da bu nur yüzlü zatın adını duydu. Huzuruna çağırdı. Emir Sultan, padişahın karşısına çıktığında, Yıldırım Bayezid Han derin bir saygıyla eğildi.
“Hoş geldiniz ey gönüllerin sultanı!”
İşte o günden sonra, Muhammed Şemseddin el-Buhari artık Emir Sultan olarak anılmaya başlandı.
Yıldırım Bayezid, ona o kadar hürmet gösterdi ki, kızını bile ona nikâhladı. Emir Sultan artık sadece ilmin değil, Osmanlı hanedanının da bir parçasıydı.
Fakat o, saraylarda yaşamaya meyletmedi. Yine halkın içinde, yine gönüllerin sultanı olarak kaldı. Ders verdi, irşad etti, dervişler yetiştirdi. Ve her şeyin ötesinde, kalbindeki aşkı hiç kaybetmedi.
Ama kaderi burada tamamlanmayacaktı. Çünkü ilmin sultanı, aynı zamanda cihad meydanlarının da neferiydi. Osmanlı’nın büyük fetihlerine bizzat katılacak, surların önünde kılıcıyla düşmana karşı duracaktı…
İki Sultan ve Bir Rüya
Bursa’nın serin rüzgârları, Ulu Camii’nin minarelerinden yankılanan ezanla birlikte şehre huzur saçıyordu. Emir Sultan, dergâhında sabaha kadar süren sohbetlerinden birini daha tamamlamıştı. Gözlerinde uykusuzluğun izleri olsa da, yüzünde her zamanki gibi tatlı bir tebessüm vardı. İçinde bir huzur dalgası, bir de derin bir bekleyiş vardı. Henüz adını bile bilmediği birini bekliyordu.
O gece, Emir Sultan, secdede uzun uzun dualar etti. Gözlerini kapattığında, daha önce hiç görmediği bir rüya gördü. Peygamber Efendimiz, nur yüzlü bir genç kadınla birlikte ona tebessüm ediyordu. Kadın, sanki daha önce ruhunun tanıdığı ama gözlerinin hiç görmediği biri gibiydi. Efendimiz eliyle ikisini işaret ediyordu. Emir Sultan, rüyanın tesiriyle uyandığında, kalbi hızla çarpıyordu.
Aynı gece, Osmanlı tahtının sultanı Yıldırım Bayezid’in kızı, Kundi Fatma Sultan da benzer bir rüya görmüştü. O da hiç tanımadığı bir genci rüyasında görmüş, Peygamber Efendimiz’in eliyle işaret ettiğine şahit olmuştu. Rüyanın tesiriyle sabaha kadar uyuyamamıştı.
İkisi de rüyalarının sırrını çözmek için dua etti. Ve kaderin görünmez ipleri, onları bir araya getirecek olan Molla Fenari’nin kapısında birleşti…
Rüyanın Ardından Gelen Nikâh
Molla Fenari, Emir Sultan’ı yakından tanıyordu. Bursa’ya geldiği ilk günlerden beri onun ilmine, ahlâkına ve maneviyatına hayranlık duymuştu. Ancak bu rüya meselesi, bambaşka bir hikâyeydi.
Fatma Sultan, Molla Fenari’ye içini döktüğünde, aynı rüyayı Emir Sultan’ın da gördüğünü öğrendi. Derin bir tefekkürden sonra Molla Fenari, durumu Allah’ın bir işareti olarak kabul etti ve iki tarafın da rızasını alarak nikâh kıydı.
Ancak ortada büyük bir mesele vardı: Yıldırım Bayezid, o sırada Edirne civarında, fetih seferindeydi. Fatma Sultan’ın izdivacı hakkında hiçbir şey bilmiyordu.
Nikâh kıyıldıktan kısa bir süre sonra, saraydaki bazı kıskanç kimseler bu durumu padişaha bildirmek için yola koyuldular. Yıldırım Bayezid’e, kızının bir gece yarısı kaçarak fakir bir dervişle evlendiğini söylediler. Öfkesi gözlerinden okunuyordu. Emrini verdi:
“Derhal askerler yollayın! Emir Sultan ve kızım, cezalandırılacak!”
Ancak bu sırada, Bursa Kadısı Molla Fenari de boş durmuyordu. Padişaha bir mektup yazdı. Emir Sultan’ın sadece bir derviş değil, Peygamber torunu olduğunu, iki tarafın da aynı rüyayı gördüğünü ve Efendimiz’in manevi işaretiyle bu izdivacın gerçekleştiğini anlattı.
Yıldırım Bayezid, mektubu okuduğunda duraksadı. O an için bir karar vermedi, ama içinde bir şüphe oluştu. Acaba gerçekten de bu evlilik Allah’ın bir lütfu muydu?
Ancak asıl tanışmaları, çok daha farklı bir yerde ve çok daha çetin bir durumda gerçekleşecekti…
Savaş Meydanında Bir Karşılaşma
Macaristan seferi… Osmanlı ordusu ağır kayıplar veriyordu. Her yerde yaralı askerler vardı. Gözünü kan bürümüş düşman, Osmanlı birliklerini zorlamaya devam ediyordu.
Tam bu sırada, kimsenin tanımadığı nur yüzlü bir genç, yaralıların yanına koştu. Savaş meydanında ölmek üzere olan askerlerin yaralarını sarıyor, onlara dua ediyordu. Yüzünde bir nur, ellerinde şifa vardı.
Yıldırım Bayezid, kendi kolundan derin bir yara almıştı. Acısını hissetmiyordu belki ama ordusunun düştüğü durumu görmek yüreğini yakıyordu. Bir ara gözleri, o nur yüzlü gence takıldı. İçinden gelen bir sesle seslendi:
“Ey yiğit! Benim de kolumda yara var, sarıver.”
Genç adam sessizce yanına geldi. Cebinden çıkardığı mendili dikkatlice padişahın koluna sardı. Dualar okudu, elini padişahın omzuna koyarak uzaklaştı.
Bayezid, gencin ardından bakarken, bir anlığına huzur hissetti. Ama savaşın şiddeti içinde bunu çok da düşünemedi.
Ancak ertesi gün, pansuman yapılan askerlerin yaralarının olağanüstü bir şekilde iyileştiğini duyan padişah, kendi kolundaki sargıyı açtı. Ve şaşkınlık içinde donakaldı.
Yarası tamamen iyileşmişti. Ama asıl şaşırtıcı olan şey, koluna sarılan mendildi. Mendilin yarısı eksikti. Oysa bu tür mendiller, yalnızca gelinlerin damatlarına hediye ettiği mendillerdi.
Yıldırım Bayezid, içindeki merakla o genci arattı. Ancak savaş meydanında onu bulmak mümkün olmadı. Günlerce süren seferin ardından Osmanlı ordusu nihayet Bursa’ya döndüğünde, Yıldırım Bayezid’in içindeki merak hâlâ dinmemişti.
Ordunun zaferle döndüğü gün, şehirde büyük bir kutlama vardı. Herkes padişahı ve askerleri karşılamak için sokaklara dökülmüştü. O kalabalık içinde, Emir Sultan da vardı. Yıldırım Bayezid atından indi, halkın arasına karıştı. Emir Sultan’ı görünce bir an duraksadı.
Göz göze geldiklerinde, zihninde savaş meydanındaki sahne canlandı. O nur yüzlü genç, işte tam karşısında duruyordu.
Gülümsedi ve manidar bir şekilde sordu:
“Evladım, o el çabukluğu neydi öyle?”
Emir Sultan, başını mütevazı bir şekilde eğdi.
“Sultanım, Kur’an-ı Kerim’de buyrulan ‘Allah’ın kudret eli onların elleri üzerindedir’ beyanı ve çile…”
Yıldırım Bayezid, gözlerini kıstı.
“Peki ya mendil? O mendilin yarısı?”
Emir Sultan hafifçe gülümsedi. Cebinden bir mendil çıkardı. Yıldırım Bayezid’in koluna sarılan mendilin diğer yarısıydı bu.
“Devletli babacığım, yarısı cebimdedir. Ben de sizin damadınız, Şemseddin Buhari’yim.”
O an, Yıldırım Bayezid’in gözlerinden büyük bir hayret ve ardından bir huzur dalgası geçti.
“Demek ki… O kale kapısını açan da sendin…”
Emir Sultan, bu soruya sadece sükûtla karşılık verdi.
Ve o gün, Osmanlı tahtının sultanı ile gönüllerin sultanı, birbirlerine muhabbetle sarıldılar.
Ama bu, Emir Sultan’ın hikâyesinin yalnızca bir başlangıcıydı. Çünkü yakında Osmanlı, en büyük imtihanlarından biriyle karşılaşacaktı. Ve Emir Sultan, bu fırtınanın tam ortasında yer alacaktı…
Gönül Sultanının Vedası
Bahar rüzgârı Bursa’nın dar sokaklarında hüzünlü bir ezgi gibi dolaşıyordu. Şehir, sanki bir şeylerin değişmek üzere olduğunu hissediyordu. Emir Sultan Hazretleri, dergâhının avlusunda oturmuş, eski günleri düşünüyordu. Gözleri, yılların yorgunluğunu taşısa da içinde hâlâ bir aşk, bir yanış vardı. Allah yolunda geçen bir ömrün son demlerinde olduğunu biliyor, ama hiç şikâyet etmiyordu.
O günlerde Hacı Bayram-ı Veli, talebeleriyle birlikte Bursa’ya doğru yola çıkmıştı. İçinde bir hasret, bir kavuşma isteği vardı. Emir Sultan’ı görmek istiyordu. Bir dostu, bir kardeşi, bir derviş gönüllüyü son kez kucaklamak ister gibi…
Bursa’ya vardığında, Emir Sultan onu büyük bir muhabbetle karşıladı. Uzun uzun sohbet ettiler. Hacı Bayram-ı Veli, dostunun gözlerine bakınca bir hüzün gördü ama o hüzün, bir vedanın habercisiydi. İçine bir sıkıntı düştü.
Bir akşamüstü, Emir Sultan dergâhında otururken dışarıdan bir gürültü geldi. Marangozlar, eskiyen duvarları onarıyordu. Tepeden büyük bir kütük kaydı ve tam aşağıda oynayan çocukların üzerine düşecekken, birden havada asılı kaldı. Herkes nefesini tutmuştu. O birkaç saniye, sanki zaman durdu. Sonra kütük yavaşça yere devrildi.
Hacı Bayram-ı Veli bu olaya şahit olunca içinden, “Herhalde Emir Sultan Hazretleri bize bir keramet göstermek istedi,” diye geçirdi.
Ama Emir Sultan, her zamanki mütevazılığıyla ona döndü:
“Hayır, dostum. Biz, evliyadan olduğumuzu göstermek için yapmadık bunu. Estağfurullah. Sadece çocukların başına bir şey gelmesin istedik.”
O gece Bursa’nın göğü yıldızlarla doluydu ama o yıldızlar, bir sevgiliyi uğurlamaya hazırlanıyordu. Emir Sultan Hazretleri, odasına çekildi. Gözlerini kapadı, Allah’a olan aşkını bir kez daha gönlünde hissetti. Talebeleri etrafında toplanmıştı.
“Vakit geldi,” dedi yavaşça. “Ey dostlarım, sakın üzülmeyin. Ölüm, ayrılık değil, vuslattır. Bu fani âlemden gerçek âleme geçiştir. Sevgili’ye kavuşmaktır.”
Sabah ezanı okunurken, yüzünde bir tebessüm belirdi. Ve gözlerini kapattı. Ruhunu, en sevdiğine teslim etti.
O gün Bursa’nın semalarına hüzün çöktü. Minarelerden yükselen tekbirler, onun ardından edilen dualarla birleşti. Cenazesi, derin bir sessizlik içinde hazırlandı. Hacı Bayram-ı Veli, gözlerinde yaşlarla dostunun cenaze namazını kıldırdı.
Ve yıllar sonra…
Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferine çıkmadan önce Bursa’ya geldi. Osmanlı’nın sert mizaçlı, mağrur padişahı, Emir Sultan Hazretleri’nin türbesinin önünde durdu. O an, koca hükümdarın gözlerinden yaşlar süzüldü.
Diz çöktü ve dua etti:
“Ey Allah’ın sevgili kulu, ey gönüllerin sultanı… Ruhun şad olsun! Senin himmetinle, Allah’ın izniyle yola çıkıyoruz. Bu fetih, yalnızca toprakların değil, gönüllerin fethidir.”
Ve gerçekten de Yavuz Sultan Selim, bu duanın bereketiyle Mısır’ı fethetti. Ama ne zaman Emir Sultan’ın türbesini hatırlasa, içinde derin bir hüzün belirirdi.
Bursa’nın manevi kandili sönmemişti. Emir Sultan Hazretleri’nin ruhu, hâlâ o şehirde, hâlâ dualarda, hâlâ gönüllerde yaşıyordu.
Ve o günden sonra Bursa semalarında onun adı hep bir dua gibi yankılandı…