Deniz kıyısında bir siluet belirirdi bazen. Rüzgârın hüzün taşıdığı bir figür gibi usulca belirir ve sonsuz maviliğe karışır giderdi. Onu görenler, ansızın bir düşü gerçekleştirir gibi hissettikleri bu anın zamana hapsolmasını dilerdi. Ama o, geldiği gibi sessizce kaybolurdu.
Uzun, koyu renkli elbisesi rüzgârda dalgalanırken, içindeki fırtına asla dışarı taşmazdı. O fırtına, sadece onun derinliklerinde saklıydı. Gözleri, bir kuyunun karanlığına benzerdi; insan bir kez o derinliğe daldı mı geri dönmesi zordu. Hatta kaybolmayı dahi güzel kılan bir boşluktu o gözlerdeki.
Gölgesi denize vurduğunda, dalgalar bile bir an duraksar, sanki onun varlığına saygı duyarmış gibi geri çekilirdi. Yürüyüşü zarif, bir melodinin ritmine uyan bir dans gibi ahenkliydi. Kumlar, ayaklarının altında nazik dokunuşlarla şekil alır; dünyevi varlığı, bu ince izlerin ardında bırakır gibidir. Sanki dünya onun adımlarıyla yeniden inşa ediliyordur.
Suya girdiğinde, deniz, onu fark eder gibi sessizce durulur. Dalgalar usulca geri çekilir, sular ona yol açar. Hareketleri, bir ilahi ritmin parçası gibi akıcı ve sakindir. Sanki su, onu bağrına basmak için beklemektedir. Yüzdüğünde, suyun serin dokunuşu, onunla bir uyum içinde devinir. Kulaçları, suyun içinde yankılanan bir melodi gibi ahenkle ilerler. O an, zaman durur, geçmiş ve gelecek erir, sözlerin anlamı yitirilir ve geriye sadece onun hareketlerinin içsel bir huzurun ifadesi olduğu gerçeği kalır. Gözlerini kıyıya çevirdiğinde, orada kimse olmasa bile, onun gözlerinin gölgeli derinliğinde kendini bulan herkes, unutulmuş bir hatıranın içine düşerdi. Geçmiş anlar, onun bakışlarında tekrar canlanır; bir zamanlar unutulduğuna inanılan her şey, o gözlerin karanlığında yeniden varlık bulurdu.
Sahile geri döndüğünde, ıslak saçları rüzgârın insafına kalırdı. Gece gibi koyu saçları, rüzgârla konuşur, dalgaların sesine karışan fısıltılar yaratırdı. İnsan, onu izlerken, görünmeyen bir hikayenin parçası olmaktan kendini alamazdı. O, zamanın ötesinde, ama yine de bu dünyaya dokunan bir varlık gibiydi.
Sonra yürürdü. Sahilin kenarında, ayaklarının altındaki kumlara hafif izler bırakırken… Ne aceleci ne de duraksayan bir yürüyüş… Sadece var oluşun kendisi gibi. Adımları, geçmişin yankılarının ötesinde bir zamansızlık hissi taşır.
Ve sonra bir kayanın üzerine otururdu. Oturuşu, yüzyıllardır bu dünyaya ait olmayan ama hâlâ burada kalmayı seçmiş bir ruhun asaletiyle doluydu. Ellerini dizlerinin üzerine bırakırken, sanki tüm zamanları içinde taşıyan bir heykel gibi hareketsiz kalırdı. Ama gözleri… Onlar her zaman konuşurdu.
Kimi zaman bakanlar, o gözlerin içinde kaybolmaktan korkardı. Kimi zaman ise, kaybolmayı dahi isteyecek kadar büyülenirdi. Çünkü onun kuyunun derinliğini andıran gözlerinde, herkes kendi hikâyesini bulurdu. O gözlerde, kaybolmak dahi bir huzurdu.
Ve kimse bilmezdi; o kadın, neyin anısını taşıyordu? Hangi hatıralar, onun varlığının sessizce sulara karışmasını sağlıyordu? Ne zamana ait bir ruhtu?
Belki de hiç kimse, onun kuyular kadar derin gözlerinin ardındaki hakikati gerçekten bilemeyecekti; Ve çalılıklar arasında kırışık halde bir kağıtta yazılan şiirin kime ait olduğunu…
Gölgeli Gözler
Gece gibi gölgeli gözler,
Derin, suskun, yitik bir sır.
İçinde zaman kaybolur,
Yankılanır eski bir hüzün.
Gölgeler düşer yüzüne,
Bir anı çırpınır, söner.
Geçmişin titrek aynasında
Gözlerin sessizce döner.
Hangi düşlerin eşiğinden
Geriye kaldı bu karanlık?
Hangi rüzgârın izidir
Bu derinlik, bu suskun yanık?
Bir bakışta kaybolurum,
Karanın siyah ve serin duvarında.
Gözlerin, geceye açılan
Sessiz bir kapı gibi bana…