“Kabul ettiğim doğrulardaki yanlışlarla, reddettiğim yanlışlardaki doğruları aramak benim devrelemin temeli değil hedefidir.” Bu cümle, sadece bir düşünce dönüşümünün değil, aynı zamanda varoluşsal bir uyanışın dışavurumudur. İçinde yaşadığımız çağ, kesin hükümlerin kolayca üretildiği, hızlı etiketlerin karanlık güvenliğine sığınıldığı, karmaşıklığın ise sabırsızlıkla dışlandığı bir çağ. Böylesi bir dünyada insan, kendi doğrusunu sadece bir bilgi kategorisi olarak değil, aynı zamanda bir kimlik siperi, bir aidiyet duvarı olarak örmeye başlıyor. İşte benim ilk devrem böyle şekillendi: Doğrularım bana güven verdi, inşa etti; ama aynı zamanda beni bir hakikat monoloğuna hapsetti.
BİRİNCİ DEVRE – KABULÜN KÖR IŞIĞI: “Doğruya Sığınmak” (Doğruların İhtişamı ve Körlüğü)
İlk devrem, düşünceden önce aidiyetin konuştuğu bir dönemdi. Burada “doğru” bir gerçeklik değil, bir sığınaktı. Gölgesinde dinlendiğim, altında kendimi güvende hissettiğim bir çınar gibiydi. Oysa düşünce, ancak güneşte yürünerek gelişir; gölgede değil.
Felsefi örnek:
Platon’un mağara alegorisinde, mağaradaki gölgeleri hakikat sanan insanlar gibi, ben de bana öğretilenleri hakikat zannediyordum. Oysa gerçek, dışarıdaydı; göz kamaştırıcıydı ve acı vericiydi. Ama mağarada olmak, dışarıdaki ışıktan daha huzurlu hissettiriyordu.
Tasavvufi örnek:
İmam Gazali’nin “tahkik ehli” olmadan önceki dönemi gibiydi bu devre. Nizamiye medreselerinin gözde hocasıyken, içindeki şüpheyi bastırmaya çalışıyordu. Ona göre doğruyu anlatıyor, savunuyor, öğretiyordu. Ama kalbi boştu. “İlim kalbe inmediği sürece sadece bilgi yüküdür” demesi bu yüzden…
Bu devre, doğrunun putlaştığı devredir. İnsan doğruya değil, doğrunun kutsanmışlığına teslim olunca, hakikatten uzaklaşır.
İlk Devrenin Kurgusu: Doğrularla İnşa Edilen Kule
İlk devre, insanın kendine anlattığı anlatıdır. Gençlik, öfke, idealizm ve aceleyle birleşerek “doğru”yu bir kale duvarına çevirir. Bu doğrular sorgulanmaz çünkü onlara ulaşmak bir bedel ödemekle ilişkilidir. Oysa çoğu zaman bedel, hakikate değil; bir cemaatin, bir geleneğin ya da bir ideolojinin onayını almaya yönelmiştir.
Bu devrede “yanlış”lar ise düşmandır. Çünkü yanlış, doğrunun tehdit altına girmesi demektir. Yanlışın içinde bir hakikat barınamayacağına dair bir inanç hâkimdir. Bu inanç, insanı mutlaklığa sürükler. Halbuki hakikat, mutlaklık istemez; mütevazılık, açıklık ve derinlik ister. Ama biz ilk devremizde hakikati bir çatı olarak değil, bir sınır olarak kullanırız.
Ben de doğrularımı böylesi bir sınır gibi yaşadım. Onlarla kendimi tanımladım, bir yere ait oldum, bir yön çizdim. Ama bu yön, kendi gölgesini fark etmeyen bir çizgiydi. Ve zamanla o çizgi içime çökmeye başladı. Çünkü doğrunun içindeki yanlışları görmemek, bir tür içsel körelmeye neden oluyordu. Ve tam bu noktada ikinci devre başladı.
İKİNCİ DEVRE – ŞÜPHENİN MERHAMETİ: “Reddettiğim Yanlışlarda Gizlenen Doğrular” (Kendi Doğrumla Hesaplaşmak)
Kendi doğrularımı parçalarken, başkasının yanlış gördüğüm sözlerinde parıldayan küçük hakikat kıvılcımları bulmaya başladım. Bu devreyi sarsıntı devresi olarak da adlandırabilirim. Çünkü alıştığım düşünsel zemini yitirdim ama bununla birlikte hakikate doğru bir adım atmış oldum.
Ana cümle:
“Kabul ettiğim doğrulardaki yanlışlarla, red ettiğim yanlışlardaki doğruları aramak benim devrelerimin temeli değil, hedefidir.”
Felsefi örnek:
Descartes’in “Metot Üzerine Konuşma”sı bu devreyi temsil eder. “Kesin bilgiye ulaşmak için her şeyden şüphe edeceğim” diyerek, doğrularını söktü. Ve yalnızca şüphe edebilmenin kendisinin şüphe edilemezliği üzerine “Cogito ergo sum”u inşa etti. Şüphe burada inkâr değil, yapıcı bir devrimdir.
Tasavvufi örnek:
Mevlânâ’nın Şems’le karşılaşmadan önceki hayatı ile sonraki hayatı arasındaki fark… Şems, Mevlânâ’nın “doğru bildiği” her şeyi bir bir sorgulattı. İlimle şekillenmiş bir hayat, aşkın ateşiyle yeniden yoğruldu. “Ben artık bildiğim gibi değil, yandığım gibi konuşacağım” derken aslında ikinci devresine girmişti.
Bu devrede insan, kendi duvarlarını aşar ama başka duvarlara çarpmaz. Duvarları parmaklık yapan değil, pencere yapan kişidir artık.
İkinci Devrenin Eşiği: Yıkım ve Yeni Bir Arayış
İkinci devre, çoğu zaman bir yıkımla başlar. Artık doğru dediğin şeyin içine sızan kibri, korkuyu, hesapçılığı görürsün. Red ettiğin yanlışların içinde ise samimiyetin, insaniyetin, hatta bir başka zaviyeden bakıldığında hakikatin izlerini fark edersin. Bu fark ediş, sadece bir bilgi değişimi değildir; bir ontolojik sarsıntıdır.
İşte bu yüzden dedim ki:
“Kabul ettiğim doğrulardaki yanlışlarla, red ettiğim yanlışlardaki doğruları aramak benim ikinci devremin temeli değil hedefidir.”
Çünkü bu arayış, bir düşünce sistemi kurmaktan çok, o sistemin içini açarak yeniden yaşamaya başlamaktır. Artık amaç doğrularla dolu bir bina inşa etmek değil, o binanın içinde yankılanan sesi dinlemektir. Artık bilgi yeterli değildir; bilginin niyeti, bağlamı ve ahlakı sorgulanmak zorundadır.
İkinci devrede insan, şunu öğrenir:
Kendi doğrularının içinde bastırdığı sesler olabilir. Yanlış diye susturduğu düşüncelerde ise zamanın testinden geçmiş hakikat kıymıkları barınabilir. Bu yüzden hakikate yürüyüş, tek bir yöne değil, çoklu istikametlere açık olmayı gerektirir.
Doğru ile Yanlış Arasında Kalmak: Felsefi Bir İmtihan
Bu noktada felsefe devreye girer. Çünkü felsefe, düşüncenin kendi üzerine düşmesi, kendini sınaması, kendini askıya almasıdır. Benim ikinci devremin hedefi, felsefi düşünce ile tasavvufi sezgi arasındaki o ince çizgide yürümek oldu.
Farabî’nin dediği gibi, “Her şeyin hakikatini bilmek, onu olduğu gibi idrak etmektir.” Ama “olduğu gibi” idrak etmek, sadece onu dış dünyada gözlemek değil, aynı zamanda kendi bakışımızın kırılmalarını da fark etmektir. Bu kırılmalar, kendi doğrularımıza en çok yapıştığımız yerde olur.
Ve burada tasavvufun “ölmeden önce öl” ilkesi devreye girer. Bu ikinci devre, bir bakıma düşüncede “ölmeden önce ölmek”tir. Kendi mutlak doğru iddialarından, kendi yargılarının tanrısallığından vazgeçmektir. Yanlışı dışlamamak, onunla konuşmak, onu bir ses olarak duymak; çünkü hakikat bazen bize en uzak sandığımız yerden seslenebilir.
ÜÇÜNCÜ DEVRE – DÜŞÜNCENİN TEVÂZUSU: “Yargıdan Sorulara” (Hakikat Arayışı: Düşüncenin Tevazusu)
Bu devrede düşünce artık bir ikna aracı değil, bir ibadet biçimidir. Doğru bildiğini savunmanın değil, hakikati dinlemenin zamanıdır. İnsan, düşünceye hükmetmez, onunla yürür. Bu yürüyüşte artık kesinlikler yerini ihtimallere, gurur yerini tevâzuya bırakır.
Felsefi örnek:
Sokrat, düşünceyi yargılamak için değil, sorgulamak için kullanırdı. “Hiçbir şey bilmediğimi biliyorum” derken üçüncü devreyi felsefenin diliyle kuruyordu. Kendi doğrularına değil, sorularına sadıktı.
Tasavvufi örnek:
Yunus Emre’nin şu dizeleri, bu devrenin ruhudur:
“Bir ben vardır bende, benden içeri.”
Bu benliğin içindeki başka benliğe yolculuk, kendi bildiklerinden şüphe etmeyi değil; onları çözerek kalbe indirmenin adıdır. Yunus’un şiirinde artık yargı yoktur, soru vardır. Bilmek değil, bulmak arzusu vardır.
DÖRDÜNCÜ DEVRE – AŞKIN TAHLİLİ: “Yanmak ve Dönmek” (Sufînin Yolunda: Doğruyu Aşmak, Yanlışı Dinlemek)
Bu evrede doğru ya da yanlışın ötesinde bir tecrübe başlar: Aşk. Düşünce yanar, sezgi konuşur. Doğrunun ispatı değil, hakikatin tanıklığı önemlidir. İnsanın kalbiyle konuştuğu, sezgiyle düşündüğü, ilhamla sustuğu evredir bu.
Felsefi örnek:
İbn Arabi’nin “Vahdet-i Vücud” anlayışı burada devreye girer. Doğru ya da yanlış yoktur, sadece tek bir varlık vardır: O. Her şey O’nun zuhuru olduğu için, yargılamak değil, temaşa etmek gereklidir.
Tasavvufi örnek:
Hallâc-ı Mansûr’un “Enel Hak” sözü, bu devrede yankılanır. Bu cümle bir doğru savunması değildir; bir hâlin ifadesidir. “Ben O’yum” derken ne benliği kalmıştır ne yargısı. Hakikatin kendisinde eriyerek, bütün “doğru-yanlış” kutuplarını aşmıştır.
BEŞİNCİ DEVRE – SADAKATİN SÛKÛNU: “Ne Doğru Ne Ben, Sadece O” (Yeni Bir Etik: Fikre Sadakat Değil, Hakikate Açıklık)
Bu evre, ne düşüncenin hükmettiği ne aşkın yaktığı bir evredir. Burada artık bir denge, bir sükûn vardır. Hakikat, sahip olunan değil, teslim olunan bir varlıktır. Artık hiçbir şeyi savunmak zorunda hissetmiyorsun kendini. Sadece tanıklık ediyorsun. Savunmadan, yargılamadan, etiketlemeden…
Felsefi örnek:
Pascal’ın “Kalbin kendine ait nedenleri vardır, akıl onları bilmez” sözü bu evrenin iz düşümüdür. Hakikat artık rasyonel değil, sezgisel ve teslimiyetle var olan bir hâle gelmiştir.
Tasavvufi örnek:
Şeyh Galib’in “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen” dediği noktadayız artık. Evrenin özü, senin içinde. Artık dışarıdan arama. Ne doğruda ne yanlıştasın. O’ndasın. Ve O, sende.
Sonuç: Arayışın Devamlılığı ve Hakikatin Yolda Olması
Kabul ettiğim doğrulardaki yanlışları, red ettiğim yanlışlardaki doğruları aramak, artık benim için bir görev değil, bir varlık biçimi haline geldi. Çünkü hakikat sabit değil, yaşayan bir şeydir. Ona ulaşmak bir sonuç değil, sürekli devam eden bir süreçtir. Her doğruda bir karanlık, her yanlışta bir ışık olabilir. Bu da beni sürekli dikkatli, uyanık ve mütevazı olmaya çağırıyor.
Bu nedenle, bu cümle sadece bir düşünce biçimi değil; bir yaşayış tarzıdır. Bir düşünürün, bir müminin, bir arifin yoludur bu. Ve ben bu yolu yürümeye niyet ettim. Temel değil bu yol; çünkü temeller sabittir, hareket etmez. Ama bu yol, bir hedef olarak içimde büyüyor. Çünkü hakikat, sadece bilinmek için değil, yaşanmak içindir.