Tarih boyunca iktisat, siyaset ve adalet kavramları birbiriyle iç içe geçerek toplumların kaderini açıklamıştır. Ekonomik büyüme ve siyasi istikrar, sadece piyasa mekanizmalarının ve yönetsel gücün değil, aynı zamanda güçlü bir hukuk sisteminin ürünü olmuştur. Hukukun üstünlüğü olmadan, ne ekonomik istikrar ne de siyasal otoritenin uzun vadeli meşruiyeti sağlanabilir. Bu yazı, hukuk-adalet sisteminin yokluğunun iktisadi ve siyasi istikrarsızlıklara nasıl yol açabileceği kurumsal iktisat perspektifinden incelenecektir.
İktisat-Siyaset-Adalet Üçgeni: Tarihsel Arka Plan
İktisat, kaynakların dağılımı ve üretim süreçlerini belirlerken; siyaset, bu süreçlerin yönlendirilmesini ve toplumun yönetimini sağlar. Adalet ise, hem ekonomik ilişkilerin hem de siyasi iktidarın meşruiyetini güvence altına alır. Hukuk, bu adaletin kurumsal aracıdır. John Locke’un ve Montesquieu’da sıkça vurgulandığı gibi, hukukun olmadığı yerde keyfilik başlar; keyfiyetin olduğu yerde ise güven kaybı ve kaos kaçınılmaz olur
Roma’nın yüzyıllar süren başarısında güçlü hukuk sistemi (Roma Hukuku) belirleyici bir rol oynamıştı. İmparatorluğun son dönemlerinde kurumlarının yozlaşması, kamu görevlilerinin keyfi uygulamaları ve adaletin rüşvetle işlemesi sonucu hem ticari hayat darbe aldı hem de siyasi otorite sarsıldı. Üretim azaldı, halk ağır vergiler altında ezildi ve sonunda Batı Roma 476 yılında çöktü.
Ortaçağ Avrupa’sında merkezi hukuk sisteminin zayıflığı, yerel feodal beylerin kendi hukuklarını dayatmasına yol açtı. Bu durum ticareti kısıtladı, piyasa ekonomisinin gelişimini engelledi. Tacirler, köylüler ve halk, hukuki güvenceden yoksun olduğu için üretim ve ticaretten kaçındı. Ancak 12. ve 13. yüzyıllarda İngiltere’de Magna Carta gibi hukukun üstünlüğünü güçlendiren belgeler ortaya çıkınca, ticaret yolları açıldı ve ekonomik büyüme hızlandı.
Osmanlı’nın klasik döneminde Şeyhülislam ve kadılar aracılığıyla yürütülen hukuk düzeni güçlüydü ve bu ekonomik canlılık ile siyasi istikrarın temelini oluşturdu. Ancak 17. yüzyıldan itibaren rüşvetin artması, tımar sisteminin bozulması ve adaletin keyfi kararlarla uygulanması sonucu Anadolu’da isyanlar (Celali İsyanları) baş gösterdi. Bu da tarımsal üretimin azalmasına ve mali yapının bozulmasına yol açtı.
Weimar Cumhuriyeti döneminde Almanya, hukuki ve anayasal krizlerle boğuştu. Yargının zayıflığı ve yürütmenin otoriterleşmesi, siyasi istikrarı baltaladı ve hiperenflasyonla birlikte ekonomik felakete kapı araladı. Bu kaos ortamında, hukuksuzluğu araçsallaştıran Nazi Partisi, demokratik sistemi ortadan kaldırdı ve Almanya’yı II. Dünya Savaşı’nın yıkımına sürükledi.
Hukuksuz İktisat ve Siyaset Dengesi Mümkün mü?
Hukukun üstünlüğü ilkesi, ekonomik aktörler için öngörülebilirlik sağlar; mülkiyet hakkını, sözleşme serbestisini ve ticaretin güvenliğini garanti eder. Aynı zamanda siyasi otoritenin keyfiliğini sınırlandırır, birey hak ve özgürlüklerini korur. Hukukun eksikliği, yatırım ortamını bozar, sermaye ve beyin göçünü hızlandırır, toplumsal çatışmaları körükler.
Türkiye, 1990’ların sonunda yaşadığı siyasi belirsizlikler ve zayıf hukuk devleti anlayışıyla ağır bir ekonomik krizle karşı karşıya kaldı. 2001 krizi, hem bankacılık sistemindeki denetim eksiklikleri hem de siyasette yargının bağımsızlığına yönelik sorunlarla ilişkilendirildi. Ekonomik aktörler için güvensizlik ortamı doğdu, döviz şokları ve yüksek enflasyon yaşandı. Ancak kriz sonrası dönemde, özellikle bağımsız düzenleyici kurumlar (BDDK, SPK gibi) ve reform paketleri ile hukuki altyapının güçlendirilmesi, ekonomide toparlanmayı hızlandırdı. Hukuki düzenin güçlenmesiyle birlikte Türkiye, kısa sürede sermaye girişini artırdı ve büyüme rakamlarını yukarı çekti.
Venezuela’da iki binli yıllarda Chavez ve ardından Maduro rejimi altında hukuk devleti ilkeleri sistematik olarak aşındırıldı. Mahkemelerin bağımsızlığı zayıfladı, mülkiyet hakları ve piyasa kuralları keyfi biçimde ihlal edildi. Bunun sonucunda, ülke dünya petrol rezervlerinin en büyüğüne sahip olmasına rağmen hiperenflasyon, sermaye kaçışı ve sosyal huzursuzluklarla boğuşmaya başladı. Bugün Venezuela, ekonomik potansiyelinin çok altında kalmış ve ağır bir insani krizle yüzleşen bir ülke konumunda.
Güney Kore, 1980’lerden itibaren hukuk reformlarına odaklanarak hem siyasi hem de ekonomik kurumlarını güçlendirdi. Yargı bağımsızlığının artırılması ve mülkiyet haklarının korunması sayesinde dış yatırımlar hızla arttı ve ülke bir “Asya kaplanı” olarak küresel ekonomide önemli bir oyuncu haline geldi. Benzer şekilde, Tayvan ve Singapur gibi ülkeler de hukuk altyapısını güçlendirerek sadece ekonomik kalkınma değil, aynı zamanda uzun vadeli siyasi istikrar elde ettiler.
Avrupa Birliği, genişleme süreçlerinde aday ülkelerden “hukukun üstünlüğü” ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmalarını bekler. Örneğin, Polonya ve Macaristan gibi ülkeler yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti standartlarında gerileme yaşadıklarında, AB tarafından hem siyasi hem de ekonomik yaptırımlarla karşılaştılar. Bu durum, yatırımcılar açısından da risk algısının artmasına yol açtı. Dolayısıyla AB, hukuk ve ekonomi arasında organik bir bağ kurarak istikrarlı bir ortak pazar yaratmayı amaçlıyor.
Teknoloji ve dijitalleşmenin hızlanması, özellikle veri güvenliği, dijital mülkiyet hakları ve uluslararası ticaret hukuku gibi alanlarda hukukun önemini artırdı. Çok uluslu şirketler ve yatırımcılar, yalnızca güçlü piyasa dinamiklerine değil, aynı zamanda hukukun öngörülebilirliğine de ihtiyaç duyuyor. Örneğin, yapay zekâdan fintech’e kadar birçok yenilikçi sektörün büyümesinde, veri koruma yasaları ve uluslararası hukuk normlarının belirleyici rol oynadığı gözlemleniyor.
Avrupa Birliği’nin Genel Veri Koruma Tüzüğü (GDPR), sadece kişisel verilerin korunması açısından değil, aynı zamanda AB ekonomisinin dijitalleşme sürecinde uluslararası rekabet gücünü artırma hedefiyle de uyumludur. GDPR sayesinde AB içinde faaliyet gösteren dijital şirketler, daha şeffaf ve güvenilir bir ortam sunarak hem tüketici güvenini hem de dış yatırımcı ilgisini artırdı.
Türkiye İçin Kurumsal Çıkarımlar
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde de hukuk devleti, ekonomik istikrar ve demokratikleşme sürecinin temel taşıdır. Yatırımcıların en çok dikkat ettiği konular arasında yargı bağımsızlığı, sözleşme güvencesi ve mülkiyet haklarının korunması yer alır. Bu alanlarda yaşanacak her tür zayıflama, sadece kısa vadeli ekonomik dalgalanmalara değil, uzun vadeli büyüme potansiyelinin de zedelenmesine yol açar.
Kurumsalcılık, özellikle Douglass North gibi iktisatçıların öncülüğünde geliştirilen bir yaklaşımla, ekonomik performansın sadece piyasa güçleriyle değil, aynı zamanda kurumlarla (rules of the game) belirlendiğini savunur. Kurumlar burada sadece fiziksel yapılar değil; yasalar, gelenekler, kurallar ve normlar gibi insan davranışını biçimlendiren yapılar olarak tanımlanır. North’a göre, “Kurumlar, belirsizliği azaltarak ekonomik ve siyasi etkileşimlerde maliyetleri düşüren yapılardır.” Ancak bu kurumların etkin olabilmesi için hukuki çerçevenin güçlü ve adil olması şarttır. Adaletsiz bir ortamda kurumlar yalnızca kağıt üstünde var olur ama işlevselliğini yitirir.
Kurumlar, hukukun sağladığı meşruiyetle işlerlik kazanır. Örneğin bir “sözleşme hukuku” yoksa veya mahkemeler bağımsız değilse, piyasa aktörleri arasında güvene dayalı bir alışveriş ortamı da oluşmaz. North’un ifade ettiği gibi, gelişmiş ekonomilerin hepsinde güvenilir mülkiyet hakları ve etkili bir sözleşme icra sistemi bulunur. Bu tür kurumlar, “yüksek güven ortamı” yaratarak yatırım kararlarını teşvik eder.
Adalet sistemi taraflı, rüşvete açık ya da zayıfsa; resmi kurumlar yerini informal (gayriresmi) yapılara bırakır. Mesela birçok gelişmekte olan ülkede mafya benzeri yapılar, devletin adalet sağlayamadığı yerlerde “alternatif çözüm” mekanizması olarak öne çıkar. Bu da North’un “path dependence” (yol bağımlılığı) kavramına uygundur: Bir kere adaletsizlik yerleştiğinde, kurumlar bozulur ve bu bozuk yapı kendini yeniden üretir.
Acemoğlu ve Robinson’ın “Ulusların Düşüşü” eserinde savundukları gibi, kapsayıcı (inclusive) kurumlar adil bir hukuk sistemi olmadan var olamaz. Adaletin zayıf olduğu ülkelerde “çıkarcı (extractive)” kurumlar oluşur. Bu tür kurumlar sadece belirli bir elit grubun çıkarını korur, geniş halk kesimlerinin ekonomik ve siyasi alanlardaki katılımını engeller. Örneğin, Osmanlı’da 17. yüzyıldan sonra tımar sisteminin bozulması ve rüşvetin yaygınlaşmasıyla “çıkarcı kurumlar” ön plana çıktı, bu da üretim ve ticaretin daralmasına yol açmıştır.
Kuzey Avrupa’da (İsveç, Norveç gibi) ve Anglo-Sakson modeli benimseyen ülkelerde (İngiltere, ABD) adalet ve hukuk sistemlerini tarih boyunca güçlü tutarak kapsayıcı kurumlar gelişmiştir. Bu durum, ekonomik başarılarının arkasındaki temel faktörlerden biri olmuştur. Özellikle İngiltere’de 1688’deki “Glorious Revolution” sonrası hukukun üstünlüğü güçlendi ve Parlamento’nun egemenliğiyle birlikte kapsayıcı ekonomik kurumlar inşa edildi. Bu da Sanayi Devrimi’nin yolunu açmıştır.
Türkiye’de özellikle son 20 yılda tartışma konusu olan yargının bağımsızlığı, kurumların işlerliğini doğrudan etkilemiştir. Kurumların siyasallaştığı algısı arttığında, iç ve dış yatırımcılar risk algısını yükseltmiş ve ekonomik göstergelerde dalgalanmalar yaşanmıştır. Yeni Kurumsalcıların bakış açısından, eğer hukuk sistemi öngörülebilir ve tarafsız olmazsa, ne Merkez Bankası gibi bağımsız kurumlar ne de özel sektör yatırım kararlarını sağlıklı biçimde alabilir.
Kurumsalcı iktisatçılar, iktisadi performansın iyi işlemesi için “adalet ve hukuk altyapısının güçlü olmasını” vazgeçilmez bir ön koşul olarak görür. Yani 1) Adalet olmadan kurumlar çalışmaz. 2) Kurumlar olmadan piyasa güvenle işlemez. 3) Piyasa işlemezse siyasi istikrar da sürdürülemez. Bu üçlü sarmalın merkezinde ise hukukun üstünlüğü vardır.
Türkiye İçin Kurumsal Reform Önerileri
Türkiye gibi gelişmekte olan ve yapısal sorunlarla mücadele eden ülkelerde, hukukun üstünlüğüne dayalı kurumsal reformlar hem iktisadi hem de siyasi istikrarın temel taşıdır. Yeni Kurumsalcı iktisat literatürü ve tarihsel tecrübeler ışığında, Türkiye için çeşitli reform önerileri öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki Yargı Bağımsızlığının Güçlendirilmesi başlığı altında toplanabilir. Yargı organlarının yürütme üzerindeki bağımsızlığı, yatırımcı güveninin ve demokratik meşruiyetin anahtarıdır. Bunun için Türkiye’de Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) gibi kurumların siyasi etki alanının dışında tutulması; Üst yargı organlarının atanma süreçlerinin şeffaf ve liyakat esasına göre yeniden düzenlenmesi; Mahkemelerin karar süreçlerinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarına uyumun artırılması gerekmektedir.
Özellikle mülkiyet hakkı, piyasa ekonomisinin temel taşlarından biridir. Türkiye’de arsa, tarım arazisi ve ticari işletmelere ilişkin hukuki belirsizlikler giderilmeli, kamulaştırma gibi işlemlerde mülkiyet sahibinin korunacağı güvenceler artırılmalıdır. Özellikle tapu ve imar davalarında sürecin şeffaflığı sağlanmalı ve idari keyfiyet önlenmelidir.
BDDK, SPK, Merkez Bankası gibi ekonomik düzenleyici kurumların karar alma süreçleri üzerindeki siyasi etkiler minimuma indirilmeli ve bu kurumların bağımsızlıkları yasal güvence altına alınmalıdır. Merkez Bankası örneğinde olduğu gibi para politikalarının öngörülebilirliği, hem enflasyonla mücadelede hem de yabancı yatırımcı güveninde belirleyici olacaktır. Benzer şekilde Sözleşme Hukukunun Etkinleştirilmesi gerekmekte, zira Türkiye’de ticari davaların uzun sürmesi, yatırımcılar için ciddi bir maliyet unsuru olmaktadır. Bu nedenle: Alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemleri (tahkim, arabuluculuk vb.) daha etkin hale getirilmeli; Ticaret mahkemelerinde uzmanlaşma artırılmalı ve iş yükü azaltılmalıdır; Uluslararası yatırımcılar için yerel hukuk sisteminin güvenilirliğini artıracak reformlar yapılmalıdır.
Kamu ihalelerinde şeffaflığın artması ve Avrupa Birliği standartlarına uygun bir ihale yasasının benimsenmesi olmazsa olmaz hususlardandır. Kamu kurumlarının performansını düzenli olarak değerlendiren ve raporlayan bağımsız denetim birimlerinin kurulması da etkinlik açısından elzemdir. Hakeza Sayıştay raporlarının Meclis denetimine daha açık ve etkin bir şekilde sunulması sağlanmalıdır.
Kurumsalcılık literatürüne göre, demokratik denge unsurları (checks & balances) sadece resmi kurumlarla değil, sivil toplum ve özgür medya ile sağlanır. Bunun için Türkiye’de medya üzerindeki sansür ve baskılar kaldırılmalı; sivil toplum kuruluşlarının faaliyet alanları genişletilmeli ve devletle olan ilişkilerinde bağımsızlıkları korunmalıdır. Eğitim ve İnsan Sermayesi Reformu sağlanmalı, adalet ve kurumsal kapasitenin yükselmesi, nitelikli insan kaynağı ile mümkündür. Bu bağlamda: hukuk fakültelerinin müfredatları modernleştirilmeli ve Avrupa standartlarına uygun hale getirilmelidir. Kamu ve özel sektörde liyakat esaslı atamalar teşvik edilmeli, sınav ve terfi süreçlerinde objektif kriterler uygulanmalıdır. Yerel yönetimlerin mali ve idari özerkliği artırılarak, kamu hizmetlerinde yerinden yönetim esasına dayalı daha etkin ve hesap verebilir yapılar kurulmalıdır. Merkezi yönetimin yerel idareler üzerindeki keyfi yetkileri sınırlandırılmalı ve belediyeler, özellikle yatırım süreçlerinde daha fazla söz sahibi olmalıdır.
Sonuç: Kapsayıcı Kurumların Önemi
Türkiye’nin uzun vadeli refahı ve siyasi istikrarı için, yukarıdaki reformların hayata geçirilmesi elzemdir. Douglass North’un da vurguladığı gibi, “kurumlar yalnızca formel yasalarla değil, bu yasaların etkin ve adil bir biçimde uygulanmasıyla anlam kazanır.” Türkiye, bu reformlarla kapsayıcı kurumları güçlendirebilir ve hem iktisadi performansını hem de demokrasisini sağlam temellere oturtabilir.
Siyaset bilimi ve iktisat tarihi, hukuksuzluğun uzun vadede hiçbir toplumda ekonomik refah veya siyasi istikrar getirmediğini ispat etmektedir. Roma’dan Osmanlı’ya, modern Avrupa’dan günümüz Türkiye’sine kadar adaletin ve hukukun güçlü olduğu her yerde ekonomik ve siyasal başarı; zayıf olduğu her yerde ise kriz ve istikrarsızlık hâkim olmuştur.
Tarih, hukuk-adalet sisteminin iktisat ve siyaset için ne kadar hayati olduğunu defalarca göstermiştir. Güçlü bir hukuk düzeni olmadan ne sürdürülebilir ekonomik kalkınma sağlanır ne de uzun vadeli siyasi istikrar tesis edilebilir. Bugün de her zaman da hukukun üstünlüğü, hem demokratik düzenin hem de piyasa ekonomisinin temel taşıdır.
Özellikle hukukun üstünlüğünü erozyona uğratan maceracı yeni rejim arayışları sonucu ulaşılan sonuçlar göz önünde bulundurulduğunda, hem rejimin hem de hukukun büyük risk altına girdiği unutulmamalıdır.