İslam iktisadının tarihsel temelleri, ahlâkî değerlerin ekonomiyle iç içe geçtiği bir düzeni esas alır. Bu düzende ekonomik eylem, sadece üretim ve tüketim kategorileriyle değil, aynı zamanda kulluk, sorumluluk ve cemiyet duygusuyla da açıklanır. Fakat zamanla bu bütünlük, özellikle modern dönemde siyasal İslamcılığın ekonomiyle kurduğu ilişkiyle çözülmeye başlamıştır. Bugün geldiğimiz noktada kişisel çıkarın ekonomide İslami bireyin davranış kalıbını iyileştirdiği gibi bir söylem, İslami ekonomi düşüncesinin asli yönelimlerinden önemli bir sapma olarak durmaktadır.
Oysa bu yaklaşım, İslam iktisadının asli kaynaklarında yer bulamayan, Batı modernitesinin özellikle Adam Smith ile formüle ettiği “homo economicus” anlayışının içeriye taşınmasından başka bir şey değildir. Ve hatta İslam iktisadında zaman içerisinde bu temayül, bu yaklaşım bir unsur haline daha geleceğe söylenebilir. Bu öngörü, kişisel çıkarın yalnızca meşrulaştırılmasıyla kalmayıp sistemin merkezî belirleyicisi haline dönüşeceğini ima etmektedir.
Böyle bir sapma, yalnızca teorik düzeyde bir yozlaşmaya işaret etmez; aynı zamanda siyasal pratikte de derin yarılmalara yol açar. Daha geniş bir anlatımla, İslamcının yola çıkarken Hz. Muhammed imanının yanına getirilen Adam Smith’in kişisel çıkar kavramıyla zaman akarken Hz. Peygamberin önüne geçmesidir. Bu dönüşüm, metafizik bir kopuşu da içinde barındırır. Çünkü burada ekonomi artık bir değer alanı olmaktan çıkar, aksine değeri araçsallaştıran bir iktidar mekanizmasına dönüşür. Peygamberî miras, yani adalet, infak, kanaat ve cemaat temelli iktisadî etik, bireysel hırsların önünde savunmasız bırakılır.
Böylece İslamî referanslı bir ekonomi politikası üretmek yerine, liberal piyasa düzeni içinde İslami kavramlarla süslenmiş yeni bir meşruiyet hattı kurulur. Bu hat, çoğu zaman “faizsiz bankacılık” ya da “İslami finans” gibi isimlerle anılsa da, mahiyeti itibariyle kapitalizmin yerli ve kutsal versiyonudur. İslam ekonomisinin özünü anlamayan siyaset adamları böyle bir zaafın içerisine düşmüşlerdi. Onların gözünde ekonomi, adaletin değil, kalkınmanın; paylaşmanın değil, büyümenin; ahlâkın değil, rekabetin alanı haline gelmiştir.
Sonuçta ortaya çıkan, ne tam anlamıyla bir piyasa toplumu ne de bir ahlâk topluluğudur. İki dünyanın çelişkili ilkelerinin çatıştığı bu melez yapı, İslamcılığın en derin krizlerinden birini doğurmuştur: Ekonomiyi araç olmaktan çıkarıp amaç haline getirme krizi. Bu kriz, siyasal İslamcıların ellerinde bir medeniyet tasavvurunun değil, yalnızca bir pazar düzeninin tahkim edilmesine dönüşmüştür.
İslam ekonomisi, ilk dönemlerden itibaren yalnızca bir üretim ve bölüşüm sistemi değil, aynı zamanda bir ahlâk düzeni olarak düşünülmüştür. Ekonomik davranış, bireysel aklın sınırsız arzularının değil, ilahi buyrukların ve ahlâkî mesuliyetin terbiye ettiği bir iradenin ürünüydü. Ancak bu öz, modernleşme ile birlikte özellikle siyasal İslamcı aktörlerin ekonomiyle kurduğu ilişkide sarsılmıştır. Bugün geldiğimiz noktada, kişisel çıkarın ekonomide İslami bireyin davranış kalıbını iyileştirdiği gibi bir iddia, İslami iktisat düşüncesinin özünden büyük ölçüde uzaklaşmış bir yorumun dışavurumudur.
İslam iktisadının tarihsel temelleri, ahlâkî değerlerin ekonomiyle iç içe geçtiği bir düzeni esas alır. Bu düzende ekonomik eylem, sadece üretim ve tüketim kategorileriyle değil, aynı zamanda kulluk, sorumluluk ve cemiyet duygusuyla da açıklanır. Fakat zamanla bu bütünlük, özellikle modern dönemde siyasal İslamcılığın ekonomiyle kurduğu ilişkiyle çözülmeye başlamıştır. Bugün geldiğimiz noktada kişisel çıkarın ekonomide İslami bireyin davranış kalıbını iyileştirdiği gibi bir söylem, İslami ekonomi düşüncesinin asli yönelimlerinden önemli bir sapma olarak durmaktadır.
Oysa bu yaklaşım, İslam iktisadının asli kaynaklarında yer bulamayan, Batı modernitesinin özellikle Adam Smith ile formüle ettiği “homo economicus” anlayışının içeriye taşınmasından başka bir şey değildir. Ve hatta İslam iktisadında zaman içerisinde bu temayül, bu yaklaşım bir unsur haline daha geleceğe söylenebilir. Bu öngörü, kişisel çıkarın yalnızca meşrulaştırılmasıyla kalmayıp sistemin merkezî belirleyicisi haline dönüşeceğini ima etmektedir.
Böyle bir sapma, yalnızca teorik düzeyde bir yozlaşmaya işaret etmez; aynı zamanda siyasal pratikte de derin yarılmalara yol açar. Daha geniş bir anlatımla, İslamcının yola çıkarken Hz. Muhammed imanının yanına getirilen Adam Smith’in kişisel çıkar kavramıyla zaman akarken Hz. Peygamberin önüne geçmesidir. Bu dönüşüm, metafizik bir kopuşu da içinde barındırır. Çünkü burada ekonomi artık bir değer alanı olmaktan çıkar, aksine değeri araçsallaştıran bir iktidar mekanizmasına dönüşür. Peygamberî miras, yani adalet, infak, kanaat ve cemaat temelli iktisadî etik, bireysel hırsların önünde savunmasız bırakılır.
Böylece İslamî referanslı bir ekonomi politikası üretmek yerine, liberal piyasa düzeni içinde İslami kavramlarla süslenmiş yeni bir meşruiyet hattı kurulur. Bu hat, çoğu zaman “faizsiz bankacılık” ya da “İslami finans” gibi isimlerle anılsa da, mahiyeti itibariyle kapitalizmin yerli ve kutsal versiyonudur. İslam ekonomisinin özünü anlamayan siyaset adamları böyle bir zaafın içerisine düşmüşlerdi. Onların gözünde ekonomi, adaletin değil, kalkınmanın; paylaşmanın değil, büyümenin; ahlâkın değil, rekabetin alanı haline gelmiştir.
Modernleşme ve Siyasal İslamcılık: İktisadın Teolojik Sınırlarını Aşması
Modern siyasal İslam, çoğunlukla Batı’nın kurumsal başarılarını ödünç alarak kendi modelini inşa etmeye çalışmıştır. Bu çabanın en bariz görünümlerinden biri de iktisat alanında yaşanır. Siyasal İslamcılar, bir yandan Hz. Peygamber’in inşa ettiği adalet merkezli ekonomi ahlâkına referans verirken, öte yandan Adam Smith’in kişisel çıkar temelli piyasa mantığını kendilerine model edinmişlerdir. Ve hatta İslam iktisadında zaman içerisinde bu temayül, bu yaklaşım bir unsur haline daha geleceğe söylenebilir. Zira bugün “faizsiz bankacılık” adı altında sunulan birçok uygulama, kapitalist üretim biçiminin İslami terminolojiyle pazarlanmasından ibarettir.
Ali Şeriati, bu çelişkiye çok önceden dikkat çeker. Ona göre modern İslamcı düşünce, Batı’nın ekonomik sistemini olduğu gibi alırken İslam’ı sadece ahlaki bir süsleme aracı haline getirmiştir. Şeriati’ye göre:“Kapitalizmin temeli olan menfaat, İslam’ın inkılapçı ruhuyla bağdaşmaz. İslam’da esas olan, menfaat değil, adalettir.”[1]
Bugünse, İslamcının yola çıkarken Hz. Muhammed imanının yanına getirilen Adam Smith’in kişisel çıkar kavramıyla zaman akarken Hz. Peygamberin önüne geçmesi, bu ruhun yok sayılmasıdır. Siyasal İslamcılık, teorik olarak ‘İslam’ı merkeze almış gibi görünse de, pratikte neo-liberal kalkınmacılık ideolojisinin dilini ve ahlâkını benimsemiştir.
Siyasal Gücün İktisadileşmesi ve İslamcı Zafiyet
Bu dönüşüm yalnızca teorik bir çelişki değil; aynı zamanda somut bir siyasal zafiyettir. İslam ekonomisinin özünü anlamayan siyaset adamları böyle bir zaafın içerisine düşmüşlerdi. Bu zaaf, İslam ekonomisini, “faizsiz” olmasına indirgenmiş, fakat içerik olarak kapitalist olan bir sistemin içine hapsetti. Böylece İslami iktisat, bir ahlâk ve hakikat meselesi olmaktan çıkarak teknik ve finansal bir “ürün yelpazesi”ne dönüştürüldü.
Abdurrahman Arslan bu bağlamda, Müslüman bireyin artık ahlâkın değil “başarının” peşine düştüğünü söyler: “Modern Müslüman, imanını yaşamaktan çok, başarıya tahvil etmekle meşgul. Bu başarı da esasen kapitalist mantığın doğrudan uzantısıdır.”[2]Bu başarı ideolojisi, zamanla kapitalizmin İslamileştirilmesi sürecini doğurmuştur. Faizsiz sistemler, kâr-zarar ortaklığı söylemleri ya da zekât fonları gibi araçlar, kapitalist rekabetin içine entegre edilmiş; fakat bu sistemin insanı nesneleştiren yapısı sorgulanmamıştır.
İhsan Fazlıoğlu ise bu süreci epistemik bir sapma olarak görür. Ona göre İslam dünyası, “ilim” kavramını bilgiye, “hikmet” kavramını verimliliğe, “iktisat” kavramını ise kârlılığa indirgemiştir:“Modern zihin, İslam’ın kavramlarını kendi seküler aklıyla yeniden inşa ediyor; ama bu yeniden inşa, aslında kökten bir tahrif.”[3]
Kapitalist İslam mı, Ahlakî Ekonomi mi?
Bu noktada temel soru şudur: İslam’ın ekonomik hayata bakışı, “meşru kâr” üzerinden bir piyasa rekabetini mi öncelemelidir; yoksa ekonomik faaliyeti, kişinin nefsiyle olan mücadelesinin bir zemini olarak mı görmelidir?
Sadık el-Azm, bu sorunun cevabını verirken şöyle der:
“İslam modernleşmesinin trajedisi, ahlakı kaybetmeden modern olunabileceğine olan inançtır. Oysa modernleşme, en başta ahlaki hiyerarşiyi yıkar.”[4]
Bugünün İslamcıları, ne modernitenin taleplerine tam uyum sağlayabilmişler ne de geleneğin ruhunu koruyabilmişlerdir. Ortaya çıkan tablo, ne “İslami”dir ne de “ekonomik olarak adil”. Bu melezlik, toplumu hem inanç düzeyinde hem de sosyal adalet algısında zedelemiştir.
Sonuç: Hz. Peygamber’in Yerine Adam Smith’in Geçmesi
Modern İslamcı ekonomi politikası, esasen bir yer değiştirme travmasıdır. Hz. Muhammed’in örnekliğinde temellenen ahlâkî iktisat, yerini Adam Smith’in çıkar merkezli modeline bırakmış; bu geçiş, fark edilmeden bir norm haline gelmiştir. Adaletin yerini verimlilik, infakın yerini yatırım, kanaatin yerini ise kâr almıştır.
İslamcılık bu haliyle, iktisadî planda kapitalizmin yerli ve dindar versiyonuna dönüşmüştür. Bu dönüşüm, yalnızca ekonomik bir mesele değil; aynı zamanda siyasal İslamcılığın mahiyetini sorgulatan varoluşsal bir kırılmadır.
[1] Ali Şeriati, İslam ve Kapitalizm, Fecr Yayınları, İstanbul, 1992, s. 34.
[2] Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslüman Olmak, Timaş Yayınları, İstanbul, 2006, s. 78.
[3] İhsan Fazlıoğlu, Bilgi, Erdem ve Hikmet, Kapı Yayınları, İstanbul, 2013, s. 45.
[4] Sadık el-Azm, Arap Aklının Eleştirisi, Metis Yayınları, İstanbul, 2004, s. 102.