Türkiye’yi üç yandan kuşatmış olan Kafkasya, Balkanlar ve Orta Doğu, Sovyet sonrası dönemde uluslararası ekonomi politik açısından en tartışmalı bölgelerden olmaya devam etmiştir. Balkanlar’da ancak milenyuma doğru taşların yerine oturmaya başlaması ve son yirmi yıldır Irak, Suriye ve Gazze’nin yaşadığı trajik deneyimler bu üç bölgedeki müzmin sorunların kendini bir şekilde yeniden var etme potansiyeline sahip olduğunu göstermektedir. Bu sorunlar bölgesel, coğrafi, ekonomik ve tarihsel nitelikler taşımaktadır.
Soğuk Savaş sonrasında, Kafkasya’nın uluslararası kamuoyu tarafından cazip hale getiren temel olgu Hazar enerji kaynakları olmuştur. Balkanlar, etnik sorunların gölgesinde istikrarsızlığa sürüklenmiş, büyük insanlık trajedilerine sahne olmuş, Orta Doğu ise bir sıvının çalkalandıkça durulacağına dair düşüncenin tam tersi sonuçlara maruz kalmıştır. Dağlık Karabağ’ın statüsü ekseninde ortaya çıkan Ermenistan-Azerbaycan çatışması ile Çeçen-Rus Savaşı, Kafkasya’nın kronik çözüm bekleyen sorunları arasında iken Güney Osetya’ya Gürcü birliklerinin girmesini müteakip Rusya’nın müdahalesi ile sonuçlanan Ağustos 2008 olayları bölgeyi yeniden dünya gündemine taşımıştır. Buna paralel olarak uluslararası tansiyon ve trafiğin hızlı bir şekilde arttığı görülmüş ve bu çatışmanın dünya barışını tehdit etme ihtimali üzerinde durulmuştur.
Bu ihtimalleri dile getirenler, aradan geçen on beş yılda Ukrayna’nın işgalini, Suriye’de yüzbinlerin yitip gitmesini ve Gazze’de on binlerce insanın canlı yayında doğranacağını hayal bile edemezlerdi. Bir kaç gün süren Güney Osetya Savaşı’nın ardından Kafkasya’da yeni bir istikrarsızlık dalgasının ortaya çıkması için 2020’de başlayan İkinci Karabağ Savaşı’nı beklemek gerekirken, coğrafi üçgenin en hareketli coğrafyası kuşkusuz sürekli çalkalanan Orta Doğu olmuştur.
Bu üç bölgeyi bu kadar önemli hale getiren nedir? Halen devam eden ve potansiyel olarak her an yeniden hortlama ihtimali taşıyan bütün bölgesel çatışma alanları dikkate alındığında, bu üçgenin üç ucunda yaşayan toplumlar nasıl bir mantıksal arka plana sahiptirler? Toplumların tarihsel hafızası ile güncel çatışma alanları arasında bir bağ kurulabilir mi? Son olarak, neden bu çatışma bölgeleri Dağlık Karabağ, Güney Osetya, Abhazya ve Çeçenistan bağlamında daha fazla yoğunlaşmakta; neden Irak, Suriye ve Filistin düzleminde sürekli kendini tekrar etmektedir?
War and Peace in the Caucasus (2010) kitabının yazarı Vicken Cheterian, 1990’larda, bölgesel çatışmaların kızgın olduğu dönemde Kafkasya’da gazetecilik yapmış ve Sovyet dönemini yaşamış birisi olarak yukarıdaki soruların cevaplarını Kafkasya merkezli aramaya çalışmıştır. Aslında bu sorular, Kafkasya’da 1990’larda bağımsızlığı izleyen yıllarda ortaya çıkan çatışma dönemlerinde sürekli gündemde olmuştur. Kafkasya halklarının tarihsel arka planı ile ilgili karşılaştırmalı analiz yapabilmesi ve bölgeyi iyi bilen birisi olması yönüyle Cheterian, Kaskasya’daki çatışma bölgelerinin anlaşılması açısından oldukça öğretici bir mantık geliştirmektedir. Günümüzde Irak, Suriye ve Filistin (ve şimdi ustaca doğrandıktan sonra uluslararası pazarlara servis edilmesi tartışılan mazlum ve mağdur Gazze) merkezli yeni bir değerlendirme yapmak üzere Kafkasya’nın çatışma bölgelerinde yaşanan sorunlara bakmak yararlı olabilir.
Rusya’nın Kafkasya stratejisi belirginliğini korurken, Ağustos 2008’de Rus-Gürcü Savaşı başladığında dünya kamuoyu Kafkasya’nın “dondurulmuş çatışma alanları’na yeniden yönelme ihtiyacı hissetti. Cheterian Kafkasya’daki çatışma bölgelerine değinerek aralarındaki bağlantıları kurmaya çalışmış ve büyük resim ekseninde bölgesel analiz yapmaktadır. Buna göre, ilk olarak, 1990’larda Sovyet sonrası coğrafyada siyasal yıkım ve inşa süreçlerinin eş anlı olarak başladığı üzerine vurgu yapmış ve bütünleşik etkilerden söz etmiştir. Kafkasya’daki temel çatışma alanları olarak, Dağlık Karabağ ekseninde ortaya çıkan Ermenistan-Azerbaycan savaşı, Abhazya ve Güney Osetya’nın Gürcistan’dan bağımsızlık talepleri, ve dünya kamuoyunun daha çok bildiği Rus-Çeçen savaşını belirlemiştir.
Kafkasya’daki çatışma alanlarını anlamak için Cheterian “tarihi psikolojik fenomenin” anahtar bir rol üstlendiğini iddia etmektedir. Totaliter bir rejim olarak Sovyet sistemi çöktükten sonra Kafkasya halkları kendi tarihsel argümanlarını serbestçe inşa etmeye ve tarihlerini oluşturmaya başlamıştır. Bu dönemde gerek Kafkasya’nın bağımsız ülkeleri olarak Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan, gerekse otonom bölgeler olarak Abhazya, Güney Osetya ve Çeçenistan ulusal kimliklerini yeniden biçimlendirmeye çalışmıştır. Bu biçimlendirme döneminde, kimliklerin belirlenmesi ve ulusal tarihi olayların yorumlanmasında yeni liderlere sahip olmuşlardır. Bu yeni liderlerin temel endişesi ise, ekonomik ve sosyal problemlerle mücadele etmekten ziyade, hakim oldukları toprakların sınırlarını belirlemek ve kesinleştirmek olmuştur.
Bu sınırların korunması ve uzun süredir (Sovyet döneminde) rahatça ifade edilemeyen tarihsel tezlerin hayaya geçmesi de bu liderlerin öncelikleri arasına girmiştir. Cheterian’ın temel argümanı, Sovyet sonrası liderlerin entellektüel geçmişlerinin bölgesel çatışmaları etkileme potansiyeline sahip olduğudur. Bu dönemde, bölgedeki liderlerin büyük çoğunluğunun ülkelerinin ünlü aydınları arasında olduklarının altını ısrarla çizmiştir. Çünkü tarihçiler kendi tarihsel tezlerini kanıtlamak için çalışırken, geçmişteki olayların günümüze taşınmasının çatışma sonucu doğurması normal olacaktır.
Bu bağlamda, yeni liderlerin ve aydınların bölgesel çatışma alanlarına yönelik bakış açıları, bilimsel ve objektif olma yerine genellikle ideolojik olmuştur. Tarihsel bakış açısı, bu çatışmalar dönemini yaşayan halkları, uzun süredir birlikte yaşadıkları diğer insanlardan farklılaştırmaya itmiştir. Bu yapay bir ayırım “bölgeye sonradan gelenler ile yerliler” arasında ayrımcılık yapmayı gerektirmektedir.
Bir coğrafi sınır içerisinde “biz ve ötekiler” tartışmasının başlaması, Sovyet sonrası jeo-politik bir boşluğun var olması ile birleşince Kafkasya’da bölgesel çatışmalar kaçınılmaz hale gelmiştir. Kafkasya’da hemen hemen her çatışmanın zihinsel arka planında bulunan ve toprak çatışmalarını tetikleyen bu yapay “yerli-yabancı” ayırımının görmezden geldiği bir gerçek vardır ve nerdeyse hiç sorgulanmamıştır. Bu da bölgedeki “en yeni ve en fazla yabancı” halkın Ruslar olduğudur.
Suriye ve Türkiye İçin Sonuç
2020 yılında gerçekleşen İkinci Karabağ Savaşı’nın bir sonucu olarak Karabağ konusunda yaşanan çatışma önemli ölçüde sona ermiş görünse de bölgedeki diğer sorunlar büyük ölçüde dondurulmuş vaziyette beklemektedir. Abhazya, Güney Osetya ve Çeçenya’da bütünüyle tarafları tatmin eden bir sonuca ulaşıldığını söylemek olası değildir. Peki, Kafkasya’daki çatışmaları ve zamanı dondurup üçgenin güney sınır ucunda yer alan bölgelere ulaşmak istersek ulaşacağımız sonuçlar Kafkasya’daki senaryodan farklı mı olacaktır? Asıl gündemde olan ve milyonlarca sığınmacının aralarında Türkiye’nin de başrol oyuncu olarak bulunduğu bir kaç ülkeyi adeta istila etmesiyle sonuçlanan Suriye’deki iç savaşın sebep ve sonuçları Kafkasya’daki manzaradan çok mu farklıdır?
Türkiye’nin tam ortasında bulunduğu bir üçgeni oluşturan Kafkasya, Balkanlar ve Orta Doğu‘daki sınırların belirsizliği önemli ölçüde devam etmektedir. Sovyet ve Batı emperyalizminin araçsallaştırdığı bu üç bölgeden en az birisinin, daha uzunca bir süre sükunet ve huzur bulacağını öngörmek kolay görünmemektedir. Bu konuda en şanslı (!) bölge olarak Orta Doğu’nun son zamanların gözde (!) ülkesi olarak rakiplerini geride bırakan Suriye ön plana çıkmaktadır. Kafkasya’daki çatışma alanlarına benzer biçimde burada da bölgenin yerlileri (genelde güçlülerden ve diğerleri üzerinde bir şekilde hegemonya kurmuş olanlardan oluşan) ve sonradan gelenler olmak üzere yapılan biz ve ötekiler ayırımı daha çok baş ağrıtmaya devam edecek görünmektedir. Kafkasya’da en az 40 yıldır devam eden bölgesel problemlerde başrol oyuncusu olan Rusların genellikle görmezden gelinmesine benzer biçimde Orta Doğu’da ve Suriye’de de dışsal faktörler sürekli göz ardı edilmektedir.
En önemli dışsal faktörler olarak ABD ve İsrail’in Suriye’yi dizayn etme çabaları, tam da Rusya’nın Kafkasya bölgesini çıkarlarına uygun biçimde dizayn etmeye çalışması ile paralellik arz etmektedir. ABD-İsrail şer ekseninin bir önceki halkasını oluşturan İngiltere-Fransa düzlemi de bölgedeki dışsal faktörler ve bölgenin tarihsel parselleyicileri olarak dikkat çekmektedir.
Bu gün başta Türkiye olmak üzere, bölgesel (ve yerel) inisiyatiflerin Yeni Suriye’nin oluşumunda, mezhep ve etnik temeller gibi ayrıştırıcılık özelliği taşımaktan başka bir fonksiyon ifa etmeyen politikalarla değil insani ve tarihsel birleştiricilik perspektifinde Orta Doğu’nun kadim sorunlarında elini taşın altına koymasının vakti gelmiştir. Aksi halde, özellikle Kuzey Suriye’yi ötekileştirip terörize ederek ABD-İsrail şeytani düzleminin kucağına (ve insafına) bırakmak, ardından da ortaya çıkabilecek yeni yangınları seyretmek, asla tarihsel ortak mirasın yeniden ve kardeşçe paylaşılmasına hizmet etmeyecektir. Sovyetler benzeri bir totaliter rejim olarak Esat Rejimi sona erdikten sonra, benzer yeni örnekler ile karşılaşmamanın yegane yolu böyle bir vicdani çözüm olacak görünmektedir.
Not: Bu yazı, kısmen bir kitap incelemesi olarak ilk kez “Journal of Central Asian and Caucasian Studies, issue: 10 / 2010, Pages: 169-171” arasında yayınlanmış ve Kafkasya’da, Orta Doğu’da son 15 yılda yaşanan gelişmelerle paralellik kurularak üç coğrafi bölge merkezinde yeniden yorumlanmıştır.
Kafkasya düzlemindeki iddialar için bkz. Vicken Cheterian, War and Peace in the Caucasus: Russia’s Troubled Frontiers (London: Hurst Publishers Ltd., 2008), 395 pages, ISBN: 978.1.85065.987.7