Müzik dostu Kamil Akarsu ve Zevcesine İthafen…
Odamdayım… Penceremden Alatoo dağlarına (Aladağlar) bakarken her yalnız kalmamda yaptığım gibi klasik Türk müziği dinliyorum. Ben hep musikiden ümit edenlerdenim. Hayatını onun etrafında kuranlardan. Bu gün de o günlerden biri. Dağları seyrederken dinlediğim Irak ve Acem-Aşıran makamlarıyla kendi iç alemimi kuruyordum. Biliyor musunuz, bu iki makam, düşünmeyi güçlendirir, üretkenlik duygusu verir, ilhamı artırır. Dinleyince, insan sakinleşir ve korkusu gider.
Bir taraftan dinlediğim musiki diğer taraftan seyrettiğim dağlar, biçare kalbime güven, güzellik, iyilik, sükunet, neşe, kararlılık, rahatlık ve refah hissi veriyordu. Böylece çarmıha gerilmiş kalbim yeniden diriliyordu. Bişkek’e çok yakın gibi duran fakat bir hayli uzak olan dağlarla irtibatımı fakülteye gelirken kurmuştum. Cal’a arabamla her sabah dönüşümde karlı dağlar ayakta karşılarlar beni ve hemen herkesi. Karlar, gurbet gündüzlerimizin güneşi olurdu. Şerha şerha birbirine yaslanan tepeler aslında ne kadar yalnızlardı. Tepeler, benim için sırrı içerisinde gizleyen bir “sır” gibiydiler. Bazen de tepeleri mezarlıklara benzettiğim oluyordu. Onda da mezarcı öbek öbek ektiği insanların birinin sırtını diğerinin göğsüne yaslamıştı. Onlar da yalnızdı. Tepeler, yıldızlı gecelerde mezarlarında uyuyan yalnızlara götürdü beni.
Her sabah fakülteye giderken gördüğüm her tepe sanki her mezarın, hem dik ve ayağa kalkmış hâmuş mezar taşı, hem de mezarın kendisiydi. İnsan ne zaman dağa çıksa, ne zaman bir mezarlığa gitse, onlarla konuşur. Dağlar ve mezarlar yalnızların dostları olan insanlar gibiydiler. Bişkek’te dağlar ve karlar olmasaydı ben kimle konuşurdum? Penceremden uzaklaşıp, fikri şantiyem dediğim odamdaki ikinci masaya oturdum. Elime masamın üzerindeki kitaplardan birisini aldım ve öylesine bir sayfa açtım.
İşte okuduğum öykü:
“Öğlen sonu ve gecenin ilk demlerinde dinlenen Isfahan makamından bir beste dinlerken aklıma o geldi. O kimdi? O benim ilk evlenme teklif ettiğim müzik öğretmeniydi. Her gün ya o arar veya ben arardım. O bana şarkı söyler, ben ona şiir okurdum. Kız kardeşimin arkadaşıydı. O onları koro çalıştırıyordu. Bir gün kardeşimden yardım istemiş. O da bize bu hususta yardımcı olsa olsa abim olur demiş ve bana gelip problemi anlatmıştı. Ben de elimden geldiği kadar çözmeye çalıştım.
Sonra, öğretmen hanım, beni fakültedeki odamdan aradı. Ne o beni, ne ben onu görmemiştik. Telefonda tam bir saat öylesi bir sohbet ettik ki, sanki yıllardır birbirimizi tanıyor gibiydik. 2-3 hafta birbirimizi hiç görmemiştik fakat her gün arıyor, şiir okuyor, şarkı, türkü söylüyorduk, birbirimize. Geceleri ise, gece yarılarına kadar mesaj gönderiyorduk.
Yine bir gün aradı ve en çok sevdiğim şarkıyı sordu. Ben de “sen nazla gezerken güzelim güller içinde, ben şiir okusam hüsnüne bülbüller içinde” isimli şarkı dedim. Ertesi gün bu şarkıyı telefonda bana bir okudu bir okudu ki, anlatamam. O gün onun bana, benim de ona aşık olduğumuzu anladım. Daha sonraki günlerde “artık görüşelim ve birbirimizi görelim” dedi. Beni Ramazan ayı olması dolaysıyla ilahi programı yaptığı Yıldız Teknik Üniversitesinin Sosyal Tesislerine iftar yemeğine davet etti. Ben de gittim. Heyecanımı anlatmaya kalemim yetmez. O klasik kemençe eğitimi almıştı. O kadar güzel bir kızdı ki, ilk kez görüyordum ama ben bitmiştim. Programını bitirdi ve masama geldi. Beni çene sakalımdan, yalnız oturmamdan ve kendine coşkulu bakışımdan tanımış, garsona kendi iftar tabağını benim masama hazırlamasını söylemişti. Karşıma oturunca hayatımın bütün muhasebesini bana yaptırdı. Hiçbir şey yapamamışım, hiçbir şey görmemişim, hiçbir eksiliği tamamlamamışım. Kendimin, kendime verdiği zaman hakkımın bittiğini anladım.
Nihayet görmek istediğim yüz karşımdaydı. Şaşkınlığım kemale ermişti. O nasıl biriydi? Gözleri bir lâhzada benim dış âlemle münasebetimi kesti. Sanki, altın çerçeveli bir pencereden izlediğim yeşil bir bahçe gibiydi. Başı mı? Omuzuna yerleşmiş küçük bir Çamlıca tepesiydi. Saçları rüya tepesine taht kuran bir bebeği uçuran meleklerin kanatlarına benziyordu. Ağzı, burnu bir yığın servetti; altın, gümüş, inci mercan misali. Sade, çizgili doğal bir zarafeti vardı. Sevmek ihtiyacını tatmin edecek bir genç kızdı.
Birlikte iftar yemeğimizi yapıp, sonra Bostancı sahilde bir kafeye gidip, gece yarısına kadar sohbet ettik. Ve daha sonra da onu Zeynepkamil’deki evine bıraktım.
Eve dönünceye kadar mesajlaşmalarımız devam etti. Kararımı vermiştim, bu öğretmen benim kaderimdi.
Ertesi gün Türk Ticaret Bankası’nın çıkardığı ve bir arkadaşımın verdiği Klasik Türk Müziği long plaklarını kargo ile evine gönderdim. Bir kağıda da şunu yazdım; ”bana sizin için verilmiş emanetinizi daha fazla bekletemezdim”. Heyecanla beni aradı ve cümlemden çok etkilendiği söyledi. Tabii günlük şarkı hakkımı da eksik etmedi”.
Öyküyü okudukça bende büyük tecessüsler bırakan dağları bile unutmuştum. Fonda üzüntü giderici, lezzet ve haz verici, beyinde ki kötü fikirlerden insanı uzaklaştırdığını bildiğim ve inandığım Neva makamından bir enstrüman müzik vardı. Öyküyü okumaya devam ettim…
“Artık her şey çok güzeldi. Hem onun için hem benim için yeni bir hayat başlamıştı. Hafta sonu bizi tanıştıran kardeşim onu içli köfte ve yaprak dolması yemeğe davet etti. Tabii bu davet bensiz tatsız tuzsuz olurdu. Çok harikulade bir yemek ve gece yarısına kadar sohbet ve sonra onu evine bırakma. Daha neler, neler…
Bir gün beni incitti. Ben de incindiğimi belirtmek için telefonumu kapattım ve bana 3 gün ulaşamadı. Tabii ki çıldırdı. Ben de böylece onu cezalandırmıştım ama onun da incindiğinin farkındaydım. Ertesi gün kendisine komşu olan bir arkadaşımı aradım, bir muhabbet kuşu almasını ve boncuklarla süslü bir kafese koyarak onun evine göndermesini söyledim. İçine yine bir not, “küçük kuşum” (ben ona hep öyle diyordum) Kuş gidince aklı uçtu ve aradı beni. Hem çok memnun olmuştu hem de kuşa isim koymuştu: Pamuk.
Artık evlilik konuşuyorduk. Her şeyin çok iyi gittiğini düşündüğüm bir an bana ”Sen çok güçlüsün, ben seni taşıyamam” dedi ve teklifimi kabul edemeyeceğini söyledi. Neye uğradığımı şaşırdım. Aradım. Kaderime ağlıyorum dedi ve telefonu kapattı. Kış günü evlerinin önüne gittim. Saatlerce gel konuşalım diye bekledim ama o kararını vermişti. Gelmedi…
Aradan iki yıl geçti. Ben bir hanımla tanıştım ve evlenmeye karar verdim. Nikah günü geldi çattı. Her şey hazırdı. Nikah memuru bana “Nişanlınla evlenmeyi kabul ediyor musun” diye sordu. Ben daha cevap vermeden nikah salonda o tanıdık ses duyuldu:
“Sen nazla gezerken güzelim güller içinde
Ben şiir okusam hüsnüne bülbüller içinde”
O kürsüye kadar geldi, şarkıyı gözlerimin içine bakarak sonuna kadar söyledi. Bütün salon dondu ve kaldı. Ben şaşkınlıktan ayağa kalkmıştım. Şarkı bitti. Koşarak salonu terk etti. Ben arkasından gidip gitmeme arasında boşlukta kalmıştım. Koştum arkasından ama kaybolmuştu.
Şimdi evliyim ve iki çocuğum var. Gözlerimi kapatınca çehresini gözlerimin önüne bile getiremiyordum fakat içimdeki gemi çatır çatır çatırdayarak batıyordu”.
Öykü bittiğinde müzikte bitmişti. Bir süre masamın başında oturdum. Sonra ayağa kalkıp entelektüel hapishanem dediğim odamda o malum “voltamı” dakikalarca attım. Pencereye yaklaştım. Dağlarda yankılanan segah bir besteyi dinleyerek akşam ettim.
Yazının İlk Kaleme Alınma Tarihi: 02.03.2008 Bişkek