Güneş, daha Beydağı’nın ardında utangaç bir kızıllıkken Ahmet çoktan uyanmıştı. Gecenin serinliği henüz topraktan çekilmemiş, sadece yaprakların ucundaki çiğ tanelerinde son demlerini yaşıyordu. Avludaki asmanın altındaki tahta sedire oturduğunda, ciğerlerine çektiği havada kesif bir kayısı kokusu vardı. Bu koku, Malatya ovası için hayatın ta kendisiydi; bir yılın emeği, umudu, kaygısı ve duasıydı. Ne tatlı bir yorgunluk ne de huzurlu bir bekleyişti bu. Damarlarında dolaşan, acı ve tatlı bir telaştı. Kayısı olmuştu. Dallar, altuni sarı ağırlıklarını taşıyamaz olmuş, toprağa doğru saygıyla eğilmişti. Bu, hasat demekti. Bu, zamana karşı verilecek amansız bir yarış demekti.
Ahmet’in gözleri, yamaca yayılmış yüzlerce ağaçtan oluşan bahçesinde gezindi. Dededen kalma bu topraklar, onun avucunun içi gibiydi. Hangi ağacın ne zaman su istediğini, hangi dalın o yıl daha cömert olacağını bilirdi. Ama bu bilgi, her yıl artan masrafların, dengesiz piyasanın ve en önemlisi, çalışacak el bulma derdinin yanında bir hiç kalıyordu. İçeriden, karısı Fatma’nın sesi geldi. “Ahmet, çay hazır. Gel bir bardak iç de öyle çık.”
Fatma, bu toprakların sessiz kahramanıydı. Sabahın köründen gecenin bir yarısına kadar durmadan çalışan, evin de bahçenin de direğiydi. Ahmet kalktı, nasırlı ve toprağın rengini almış elleriyle yüzünü sıvazladı. Gözleri yanıyordu. Haftalardır doğru dürüst uyku uyumamıştı. Kayısının olgunlaşma evresi, bir babanın doğum bekleyen sancısı gibiydi. Geceleri sık sık uyanıp bahçeye bakar, bir dolu tanesi, bir ani rüzgâr korkusuyla yüreği ağzında beklerdi.
Çayını içerken, mevsimlik işçiler için yaptığı telefon görüşmeleri aklına geldi. Geçen yıl gelen ekip, bu yıl daha yüksek yevmiye istemiş, bir de üstüne pazarlık payı bırakmamıştı. El mahkûm, kabul etmişti. Ama yine de içini bir kurt kemiriyordu. Söz verdikleri saatte gelecekler miydi? Gelseler bile, canla başla çalışacaklar mıydı?
Eskiden komşular, akrabalar imece usulü birbirine yardım eder, hasat bir şenlik havasında geçerdi. Şimdi herkes kendi derdine düşmüş, şehirlerin cazibesi köylerin gençlerini bir bir yutmuştu. Kendi oğlu Turan bile, üniversite tatili için gelmiş olmasına rağmen bu işe gönülsüzdü. “Baba, bu devirde bu işle uğraşılır mı? Bir yıl didin, sonunda tüccarın iki dudağının arasına bak. Değmez,” deyip duruyordu.
Haklı mıydı? Belki. Ama bu topraklar Ahmet’in babasından mirastı, atalarından yadigârdı. Bu ağaçlar onun evlatları gibiydi. Bir insan evladını terk edebilir miydi?
Güneş ilk ışıklarını ovaya düşürdüğünde, anlaştığı işçilerden sadece yarısının geldiğini gördü. Kamyonetin kasasından uykulu gözlerle inen adamlara baktı. Yüzlerindeki ifadeden, bu işi sadece bir angarya olarak gördükleri belliydi. Ahmet’in canı sıkıldı ama belli etmedi. “Hoş geldiniz. Hadi bismillah diyelim,” dedi tok bir sesle. Büyük brandaları omuzladı, sırıklar alındı ve bahçenin yolunu tuttular.

Güneş yükseldikçe, hava cehennemi bir hal aldı. Topraktan buhar kalkıyor, ağaçların yaprakları bile sıcaktan büzüşüyordu. Ahmet, elindeki uzun sırıkla bir ağacın dallarına ustaca vuruyordu. Bu iş, dışarıdan göründüğü gibi kaba kuvvet işi değildi. Bir sanat, bir tecrübe gerektiriyordu. Nereye, ne şiddetle vuracağını bilmek, meyveyi zedelemeden, dala zarar vermeden silkelemek maharet isterdi. Her vuruşta, altın bir yağmur gibi yağan kayısılar, altlarına serilmiş devasa bezin üzerine tok bir sesle düşüyordu. Bu ses, Ahmet’in kulağına bir yılın emeğinin müziği gibi geliyordu. Ama bu müziğe, işçilerin homurdanmaları, yorgunluktan çıkardıkları bezgin sesler karışıyordu.
Fatma ve birkaç kadın, branda üzerine yığılan kayısıları hızla kasalara dolduruyordu. Ellerinde tülbentler, yüzlerini güneşten korumaya çalışsalar da alınlarından şakır şakır ter boşanıyordu. Turan da onlara yardım ediyordu. Ancak her hareketinden, burada olmaktan duyduğu hoşnutsuzluk okunuyordu. Elindeki kasayı doldururken bir yandan da telefonuna bakıyor, şehirdeki arkadaşlarından gelen mesajlara cevap yazıyordu. Ahmet, oğlunun bu halini gördükçe kahroluyordu. Ona kızamıyordu da. Kendisi bu hayata doğmuştu, başka bir seçenek düşünmemişti. Ama Turan, başka bir dünyayı görmüş, başka hayaller kurmuştu.
Öğlene doğru, sıcak dayanılmaz bir hal aldı. Herkesin hareketleri yavaşlamış, verim düşmüştü. İşçilerden biri, “Ağa, bu sıcakta çalışılmaz. Öğleden sonra devam edelim,” diye seslendi. Ahmet’in tepesi attı. “Ne öğleden sonrası? Bu kayısı dalda beklemez. Akşama islime yetişmesi lazım. Akşam serinliği çökmeden kükürtlenmezse kararır, emeğimiz boşa gider.” Sesindeki kararlılık, işçileri bir süre daha çalışmaya ikna etti. Ama bu, pamuk ipliğine bağlı bir iknaydı. Biliyordu ki, yarın belki yarısı bile gelmeyecekti.
Öğle yemeği için asmanın gölgesine çekildiklerinde, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Herkes bitap düşmüştü. Fatma’nın hazırladığı ayran aşı ve taze soğan, boğazlarından zor geçiyordu. Ahmet, kasalara doldurulmuş kayısılara baktı. Günün yarısı bitmişti ama hedeflenenin ancak üçte birini toplayabilmişlerdi. Bu gidişle hasat haftalar sürer, kayısının çoğu dalında çürürdü.
Tam o sırada, batı ufkunda beliren koyu renkli bulutlar dikkatini çekti. Yüreğine bir bıçak saplandı. Bu mevsimde yağan dolu, bir yıllık emeği on dakikada yok edebilirdi. Rüzgâr da yön değiştirmiş, serin ama tekinsiz bir şekilde esmeye başlamıştı.
“Kalkın!” diye bağırdı Ahmet. “Herkes ayağa! Fırtına geliyor!” Bu nida, yorgun bedenlere bir anlığına enerji vermişti. Herkes bir anda ne yapacağını şaşırmıştı. Ahmet, “Kasaları traktörün römorkuna yükleyin! Çabuk!” diye komut verdi. İşçiler, Ahmet’in yüzündeki endişeyi görünce durumun ciddiyetini anlamış, homurdanmayı kesip canla başla çalışmaya başlamışlardı. Turan da telefonunu cebine atmış, babasının yanına koşmuştu. “Baba ne yapalım?” Ahmet, oğlunun gözlerindeki o anlık korku ve telaşı gördü. “Sen şu sırığı al, şu en yüklü dalları çırp. Acele et!”
O andan sonra zamanla bir yarış değil, adeta bir savaş başladı. Rüzgâr şiddetini artırıyor, ağaçların dallarını deli gibi sallıyordu. Gökyüzü, kurşuni bir renge bürünmüştü. İlk başta tek tük düşen yağmur damlaları, saniyeler içinde sağanağa dönüştü. Ama kimse durmuyordu. Ahmet, sırılsıklam olmuş halde bir ağaçtan diğerine koşuyor, en olgun meyveleri kurtarmaya çalışıyordu. Fatma ve diğer kadınlar, çamurlaşmaya başlayan toprağın üzerinde kaymamaya çalışarak kasaları taşıyordu. Turan, hayatında hiç olmadığı kadar hızlı ve hırslı çalışıyordu. Babasının yıllardır verdiği mücadelenin ne demek olduğunu, belki de ilk defa o an iliklerine kadar hissediyordu. Bu sadece para kazanmak değildi. Bu, toprağa verilmiş bir söz, doğaya karşı bir direniş, bir hayatta kalma mücadelesiydi.
Yaklaşık yarım saat süren bu kaosun sonunda, fırtına geldiği gibi aniden dindi. Güneş, bulutların arasından tekrar yüzünü gösterdiğinde, ortalık bir savaş alanını andırıyordu. Herkes sırılsıklamdı, çamura bulanmıştı ve nefes nefeseydi. Ama römorktaki kasalar, kurtarılmış bir hazine gibi parlıyordu. Bahçenin bir kısmı zarar görmüştü, yere düşen, ezilen kayısılar vardı. Ama en azından mahsulün önemli bir bölümü kurtarılmıştı.
Kimse konuşmuyordu. Herkesin yüzünde yorgunluk, ama aynı zamanda tuhaf bir zafer ifadesi vardı. Ahmet, yavaşça Turan’nın yanına yürüdü. Oğlunun omuzuna elini koydu. Turan, babasına baktı. Gözleri kıpkırmızıydı. “Başardık baba,” dedi fısıltıyla. Ahmet gülümsedi. Bu, yorgun ama huzurlu bir gülümsemeydi. “Başardık oğlum,” dedi. “Bugünü de devirdik.”
Akşam çökerken, ıslak toprağın ve taze kayısının kokusu birbirine karışmıştı. İşçiler yevmiyelerini alıp gitmişlerdi. Geriye Ahmet, Fatma ve Turan kalmıştı. Üçü de bitkindi ama aralarında daha önce olmayan güçlü bir bağ oluşmuştu. Römorktaki kayısıları islim evine götürüp kükürtleme işlemini başlattılar. Bu, mahsulün dayanıklılığını artıracak, renginin o eşsiz altın sarısını korumasını sağlayacaktı.
Gece, avludaki sedire oturduklarında, gökyüzü yıldızlarla doluydu. Artık yorgunluklarını hissedebiliyorlardı. Turan, daha önce hiç sormadığı bir soruyu sordu: “Baba, sen hiç yorulmaz mısın?” Ahmet, uzaklara, karanlığa bürünmüş bahçesine baktı. “Yorulurum elbet,” dedi. “İnsan bu, kemikten, etten. Ama sabah o ağaçların arasında günün ağardığını görünce, şu toprağın kokusunu içine çekince, bütün yorgunluğun gidiyor. Bu toprak yormaz adamı, bu toprak diriltir. Bize düşen, ona ihanet etmemek.”
O gece Turan, şehirdeki arkadaşlarını, parlak kariyer hayallerini bir anlığına unuttu. Babasının nasırlı ellerine, yorgun ama mağrur yüzüne baktı. O yüzde, bir yıllık mücadelenin, belirsizliğin, endişenin ama her şeye rağmen pes etmeyen bir iradenin öyküsünü okudu.
Ertesi sabah hasat yine devam edecekti. Sıcak yine yakacak, yorgunluk yine dizlerine çökecekti. Tüccar yine fiyat kıracaktı. Ama o an, yıldızların altında, taze kükürtlenmiş kayısıların keskin ve sert kokusu eşliğinde anladı ki, babasının verdiği bu mücadele, sadece bir geçim derdi değil, kök saldığın toprağa sahip çıkmanın, hayata tutunmanın onurlu bir destanıydı.
Ve kendisi de farkında olmadan, bu destanın bir parçası olmuştu.