Hukuk devleti, modern demokrasilerin temel özelliklerinden biridir. Devlet faaliyetlerinin hukuk kuralları çerçevesinde sınırlandırılmasını ve birey hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasını ifade eder. Hukuk devleti yalnızca kanunların varlığına indirgenemez; aynı zamanda bu kanunların adil, eşitlikçi, öngörülebilir ve insan haklarına uygun olması gerekir. Bu bağlamda, hukuk devleti hem bir yönetim biçimi hem de bir değer sistemidir. Yani yasa devleti ile hukuk devleti aynı anlama gelmemektedir. Aksi halde tarihin en totaliter rejimlerinden birisi olan Sovyetler Birliği’ni, Kuzey Kore’yi ve benzerlerini de hukuk devleti olarak saymamız icap eder.
Temel vurgu, devletin hukuka bağlı olduğu, keyfi davranışlardan uzak durduğu, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına aldığı bir yönetim anlayışının hakim kılınmasına yöneliktir. Sadece bireylerin değil, devletin kendisinin de hukuka tabi olduğu bir sistemdir. Hatta genel olarak devletlerin hukuka bağlı olmadığı ülkelerde bireylerin hukuki davranması beklenemez.
Bu kavramı, kesinlikle “kanun devleti” ile karıştırmamak iktiza ediyor. Kanun devleti, her şeyin kanunla düzenlendiği, ancak bu kanunların adil olup olmadığının sorgulanmadığı bir yapıyı ifade ederken; hukuk devleti, sadece kanunla yönetimi değil, bu kanunların muhteva olarak da adaletli olmasını ve insan haklarına uygunluğunu şart koşar. Dolayısıyla hukuk devleti, pozitif hukukun ötesine geçerek evrensel hukuk ilkelerine dayanır.
Tarihsel Arka Plan
Hukuk devleti anlayışı özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda Batı Avrupa’da gelişmeye başlamıştır. Bu gelişimin temelleri, özellikle Magna Carta (1215), İngiliz Haklar Bildirgesi (1689), Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (1789) ve Amerikan Anayasası (1787) gibi belgelerle atılmıştır. Bu belgeler, devlet iktidarını sınırlama ve birey haklarını güvence altına alma düşüncesini yerleştirmiştir. Alman hukukundaki “Rechtsstaat” kavramı, hukuk devletinin teorik temelini oluşturan önemli bir kavramsallaştırmadır. 20. yüzyılda ise bu kavram evrenselleşerek özellikle Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği gibi uluslararası kuruluşların normatif sistemlerinde yerini almıştır.
Hukuk Devletinin Unsurları
Hukuk devleti birçok ilkeye dayanır. Bunlar arasında en temel olanı Hukukun Üstünlüğü ilkesidir. Hiç kimse ve kurum hukukun üstünde değildir. Devlet dahil tüm kişi ve kurumlar hukuka tabidir. Hukuk kurallarının keyfî biçimde değiştirilmemesi, önceden bilinebilir olması bu ilkenin temelini oluşturmaktadır. İkinci unsur ise Temel Hak ve Özgürlüklerin Güvence Altına Alınması olarak ifade edilebilir. Hukuk devleti, bireyin temel hak ve özgürlüklerini sadece tanımakla kalmaz, onları etkin biçimde korur. Anayasalar bu hakların teminat altına alındığı metinlerdir. Yargının Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı ilkesi bu unsurlardan üçüncüsüdür. Buna göre yargı, yürütme ve yasama karşısında bağımsız olmalı, hâkimler herhangi bir politik veya ekonomik baskı altında kalmadan karar verebilmelidir. Bağımsız yargı, hukuk devletinin bel kemiğini oluşturmaktadır.
Dördüncü unsur ise İdarenin Hukuka Bağlılığı olarak ifade edilebilir. Modern bir demokraside idarenin tüm işlemleri hukuk kurallarına uygun olmalı ve bu işlemler yargı denetimine açık olmalıdır. İdarenin işlemlerine karşı dava açılabilmesi hukuk devleti açısından zorunludur. Kanunların Anayasaya Uygunluğu ve Anayasa Yargısı ilkesi beşinci ilke olarak göze çarpmaktadır. Hukuk devleti, kanunların da hukuka uygun olmasını gerekli kılar. Bu nedenle anayasa mahkemeleri, yasaların anayasaya uygunluğunu denetleyen mekanizmalardır. Bu denetim mekanizmasının pörsüdüğü ülkeler hızla demokrasiden de uzaklaşarak otoriterliğe meyleder. Bu genel ilkelere Hukuki Güvenlik ve Belirlilik İlkesi de eklenebilir. Buna göre bireyler hangi davranışlarının hangi sonuçları doğuracağını önceden bilebilmelidir. Gerçek hukuk devleti, hukuk sisteminde öngörülebilirliği sağlar. Diğer bir ifadeyle yarın sabah uyandığında bireyin başına neyin gelebileceğinin bilinmediği veya her türlü sürprizle uyanabildiği ülkeleri hukuk devleti saymak mümkün değildir.
Türkiye’de Hukuk Devletinin Genel Manzarası
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde, Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğu açıkça ifade edilmiştir. Ancak bu ilkenin uygulanmasında, anayasanın yürürlüğe girdiği tarihten beri zaman ciddi sorunlar yaşanmıştır. Türkiye tipi bir hukuk devletine yönelik olarak özellikle şu alanlarda eleştiriler yoğunlaşmaktadır. Bunların ilkini Yargı Bağımsızlığı oluşturmaktadır. Yargının siyasal baskılardan uzak karar verebilmesi hukuk devleti için yaşamsaldır. Ancak Türkiye’de son yıllarda yargının tarafsızlığı konusunda kamuoyunda ciddi endişeler doğmuştur. Hâkim ve savcı atamaları, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun yapısı gibi konular bu tartışmaların odağındadır. Temel Hak ve Özgürlüklere yönelik baskılar diğer bir eleştiri konusu olmuştur. İfade özgürlüğü, toplanma ve gösteri hakkı gibi temel özgürlüklerin kullanımı sık sık sınırlandırılmaktadır.
Özellikle olağanüstü hâl dönemleri ve sonrasındaki uygulamalar, bu alandaki sorunları görünür kılmıştır. Geçici olarak alınan önlemlerin kalıcılaştığı, hatta yasallaştığı durumlara çokça rastlanmıştır. İdari Yargının Etkinliği etrafında temel tartışma noktaları da yoğunlaşmaktadır. Oysa vatandaşların idari işlemlere karşı dava açma hakkı anayasal bir güvenceye sahiptir. Uygulamada sıkça görülen uzun yargılama süreçleri ve yargının etkisiz kalması bu hakkın zedelenmesine yol açmaktadır. Tek Parti dönemlerinin yaygın bir şekilde görülen “önce as, sonra yargıla” örtülü ilkesine benzer manzaralar ortaya çıkmaktadır. Yargılama olmadan yıllarca süren tutukluluk halleri, hukuk devleti iddiasında bulunan hükümetlerin, devekuşu benzeri kafalarını kuma sokarak görünmediği zehabına kapılması ile benzeşmektedir.
Hukuk Devleti İlkesinin Önündeki Tehditler
Sıkça görülen Siyasal Müdahaleler siyasal iktidarın, yargı ve yasama organları üzerindeki etkisini artırması, hukuk devletinin zayıflamasına neden olur. Bu zayıflık, çıplak gözle görülen bir olgu olmaktan ziyade toplumdaki adalet düşüncesinin korozyona maruz kalması suretiyle uzun vadede yıkıcı sosyolojik etkiler oluşturacaktır. Popülizm ve Otoriterleşme Eğilimleri aracılığıyla da popülist söylemlerle yargı bağımsızlığının itibarsızlaştırılması, hukuk devleti kavramını aşındırmaktadır. Toplumun, ait olduğu sosyolojiye ve siyasal organizasyona bağlılığını azaltan bu söylemler otorite ile simgeleşmiş olan devlet aygıtının da ciddiyetsizleşmesine neden olmaktadır. Yargı Reformlarının Yetersizliği bağlamında yargı sisteminde reformlar yapılsa da bunlar çoğu zaman yüzeysel kalmakta, yapısal sorunlara çözüm getirmemektedir. Yapay ve kalıcı olmayan bir müdahale olarak ortaya atılan reform paketleri, yargı paradoksunu sürekli genişletmektedir. Zira hukuk devleti, sadece birey haklarını koruyan bir yapı değil, aynı zamanda toplumsal barışın, ekonomik kalkınmanın ve demokratik istikrarın temelidir. Hukukun üstünlüğünün olmadığı bir toplumda keyfilik artar, yatırım ortamı bozulur, vatandaşların devlete olan güveni azalır. Uluslararası alanda da hukuk devleti, bir ülkenin demokrasi standardını belirleyen ana ölçütlerden biridir. Avrupa Birliği üyelik sürecinde de “Kopenhag Kriterleri” arasında hukuk devleti özel bir yer tutmaktadır.
Sonuç
Üzerinde ciltlerce kitap yazılmayı hak eden hukuk devleti ve karşı karşıya olduğu sorunlar tartışması, sadece bir anayasal ilkenin hayata geçmesi olarak değil aynı zamanda toplumsal yaşamın teminatı olarak masaya yatırılması gerekmektedir. Gerçek bir hukuk devletinde, iktidarın yetkileri sınırlanmış bireylerin hakları genişlemiştir.
Türkiye gibi, en azından anayasal düzeyde hukuk devleti ilkesini benimsemiş ülkelerde, bu ilkenin sadece kâğıt üzerinde kalmaması, hayata geçirilmesi ve güçlendirilmesi temel bir ihtiyaçtır. Bunun için yargı bağımsızlığına saygı gösterilmeli, kanun yapım süreçleri şeffaflaştırılmalı ve temel hak ve özgürlükler etkin biçimde korunmalıdır.
Bir ülkenin gerçekten hukuk devleti olup olmadığını belirleyen şey, en fazla toplumsal kırılmanın yaşandığı kriz anlarında bile hukukun üstünlüğüne bağlı kalıp kalmadığıdır. Yani bir değer ve ilkeler bütünü olarak toplumu yönetenler nezdinde içselleştirilmiş olması yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu bilinçle hareket etmek, hem bireylerin hem toplumun hem de devletlerin temel sorumluluğudur.
Aksi durumda, bu temel evrensel değerlerle arasına mesafe koymuş ve ikincil üçüncül önem atfetmiş olan devletler kabile devletinden öteye geçemeyecek, toplumlar ise ilkel kabilelerden müteşekkil bir insan kümesinden başka bir anlam taşımayacaktır. Tersine Montesquieu’dan beri ideal haline ulaşmaya çalışan yasama-yürütme-yargı erkleri arasındaki bağımsızlığa işaret eden “güçler ayrılığı” ilkesinin “güçler birliği” olarak yorumlanması ancak tarih öncesi çağlara dönmek anlamı taşıyacaktır.