Kalkınma, ilk bakışta iyi olana yönelik bir süreç olarak düşünülebilir. Genel olarak ise kalkınma, olumlu bir değişim, kötüden iyiye doğru bir ilerleme olarak anlaşılır. Gustavo Esteva, kalkınmayı “bir nesnenin veya organizmanın doğal, eksiksiz ve tam teşekküllü formuna ulaşana kadar serbest bırakıldığı süreç” olarak tanımlar. İnsanın potansiyelini gerçekleştirme eğilimi göz önüne alındığında, kalkınmanın evrensel bir amaç olduğu söylenebilir. Ancak kalkınma kavramı, evrim, olgunlaşma ve ilerleme gibi terimlerle birlikte karmaşık bir anlam ağı oluşturur. Bu nedenle, kullanıldığı bağlama göre farklı çağrışımlar yaratabilir ve bazen istenmeyen anlamlarla yüklü hale gelebilir.

Günümüzde kalkınma, genellikle zenginleşme, gelişmişlik ve modernleşme gibi iktisadi anlamlarla ilişkilendirilir. Bu anlayış, Aydınlanma Çağı’nın modern felsefesinden beslenir. Ortaçağ’da her şeyin Tanrı’nın iradesiyle açıklandığı düşünce yapısından, insan yaşamını düzenleyen seküler bir üst-teoriye geçiş, kalkınma kavramının temelini oluşturur. Peki, insanın bireysel ve toplumsal iyilik hali, hangi düşünce evrelerinden geçerek ilerleme anlamını kazanmıştır?
Albert Otto Hirschman, “Tutkular ve Çıkarlar: Kapitalizm Zaferini İlan Etmeden Önce Nasıl Savunuluyordu?” adlı kitabında, ortaçağ zihniyetinin çöküşünü ve ilerleme fikrinin ortaya çıkışını, kişisel çıkar düşüncesinin siyasi ve ekonomik alana eklemlenmesiyle açıklar. On yedinci yüzyılda, devlet yönetimine dair kaygılar, Machiavelli gibi düşünürlerin gerçekçi devlet teorilerini geliştirmesine yol açtı.
Bu dönemde, insan doğasının kötümser olduğu ve tutkuların yıkıcı etkiler taşıdığı düşünülüyordu. Hirschmann, bu tutkuları dizginlemek için üç alternatif önerildiğini belirtir: Calvin’in baskı yöntemi, Mandeville’in bireysel günahları toplumsal faydaya dönüştürme fikri ve Bacon, Spinoza, Hume gibi düşünürlerin tutkular arasında denge kurma yaklaşımı. Bu son yaklaşım, bir tutkunun başka bir tutkuyla çatıştırılarak toplumsal ilerlemenin sağlanabileceğini öngörür.
Hobbes’un “toplum sözleşmesi” buna benzer bir adımı yansıtmaktadır. Hobbes, “insana barışçıl eğilim kazandıran” tutkuları terbiye edici olarak görürken, “şan, şöhret peşinde koşma” ve “açgözlülük” gibi tutkuları da terbiye edici olmayan tutkular olarak tanımlamaktaydı. Ancak bu ayrım, dengeleme stratejisinin uygulanması için yeterli değildi. Daha kalıcı bir çözüm arayışı, “çıkar” kavramının öne çıkmasına neden oldu. Çıkar, Aydınlanma Çağı’nda iktisadi bir anlam kazanmadan önce, devlet yönetiminde akılcılığı temsil ediyordu. Machiavelli’nin “devletin çıkarı” kavramı, hükümdarın tutkularından arındırılmış bir iradeyi ifade ederken, Hume ve Adam Smith gibi düşünürler çıkarı bireysel ve toplumsal refahın temeli olarak gördüler. Smith’e göre, insanın en önemli amacı durumunu iyileştirmekti ve bu, servet artırımıyla mümkündü.
Çıkar kavramı, tutkuların yerini alarak insan davranışlarını öngörülebilir hale getirdi. Platon’un tutku ve akıl ikiliğine karşılık, çıkar bu iki kategori arasında bir denge kurdu. Tutkuların yıkıcı etkilerini dizginleyen çıkar, toplumsal ilerlemenin motoru haline geldi. Montesquieu, ticaretin insan davranışlarını yumuşattığını ve barbarca tavırları törpülediğini savundu. “Tatlı ticaret” (doux commerce) kavramı, ticaretin sadece ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal ve ahlaki faydalarını da vurguladı. Ancak bu dönemde köle ticareti gibi uygulamalar, ticaretin karanlık yüzünü de ortaya koydu.
Adam Smith, “Ulusların Zenginliği” adlı eseriyle, tutkular ve çıkarlar arasındaki ayrımı aşarak, iktisadi faydayı temel amaç haline getirdi. Smith’e göre, bireylerin kendi çıkarlarını gözetmesi, toplumsal refahı artırırdı. Modern iktisat, Smith’in düşünceleri üzerine inşa edildi ve kalkınma, büyüme ve modernleşme gibi kavramlarla özdeşleştirildi. Ancak bu yaklaşım, farklı kültürlerin toplumsal yaşam biçimlerini göz ardı ederek, Batılı bir kalkınma modelini evrenselleştirdi. IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar, tek tip kalkınma reçeteleri sunarak, azgelişmişlik kavramını yaygınlaştırdı.
Hirschman kitabını sonlandırırken “kapitalizmden beklenenin tam da çeşitli insan dürtülerini ve eğilimlerini bastırması, daha az yönlü, öngörülemezliği azalmış ve “tek boyutlu” bir insan kişiliği yaratması” olduğunu belirtir. Nitekim, “tek boyutlu” insanın zıt kutubunda yer alan “eksiksiz insanın” tutkularından doğan kaygılar da bu tartışmanın başlangıç noktasıdır. Tarihsel tartışmanın ortaya koyduğu şey bu iki durum arasındaki gerilimi gözler önüne serer ve tartışmanın düzeyini yükseltebilmek için bir kapı aralar.
Esteva’nın aşağıdaki sözleri bu durumu daha genel anlamda ifade etmektedir:
Ne doğada ne de toplumda ‘her zamankinden daha mükemmel biçimlere’ doğru dönüşümü bir yasa olarak dayatan bir evrim vardır. Gerçeklik sürprizlere açıktır.
Son olarak Esteva’nın “gerçeklik sürprizlere açıktır” sözüne yakınsanan benzer bir duruma, Goethe’nin Faust’u kendisine sunulan zenginlik, güç, şan ve şöhreti reddettiğinde rastlamak mümkündür. Faust’un bu duruşunu kalkınma üzerinden okuyan Berman, kalkınmayı “insan deneyiminin her biçimini, sevinci ve sefaleti aynı şekilde içeren ve hepsinin benliğin sonsuz büyümesinde özümsendiği dinamik bir süreç” olarak tanımlamaktadır. Böylece, kurulmuş bir benliğin yıkımı bile gelişiminin ayrılmaz bir parçası olarak görülmektedir.
FAYDALANILAN KAYNAKLAR
Berman, M (1997). Faust, The First Developer. İçinde B. Rahnema, ve V. Bawtree (Edt.), The Post Development Reader. New Jersey: Zed Books.
Hirschman, A. O. (2008). Tutkular ve Çıkarlar: Kapitalizm Zaferini İlan Etmeden Önce Nasıl Savunuluyordu? (Çev: B. Cezar). İstanbul: Metis Yayınları.
Esteva, G. (1991). Development. İçinde Sachs, W. (Edt.). The Development Dictionary. London: Zed Books.