Emine Işınsu’nun hayatı, “Sancı” romanı üzerinden Dursun Önkuzu’nun destansı şahsiyeti ve “Küçük Dünya” romanı ile “Matmazel Noralyan’ın Koltuğu” arasındaki manevi bağı merkeze alarak daha geniş, duygulu ve özlem dolu bir hikâyeleştirilirse;
Emine Işınsu, öyle bir yazardı ki onu yalnızca kitaplarının satırlarında değil, Anadolu’nun rüzgârında, dualı bir annenin gözyaşlarında, toprağa düşen bir yiğidin davasında hissederdik. Onun kalemi, bir milletin hafızasında gizli kalan sancılı suskunlukları dillendiren bir kalemdi. Ve o kalemden dökülen her kelime, bize bir yurt, bir inanç ve bir dava kokusu taşırdı. Belki de bu yüzden Emine Işınsu okunmazdı sadece; yaşanırdı.
Onunla ilk tanışmam Sancı ile oldu.
Kitabın daha ilk sayfasında karşıma çıkan Dursun Önkuzu, bir karakterden çok daha fazlasıydı. O bir dava adamıydı, bir öğrenciydi, bir şehitti… İdealleri uğruna korkusuzca yürüyen, işkencede bile susmayan, ama annesini düşündüğünde gözleri buğulanan bir yürekti. Dursun, “sancı”nın ta kendisiydi: hem bireysel bir vicdan sancısı, hem toplumsal bir adalet çığlığı.
Annesinin dualarıyla yoğrulmuş o kutsal yürüyüş, beni romanın ötesine geçirdi. Sadece Dursun’un değil, o dönemin gençliğinin acılarını iliklerime kadar hissettim. Her darp izi, her suskunluk ve her dua, Emine Işınsu’nun kaleminden bir dua gibi dökülüyordu. Sancı, bir annelik ağıdıydı bir yandan da; evladını vatana feda eden, gözyaşlarını Kur’an satırlarına sarıp bekleyen Anadolu kadınının destanıydı.
Ve sonra…
Küçük Dünya girdi hayatıma.
Bu roman, onun belki de en derin, en içsel yürüyüşüydü. Başkarakteriyle beraber bir taşra kasabasına gitmek, aslında kendi iç dünyamıza bir yolculuktu. Küçük Dünya, adı gibi sade, ama ruhu kocamandı. Bu romanda ben, sadece bir aşk hikâyesi değil, bir “arama” hikâyesi okudum. Allah’ı arayan bir ruhun, kalabalıklar içinde yalnız kalan bir yüreğin, taşların, ağaçların, sessizliklerin içinden sızan bir hakikat çığlığını dinledim.
Ve her sayfasında içimden şu cümle yankılandı:
“Bu koltuk, Matmazel Noralyan’ın Koltuğu’na ne kadar benziyor…”
Evet, Emine Işınsu’nun Küçük Dünyası, Peyami Safa’nın Matmazel Noralyan’ın Koltuğu ile akrabaydı. İki koltuk, iki yalnızlık, iki arayış… Matmazel’in koltuğunda nasıl ki insan ruhunun karanlık sokaklarında dolaşan Peyami vardıysa, Küçük Dünya’da da benzer bir yolculuğa çıkan, ama bu defa Hak’ka yönelmiş bir seyyah vardı. Noralyan’ın koltuğunda insanın içsel hesaplaşması vardı; Küçük Dünya’nın kasabasında ise insanın Allah’la olan kavuşma arzusu…
İki eser de, bir koltukta geçen koca bir ömrün mecazıydı.
Ama Emine Işınsu’nunki daha saf, daha samimi, daha dualıydı. Çünkü onun romanı sadece bireyin iç çatışmasını değil, aynı zamanda bir milletin din, değer, dava arayışını da içeriyordu. Onun kahramanları secdede aradıklarıyla ağlar, sustuklarında Allah’ı daha çok duyar hale gelirlerdi. Onun kadın kahramanları kırılgan ama yüceydiler; annelikleriyle vatanı ayakta tutan sessiz bekçilerdi.
Emine Işınsu’nun hayatı da böyleydi zaten.
Bir general babanın disipliniyle, bir şair annenin zarafetiyle yetişmişti. Sarıkamış’ta, Urfa’da, Karaman’da büyümüş; bu toprağın soğuğunu da sıcaklığını da yudumlamıştı. Eğitimini sürdürürken Amerika’ya gitmiş ama Batı’nın değil, Anadolu’nun sesi olmayı seçmişti. Töre dergisiyle bir devrin fikir haritasını çizmiş, kadın eliyle ama bir milletin yüreğiyle yazmıştı.
Özlüyoruz Emine Işınsu’yu…
Çünkü onun gibi yazan, onun gibi dua eden, onun gibi inanan çok az kaldı. Şimdi romanları, artık sadece edebi eserler değil; bir milletin vicdanı, annelerin duası, gençlerin hayali gibi kitaplıklarımızda duruyor.
Kimi zaman Sancı’yı elime alıyorum. Dursun’un direnişini okuyorum tekrar tekrar.
Kimi zaman Küçük Dünya’ya dönüyorum. O kasabada, kaybolan hakikati yeniden arıyorum.
Ve her defasında şunu hissediyorum: Emine Işınsu kitaplarıyla değil, kalbimizde açtığı sızıyla yaşıyor.
Bir koltukta başlayıp secdede biten bir romanın içinde…
Bir annenin gözyaşında…
Bir genç kızın hayalinde…
Ve dualı bir milletin hatırasında…
O hâlâ bizimle.