İnsanlık tarihinde toplumların kimliklerini ve geleceklerini belirleyen temel unsurlar egemenlik ve özgürlük mücadeleleri ile şekillenmiştir. Yakın dönemde bu durumun en çarpıcı örneği, 1968’in toplumsal hareketlerinde görülebilir. Kapitalizmin küresel tahakkümüne karşı örgütlenen bu hareketler, birçok düşünür tarafından çağdaş bir özgürleşme mücadelesi olarak okunmuştur. Frankfurt Okulu’nun ve Eleştirel Teori’nin önemli bir temsilcisi olan Herbert Marcuse de bu düşünürler arasındadır.
Marcuse, Özgürlük Üzerine Bir Deneme (An Essay on Liberation) adlı kitabında 1960’ların sonundaki toplumsal hareketlerin etkisiyle, özgürlük kavramını yeniden düşünmek için hayati bir zemin sunar. Kitapta, mevcut sistemin derinlere işlemiş tahakkümü, alternatif olasılıkların ortaya çıkışı ve özgür bir toplumun koşulları tartışılır ve sadece siyasi baskıdan veya ekonomik sömürüden kurtuluş değil, aynı zamanda bireylerin içselleştirilmiş baskı mekanizmalarından, manipüle edilmiş ihtiyaçlardan ve tek boyutlu düşünce biçimlerinden özgürleşmesini de içeren çok katmanlı bir özgürlük anlayışı geliştirilir.
Kitapta, ileri kapitalist ve sosyalist toplumların sunduğu yüzeysel özgürlüklerin altında yatan derin tahakküm biçimleri eleştirel bir bakış açısıyla ortaya koyulurken, yeni bir duyarlılığın, estetik boyutun ve radikal bir bilinç dönüşümünün özgürleşme sürecindeki potansiyeli derinlemesine incelenir.
Bu yazı, Marcuse’ün kitabında ortaya koyduğu tahakküm biçimlerini ve özgürleşmenin imkanlarını genel hatlarıyla aktarma amacındadır.

Kapitalist Tahakkümün Çok Katmanlı Yapısı
Kurumsal kapitalizmin küresel hakimiyeti ve bu hakimiyetin sürdürülme biçimleri “yerleşik egemenlik (established dominion)” olarak tanımlanır. Yerleşik egemenlik, ekonomik ve askeri gücünün dört kıtaya yayıldığı, nüfusun büyük çoğunluğunu ezici üretkenliğine ve gücüne boyun eğdirme kapasitesinin sarsılmaz olduğu bir küresel güçtür. Marcuse, modern kapitalist toplumlardaki tahakkümün sadece dışsal bir zorlama olmadığını, aynı zamanda bireylerin zihniyetine ve arzularına nüfuz ettiğini savunur. Bu tahakküm biçimleri şu şekilde özetlenebilir:
İhtiyaçların Yönlendirilmesi ve “Gönüllü Kölelik”
Yerleşik egemenliğin, toplumsal kültür ve üretim biçimleriyle etkileşimini ifade eden “yerleşik toplumlar (established societies)” ile ilişkisi, özellikle tüketim ekonomisi ve meta biçimi aracılığıyla bireylerin ihtiyaçlarını ve arzularını şekillendirerek bir “ikinci doğa” yaratmıştır. İnsanların sürekli olarak yeni mallara sahip olma ve tüketme ihtiyacı, onların sömürücü bir sisteme olan bağımlılıklarını yeniden üretmektedir. Bu durum, sahip olma, tüketme ve sürekli olarak yeni araç gereç edinme ihtiyacının, kişinin kendi yıkımı tehlikesi pahasına bile olsa “biyolojik” bir ihtiyaç haline geldiğini gösterir. İnsanlar kendi ihtiyaçları ve arzuları aracılığıyla sisteme bağlanarak bir tür “gönüllü kölelik” gerçekleştirirler. Kapitalizmin gönüllü köleliği yeniden üretme kapasitesi, şiddeti ve baskıyı doğrudan uygulamasıyla değil, uzun vadeli memnuniyet ve tatmin üretme yetisiyle anlaşılabilir.
Teknolojik Gelişmenin Sınırlanması
Teknolojik ilerleme, teoride özgürleştirici bir potansiyele sahip olsa da kapitalizmde tahakküm aracına dönüşür. Burada söz konusu olan biçim, teknolojik ilerlemenin ya da teknolojik ürünün kendisi değildir. Teknolojik ürünler, kârlı değişim gereksinimlerine uygun olarak üretildiklerinde ve insanların kendi varlıklarının ya da kendi “gerçekleşmelerinin” bir parçası haline geldiklerinde baskıcı hale gelirler.
Marcuse’ün ifadesiyle:
“Kapitalizmde insanlar varoluşlarının büyük bir kısmını pazardan satın almak zorundadır.”
Bu bakımdan, yerleşik toplumların sahip olduğu teknik ve teknolojik güçler, yoksulluğu ve kıtlığı küresel ölçekte sona erdirebilecek potansiyele sahipken, ortaya çıkan varoluş hali sermayenin gerçekleşmesinden başka bir şey değildir.
Bilinç ve Hayal Gücünün Kontrolü
Kurumsal kapitalizmin gücü, radikal bir değişime yönelik bilinç ve hayal gücünün ortaya çıkmasını engellemektedir. Kitle iletişim araçları aracılığıyla rasyonel ve duygusal yetiler piyasaya ve politikalara uyarlanarak yerleşik egemenliğin savunulması sağlanır. Tüketimdeki göreli eşitlik, işçi sınıfının zihinsel ve içgüdüsel koordinasyonunu mümkün kılmakta ve onların da orta sınıfların istikrar sağlayıcı ihtiyaçlarını paylaşmasına yol açmaktadır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, işçi sınıflarının radikalleşmesi, toplumsal olarak tasarlanmış bir bilinç tutulması ve sömürülenlerin köleliğini sürdüren ihtiyaçların geliştirilmesi ve tatmin edilmesiyle engellenir. Bu durum, radikal değişimin aktörlerini öğrenci hareketleri, getto nüfusu ve Üçüncü Dünya ülkelerinin ulusal kurtuluş hareketlerine kaydırmıştır.
Demokratik Sürecin Sınırları
Modern demokrasiler, yasal çerçeveleriyle özgürlük vaat etse de, muhalefeti sisteme dahil ederek etkisizleştiren ve statükoyu koruyan bir mekanizma olarak işler. Başka bir ifadeyle, bu sistemler, kendi içindeki işleyiş ve hakim güçlerin etkisi nedeniyle radikal değişimi engelleme potansiyeline sahiptir.
Toparlayacak olursak, kapitalist ilerlemenin tahakküm biçimleri insan varoluşunun “açık alanı” olan özgürlük ortamını daraltmaktadır. Yerleşik egemenliğin değerleri halkın kendi değerleri haline gelir; uyum, kendiliğindenlik ve özerklik haline gelir; sosyal gereksinimler arasındaki seçim, özgürlük olarak görünür. Aynı zamanda, bu ilerleme, insanların böyle bir ortama duyduğu “özlem” ihtiyacını da azaltmaktadır.
Özgürleşmenin İmkanları ve Doğası
Yerleşik toplumlar, egemenliklerini ne kadar rasyonelleştirirlerse rasyonelleştirsinler, insan varoluşunun köleliğini yeniden üreten ihtiyaçlar, tatminler ve değerler yaratırlar. Bu gönüllü kölelik, bireylere içselleştirildiği ölçüde, ancak insanın altyapısındaki sınırlama ve memnuniyetin köklerine inen, kurulu düzenden metodik kopuşu ve reddi hedefleyen bir siyasi pratik yoluyla kırılabilir.
Yeni İhtiyaçlar ve Yeni Bir Duyarlılık
Toplumsal muhalefet, yalnızca siyasi değil, aynı zamanda içgüdüsel ve ahlaki bir isyandır. Özgürleşme, sömürücü sistemin yarattığı yapay ihtiyaçlardan ve rekabetçi performans beklentilerinden kurtulmayı içerir. Burada muhalefetin vurgusu, sadece ekonomik taleplerden ziyade, biyolojik ve estetik ihtiyaçlara kaymaktadır. Yeni bir duyarlılık, saldırganlık ve suçluluk yerine yaşam içgüdülerinin ön plana çıktığı, adaletsizlik ve sefaletin ortadan kaldırılması yönünde bir arzu yaratır. Bu bakımdan, özgürleşmenin temelinde yeni bir duyarlılık ve yeni bir bilinç bulunur.
Teknolojinin Özgürleştirici Potansiyeli
Bilim ve teknoloji aslında kurtuluşun büyük araçlarıdır ve yalnızca baskıcı toplumda kullanımları ve kısıtlanmaları onları tahakküm araçlarına dönüştürmektedir. Teknolojik ilerleme, sömürüden arındırıldığında ve özgür bir toplumun ihtiyaçlarına göre yeniden yönlendirildiğinde, özgürleşmenin önemli bir aracı haline gelebilir. Ancak bu, bilim ve teknolojinin mevcut yön ve hedeflerinin değişmesini gerektirmektedir.
Sanatın ve Estetiğin Rolü
Sadece güzellik ve sanatsal ifadeyle sınırlı olmayan estetik, yeni bir duyarlılığı, hayal gücünü ve insan ihtiyaçlarının tatminini kapsayarak özgür bir toplumun şekillenmesinde temel bir güç olarak görülmektedir. Aynı zamanda, yeni değerleri tanımlamak için kullanılacak yeni bir dil (kelimeler, imgeler, jestler, tonlar) de estetik boyuta dahildir. Marcuse’a göre sanat, yalnızca bir ifade aracı değil, aynı zamanda toplumsal dönüşümün bir parçasıdır. Estetik, yeni bir dil ve hayal gücü yaratarak tahakkümün sınırlarının aşılmasına yardımcı olabilir.
Dayanışma ve İşbirliği
Özgür bir toplumun inşası, sömürüden arınmış, “biyolojik” bir dayanışmaya ve işbirliğine dayanırken, zorunluluk alanının örgütlenmesini ve özgürlük alanının gelişimini yönlendirerek yeni çalışma teşvikleri yaratır.
Marcuse’ün, “yaşam içgüdüleri, yaşamın birleşmesi ve gelişmesi için çabalar” ifadesi bu durumu açıklamaktadır. Bu aynı zamanda, birçok iyi niyetli insanın çalışma teşvikleri ile ilgili şüphesine ve “özgür bir toplumda insanlar ne yapacak?” sorusuna yazar tarafından verilen bir cevaptır. Marcuse, genç bir siyahi kızın sözünü aktararak şunu vurgular:
“Hayatımızda ilk kez ne yapacağımızı düşünmekte özgür olacağız”.
Sonuç
Marcuse’ün Özgürlük Üzerine Bir Deneme adlı eseri, kapitalist tahakkümün derinlemesine işlediği bir dünyada özgürleşmenin imkanlarını sorgular. Yerleşik egemenliğin yarattığı “gönüllü kölelik” mekanizmalarını teşhir ederken, yeni bir duyarlılık, teknolojinin özgürleştirici potansiyeli ve estetiğin dönüştürücü gücü gibi alternatif yollar sunar. Marcuse’e göre gerçek özgürlük, yalnızca ekonomik veya siyasi değil, aynı zamanda zihinsel ve içgüdüsel bir kopuşu gerektirir. Bu bağlamda kitap, yalnızca 1968’in ruhunu yansıtmakla kalmaz, günümüzde de süren tahakküm ve özgürleşme mücadeleleri için hala geçerli bir manifesto niteliği taşır.
Son olarak, yazar kitabını Orwellci bir “sahte demokrasi” dünyasında yaşamın, siyasetçilerin, yöneticilerin ve generallerin elinde bir oyuncağa dönüştüğünü hisseden ve yaşamı yaşanmaya değer kılmak için mücadele eden gençlere adamıştır.