Yusuf ÇİFCİ*
Bu yazı, size birkaç şey vermeyi vaat ediyor. Eğer sonuna kadar okursanız, tabii ki yazıdan önceki siz ile yazıdan sonraki siz aynı olmayacaksınız. Bunların da ötesinde Türkiye’deki her ortalama okurun yaptığı gibi, bu yazının yazarını ideolojik olarak konumlandırmak yerine, yazıyı anlamaya çalışırsanız, muhtemelen bir daha bir görüntü tasarımı olarak sinema eserlerine daha önce baktığınız gibi asla bakamayacaksınız. Ve dahi başka şeylere de eskisi gibi bakamayacaksınız.
Bu yazıda konu edindiğimiz, birbiriyle ilişkili temelde dört ana başlık var. Bunlardan ilki, bir sinema okuru ya da yazarı olmasanız da bir sinema filminin, dizinin ya da görüntüye aktarılmış bir tasarımın nasıl okunacağı ile ilgili. İkincisi, politik-ekonomik olarak Marx’ın ifadesiyle, kapitalin estetize edip satabildikleri ve satamadıkları ile ilgili. Üçüncüsü, son günlerde çok fazla popüler olan Gassal adlı diziye Türkiye’deki yaklaşımların hastalıklı tarafları üzerine. Son başlık ise Gassal adlı dizinin sosyolojik, felsefi, psikoanalitik ve sinematografik analizi ile ilgili olacak.
Odadaki fili öldürmeyeceğim. Çünkü her doğru önermenin arkasında binlerce cenaze vardır. Cioran hocamın Çürümenin Kitabı’nda dediği gibi; “Tanımların arkası, kadavralarla doludur.” Cioran’dan hareketle bana “İyi sinema okurunu nasıl tanımlarsın?” diye sorsalar, herhalde direkt olarak; “Kendi dünya görüşüne bağlı olarak bir sinema eserini okumayan kişidir.” derdim. Bu önermenin zıddını da ileri sürebiliriz. Kötü sinema okuru, bir sinema eserini, kendi dünya görüşüne göre okuyan ve o eseri, kendi haritasındaki iyi ve kötü diyalektiğindeki yere oturtarak yorumlayan kişidir. Tabii sonra da gündelik hayatına geri dönüp sinema okuru olduğuyla ilgili naralar atmayı da elden bırakmayacaktır bu kişi…
Burayı biraz daha açmak isterim. “Anlamak” nedir? Anlamak, bir şeyi kendi ait olduğu yere konumlandırmaktan başka bir şey değildir. Bauman hocamın Sosyolojik Düşünmek adlı eserinde ifade ettiği gibi bir karnıyarık yemeği, mutfaktaki masanın üzerindeki tabakta gayet leziz görünür. Peki ya aynı aynı karnı yarık yemeğini yatak odasındaki yastığınızın üzerine boca etseniz ne olur? Muhtemelen tiksinti uyandırır. Evet evet; doğru duydunuz tiksinti ya da bulantı, ontolojik olarak bir şeyin ait olduğu yerde durmamasından kaynaklanmaktadır. Onun içindir belki de anlamak biraz tiksinçtir. Örneğin Gassal adlı diziyi anlamadan kendi ideolojik haritanızdaki yerine oturttuğunuzda, onu kötü olarak etiketleyip hayatınıza devam edebilirsiniz. Peki ya anlamaya çalışırsanız ne olur? İşte o zaman bir tiksinme duygusu oturacaktır boğazınızın orta yerine! Sonra ne mi olacak anlamak için çaba sarf edeceksiniz ve hiçbir zaman eskisi gibi olamayacaksınız. Bu sebeple olsa gerek her anlama deneyimi, arkasında binlerce öldürülmüş benlik, binlerce ideolojik benlik, binlerce inanç benliği bırakır.
Köpek Dişi adlı sinema filmini önerdiğim bir muhafazakardan aldığım tepki ile Garip Bir Koleksiyoncu adlı sinema filmini önerdiğim bir sosyalist ya da sekülerden aldığım tepki çoğu zaman hemen hemen aynı olmuştur. Peki ya neden biz sanatın kendi ontolojisine göre bir sanat eserini konumlandıramıyoruz? Derdimiz nedir? Ya da şu şekilde sorayım: “Bir sanat eserini okumak için gerekli mesafeli okumayı neden yapamıyoruz?” İşte aslında düğüm de tam olarak burada çözülüyor. Yani en azından umarım çözülür. Çünkü bir sanat eserini kendi hakikat dairesine uygun olarak değerlendirmezseniz, Mozart’a gürültü diyen dayımdan, illaki uzun sap bağlama sesinden hoşlanan kuzenimden ya da “Sanat sömürüdür.” diyen Leninist hocamdan daha uzağa gidemezsiniz.
Şunu bütün samimiyetimle söylemeliyim: “Marx, büyük filozoftur.” Ama artık şu kabul edilse iyi olacak: “Marx, tek filozof değildir, mutlak değildir, yüce değildir.” Onunki de yorumlardan bir yorumdur. Güzel bir yorum mudur? Evet. Ama üzülerek söylüyorum ki mesele sadece güzellik değil. Marx’tan sonra onun adına yapılanları hocam Fromm, Psikanalizin Bunalımı: Freud, Marx ve Sosyal Psikoloji Üzerine Denemeler adlı eserinde özellikle her ne kadar “Kaba Komünizm” olarak tanımlasa da bütün sosyalizm pratikleri kaba kalmak zorundadır. Çünkü hayatın kendisi bizzat eşit değildir. Doğada da o eşitliği göremezsiniz. Bu meseleyi fazla uzatmayalım. Ama Marx’ın bu yazıda bize çok fazla yardımı dokunacak.
Marx, kapitalin fotoğrafını bize gösterdi. Hiç kimse, sermayenin fotoğrafını Marx kadar güzel çekmemiştir. Rahmetli hocam ve hemşerim Neşet Ertaş derdi ki: “Aşkın fotoğrafını görmeyenler, bu sazı çalmasınlar…” Aslında Ertaş’ın bu sözleri bütün sanat yapıcılarına da sanat okurlarına da çoğaltılabilir. Mesela şöyle söyleyebiliriz: “Aşkın fotoğrafını görmeyen, sinema okurluğu ya da sinema yazarlığı yapmasın…” Çünkü bugünlerde bize aşkın fotoğrafı diye gösterilen şey, kapitalin fotoğrafıdır. Politik-ekonomik olarak Marx’ın ifadesiyle, kapitalin estetize edip satabildikleri iyidir, satamadıkları ise kötüdür.
Bir sinema filmini ya da diziyi güzel kılan en kıymetli şeyler nelerdir? Konusu mesela nasıl olmalı? İlla bir köşkte mi geçmeli? Ya da illa bir yasak aşk, şiddet, ihtiras mı olmalı? Yahu yalnızlık olamaz mı bir sinema eserinin konusu ya da ölüm olamaz mı? Hocam Phillipe Aries’in Batılının Ölüm Karşısındaki Tavırları adlı eserinde de ifade ettiği gibi, kadim dönemde ölümün sıcak yüzü vardı. Biri öldüğünde kimse ağlamazdı. Güzel elbiselerini giydirirler, en sevdiği eşyalarını ceset ile beraber gömerlerdi. Sonra ölümün soğuk yüzü geldi birden. Ölüme ağlanır oldu. Çünkü ölen kişinin yokluğu, egonun şişirilmemesi demekti artık. En sonunda modern dönemde ise ölümün yüzsüzlüğü var. Mezarlıklar neden o kadar uzağa yapılıyor? Mimariyi yapan kim? Mimari proje çizilirken mezarlıklar, şehrin en görünmeyen yerine atıldı. İşte tam olarak burada Marx bize yardımcı oluyor. Çünkü demişti ki hocam Marx, kapital satamadığı ile ilgilenmez.
Muhterem hocalarım Marx ve Engels’in beraber kaleme aldıkları Sanat ve Edebiyat adlı eserde aynen şu ifadeler geçer: “Kapitalist üretim şiire düşmandır…” Bunun sebebini çabucak anlamış olmanız gerekir. Kapitalin şiirden bu denli nefret etmesinin sebebi onu bir meta olarak kullanamamasından ya da Türkçesi satamamasından kaynaklanır. İnce şeylerin müşterisi azdır çünkü! Aynı durum estetize edilen şeylerin kendisi için de geçerlidir. Başka bir deyişle müşteri artık ekranda “ölüm” ya da “ölmek”, “mezarlık” yahut da benzer imgeleri görmek istemiyor. Çünkü her ne yaparsanız yapın ölümü estetize edemiyorsunuz. Peki ölüm estetize edilebilir mi?
Maalesef ve üzülerek söylüyorum ki “hemen her şey” estetize edilebilir. Bununla birlikte Türkiye’de hemen her sinema filmine haksızlık edilir. Çünkü güzel ülkemin insanları, bir görüntü tasarımı olarak sinema eserini, eserin kendi hakikatini ne kadar temsil ettiğiyle değil, izleyici olarak kendi hakikatlerine ne kadar uydukları ekseninde değerlendirirler. Bu da normal olarak yazının başlığındaki sinema okur-yazarlığının hastalıklı olduğunu gösterir. Arıcılık yaptığınızı düşünün; kovandan balı çıkardınız diyelim, bu neden tatlı diye kızar mısınız? Ya da neden ekşi değil diye sorar mısınız? İşte bal balın hakikati ile süt, sütün hakikati ile ölçülebilir. Ama maalesef bizim seyirci, ideolojik damağının alıştığı tadı, her eserden beklemektedir.
Ölümü estetize eden eseri kötü bulanlarla cinselliği estetize eden eseri kötü bulanlar arasında fonksiyonel olarak hiçbir fark yoktur. Her iki grubun da okuma perspektifi bir o kadar rahatsız edici ya da iddialı bir nitelendirmeyle hastalıklıdır. Bunların yanında benim tespit edebildiğim en net şey, “görmezden gelme” eylemidir. Bu eylemi öyle küçümsemeyin, yeter ki ekranda estetize edilen şey, sizin mahalleye ait olmasın. Hemen bir “görmezden gelme” eylemi başlar. Oysa kovandaki bal baldır. Ya da o sinema eseri güzeldir. Ama sen, bunu anlamamışsındır. Bunların da ötesinde güzel ülkemin insanları, anlamadıkları şeye de kötü derler. Sorduğunuzdaysa, “kötü” kelimesini geveleyip geçerler.
Şimdi gelelim sosyal medyadaki Gassal adlı dizi yorumlarına. Son günlerde sosyal medya platformlarında Gassal adlı dizi ile ilgili çok fazla içerik üretiliyor. Ve birçoğu muhteşem bir sahiplenme ile diziye yaklaşırken bazıları ise diziye mesafeli durmakta ya da görmezden gelmekte. Bu iki yaklaşımın da yukarıda bahsini ettiğim şartlardan dolayı problemli olduğunu ifade edebilirim. Çünkü bazıları ölüm gibi bir mayhoş tattan kesin bir tat bekliyorlar. Bazıları görmezden geliyor ve bazıları da hiçbir surette dizinin tadından bahsetmiyor.
Gassal adlı dizinin sosyolojik, felsefi, psikoanalitik ve sinematografik analizi ile ilgili pek çok şey söyleyebilirim. Ama üniversitede yaptığım film okumalarında öğrencilerime hep şunu söylerim. Makaleye, kitaba, şiire, diziye ya da izlediğiniz sinema filmine soru sorun. Bu soruları sırasıyla şu şekilde sırlayabilirim. Gelin hep beraber bu soruları Gassal adlı diziye soralım:
- Eserin yapıcısı, hangi kitabı kesinlikle okumuştur?
- Eser, neyi estetize etme çabası içindedir?
- Eser, bize hangi felsefi argümanı tekrarlıyor?
- Eser, bize hangi sosyolojik argümanı sürekli olarak tekrar ediyor?
- Eser, psikoanalitik olarak bize hangi argümanı iddia ediyor?
- Eserdeki oyunculuk, müzik, kast, dekor, sahne sekans geçişleri, olması gereken yerde mi?
Birinci sorudan başlayalım. Hatta soruyu yardımcı sorulara bölelim. Eserin yapıcısı, hangi kitabı kesinlikle okumuştur. Bu soruyu şu şekilde yardımcı sorulara bölebiliriz. Eserin yapıcısı, hangi filmi ya da diziyi kesinlikle izlemiştir. Bahse girerim; eserin yapıcısı, İslam literatürünü iyi bilmektedir. Din felsefesi adına bir hayli okuması vardır. Diyeceksiniz ki nereden anladınız? Ölmüş kuşu yıkayıp kefenlemeye çalışan ellerdeki tedirginlik için bile bir hayli zaman harcanmış. Eserin yapıcısı, Garip Bir Koleksiyoncu adlı sinema filmini en az yüz kez izlemiş. Peki ya Batı literatüründen neyi izlemiş ya da okumuş, eserin yapıcısı, bunu da çözebilir miyiz? Yeşil Yol izlenmiş. Bunların da ötesinde eserin yapıcısının Bergson’ın Metafiziğe Giriş’ini okuduğunu iddia edebilirim.
Gelelim ikinci soruya: Eser, neyi estetize etme çabası içindedir. Eser, genellikle yapılmayan ve hatta hiç girişilmeyen ölüm konusunu estetize etmeye çalışmaktadır. Ölümü estetik bir şekilde sunmak çabası bile başlı başına bir başkaldırıdır. Çünkü ne demiştik yukarıda, hocam Marx ve Engels’ten alıntılayarak “Kapital, satamadığı şeylerden nefret eder…” Her ne kadar Kapital, yine her zamanki huyundan vazgeçmemiş olsa da ve Gassal adlı dizi, bir devlet platformu olan Tabii platformunda yayınlanmış olsa da yine de buradaki çabayı takdir etmemek elde değil.
Gelelim üçüncü soruya: “Eser, hangi felsefi argümanı sürekli tekrarlıyor?” Bu sorunun yanıtı, ebetteki dizide sürekli tekrar edilen ölüm vurgusundadır. Ama yardımcı sorularımız hemen bize yardımcı olacak. Dizideki karakterlerin eksiklikleri nelerdir? Kimin eksik yönü ya da kusuru diğerlerinden daha büyüktür? Felsefe, bir anlam savaşı olarak tanımlanırsa eğer, dizideki karakterlerin anlam savaşlarında kazanan kimdir? Hangisinin anlamı, en nihayetinde ölümden kaçabilir? Hemşire hanımefendinin çocuğunun olmayacak olması, bir anlam eksikliğidir. Başrolün anne eksikliği, eş eksikliği, çocuk eksikliği, baba eksikliği ya da anlam eksikliği. Başrolün istemeye gittiği kızın ailesinin eksikliği, istemeye gidilen kızın eksikliği, Gasilhanenin önünde yavrusunun en azından cenazesini bulabilme umuduyla bekleyen karakterin eksikliği… En iyi estetik kalıp, fazlalıktan değil eksiklikten çıkar.
Her film bir savaş ilanıdır aslında. Yeni bir film yapmak, “Bu dünya denen yerde milyonlarca anlamın savaşı verilirken biz de şu anlamı savaşa dahil ediyoruz.” demektir. Hocam Frankl’in İnsanın Anlam Arayışı adlı eserinde bahsettiği gibi yaşamak başlı başına bir anlam kavgasıdır. Gassal adlı dizi, daha önce çok nadir yapılan bir şeyi denedi. Belki de bu sebeple bu yazının başlığına “ölüm estetiği” ifadesini ekledim. Çünkü bir görsel tasarım olarak Gassal, ölümü estetize etmeye girişti. Aslında bunu bir eksiklik estetizasyonu olarak da görebiliriz. İşte tam olarak burada da Gassal’ı diğerlerinden ayırmak gerekir. Bir toplum içinde bulunan eğlenceye dayalı ritüeller çok çabuk ve kolay bir şekilde estetize edilebilir. Ancak ölüm, ölü yıkamak, gassallık, mezarlık gibi daha çok “son” ile ilgili olan ritüelleri estetize etmeye çalışmak, “İzlenmemeyi göze alıyoruz.” anlamına gelir.
Şimdi gelelim dördüncü soruya: “Eser bize hangi sosyolojik argümanı sürekli olarak tekrar ediyor?” Gassal, aynı zamanda bir toplum eleştirisidir. Eğer ki Gassal’da anlatılan hikâyeyi, sadece bu yazının en başında tasvir ettiğim sinema okur-yazarı gibi ele alsaydım ya bu diziyi görmezden gelecek ya da çok hoş bulup hayatıma devam edecektim. Ancak sinema okur-yazarlığı bunun çok ötesindedir. Bu doğrultuda Gassal da sosyolojik kaynaklara dair çoklu bir eleştiri sunmakta. Aileye, arkadaşlığa ve hatta alışveriş sosyolojisine dair Gassal’ın sunduğu estetik eleştiri, gerçekten de kayda değer. Bununla birlikte elbette ki Gassal’daki hayatlar, daha sağ ideolojik formasyon üzerinde duran hayatlar gibi görünüyor. Hocam Foucault’un Bilginin Arkeolojisi adlı eserinde söylediği gibi; “Bir söylem, ideolojiyle olan ilişkisini bütünüyle koparamaz.” Hemen burada benim hayatım boyunca ölçek olarak kullandığım sanat eseri tanımını yapmak isterim: “Sanat eseri, ideolojiden saptığı oranda sanat eseridir.” Şimdi bu ifadeyi biraz açalım. Ellerinize baktığınız zaman kemikleri göremezsiniz. Ancak derinizin ve kaslarınızın ve de damarlarınızın altında bir kemik olduğunu bilirsiniz. İşte sanat eseri de öyle olmalı. Sanat eserine baktığınızda gördüğünüz deri, kas ve damar, onun estetiğini, orada olduğuna emin olduğunuz ama görmediğiniz şey ise kemiği ya da ideolojiyi -düşünceyi- temsil etmekte.
“Perdede mutlaka bir öteki olmak zorunda mıdır?” şeklinde bir soru sorarak Gassal’ın sunduğu sosyolojik önermeye biraz daha yakından bakalım. Çünkü Gassal’ın en güzel yaptığı şey, ötekini bize vermemesidir. Daha yalın bir ifadeyle bu eser, ölümü bile “öteki” olarak sunmuyor bize. Onun yerine bir ötekiler kurgusu var. Ana karakterin ötekisi, babasının ötekisi, çocukları ile mutlu bir hayat süren ana karakterin arkadaşının ötekisi… Derken liste uzuyor. Ama listenin en başında bütün herkesi eşitleyen ölüm var. Gassal, sosyolojik olarak bir yalnızlık monoloğu yapmakta ve bizi belki de pek çok kutsal kitapta geçen “Yalnızsınız!” önermesine götürmeye çalışmaktadır. Bu açıdan eserin yapıcısının Nietzsche’nin Güç İstenci adlı eserini ya da İbn Tufeyl’in Hayy bin Yakzan adlı eserini okuduğuna emin olduğumu söyleyebilirim.
Geldik beşinci soruya: “Eser, psikoanalitik olarak bize hangi argümanı iddia ediyor?” Öncelikle hocam Freud’un çıkış noktasını aldığı edebi anlatılara değinmek istiyorum. Hocam Freud, Niçin Savaş adlı eserinde psikanalizi kurarken “babayı öldürmek” konulu üç anlatıdan faydalandığını söyler. Bunlar; Sophokles’in Oidipus’u, Shakespeare’in Hamlet’i ve tabi ki Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşleri’dir. Gassal’ın ilk sezonunun sekiz bölümüne baktığımızda, Karamazov Kardeşler’deki babaya benzer bir baba görüyoruz. Yani Dostoyevski’nin ifadesiyle, küçük Karamazov’un yüreğine asıl zehri akıtan baba Karamazov ile Gassal’daki ana karakterin yüreğine zehri akıtan baba, neredeyse aynıdır. Bu açıdan Gassal adlı diziyi de bir “babayı öldürmek” hikâyesi olarak görebiliriz.
Gassal’da çok yoğun psikanalitik göndermeler var. Saplantı, nevroz, aşağılık kompleksi, üstünlük kompleksi ve daha pek çok psikolojik düzensizlik içeren fotoğraf, sahnede gözlerimizin önüne getiriliyor. Ancak eserin yapıcısının Freudyen olarak bir taslak sunduğunu söyleyemem. Freud ile halef selef ilişkisinde olan Jung’un psikoanalitik önermeleri, dizide daha çok baskın. Hocam Jung’un Freud ve Psikanaliz ve Analitik Psikoloji Üzerine İki Deneme adlı eserlerinde de bahsettiği gibi; Freud dinleri bir tür psişe bozukluğu olarak görürken Jung, dinleri birer psikolojik tedavi sistemi olarak değerlendirmektedir. Bu sebeple Gassal’da girişilen ölümü estetikleştirmek eylemi, tam olarak Jung eksenindedir. Çünkü ölüme karşı gösterilen tavır, biraz da onu estetikleştirmekten geçiyor. Ve kimse kusura bakmasın, insan için ölümü estetik kılan herhalde tek önermeyi hâlen dinler iddia etmekte.
Ana karakterin çocuklarla temas edememesi, bir anksiyete olarak görülebilir. Eserin yapıcısı bize bunu defalarca gösterir. Tabi bu görüntü ile beraber ana karakterin çocukluğu ile ilgili travmalar da sürekli olarak izleyiciye gösterilir. Bunun sebebi yasını tutamamış bir erkek çocuğudur aslında. Yasını tutamamış erkek çocuğu ya da ana karakter, annesinin mezarına sarılıp uyurken bize hissettirilmeye çalışılan şey sadece muhafazakarlık ideolojisi değildir. Nitekim hayat, bir ideolojiye sığmayacak kadar büyüktür. Hele ki iyi bir sinema eseri, herhalde hiçbir ideolojiyle anlamlandırılamayacak kadar büyüktür diyebiliriz.
Son soruya gelmeden ana akım televizyon kanallarındaki dizi benzeri yapımlara değinmek isterim. Çünkü bilindiği gibi ana akımdaki görsel tasarımların pek çoğu, bir gecekonduyu ya da iki oda bir salon küçük bir evi estetize etmek yerine, bir köşkün ya da yalının estetizasyonundan faydalanır. Temel olarak bir gecekonduyu estetize etmek için daha derin bir hikâye örgüsü ve düşünce gerekirken bir köşk ya da yalı yeterince estetik olduğu için ana akım televizyon kanallarındaki rutinleşen diziler, genel olarak bu yalılarda geçen hikâyeleri bize anlatır.
Evet, geldik son soruya: “Eserdeki oyunculuk, müzik, kast, dekor, sahne sekans geçişleri, olması gereken yerde mi?” Öncelikle dizideki müziklerin ve bu müzikleri icra eden kadronun sahne sekans geçişlerinde kullanılmasının iyi bir fikir olduğunu dile getirebilirim. Burada eserin yapıcısının 1900 Efsanesi adlı sinema filmini izlediğini söyleyebilirim. Görüntünün arkasına yerleştirilen ses tasarımı, bazen bir görsel tasarımı başka yerlere taşıyabiliyor. Gassal’da müzik olarak arabeskin seçilmesi, ölümün arabesk olması sebebiyle değildir. Bu seçim muhtemelen ülkede uzun bir dönem arabesk dinleyip de ölenlerin hayatlarının estetize edilmemesi ile ilgilidir.
Hocam Giles Oakley’in Blues Tarihi: Şeytanın Müziği adlı eserinden bir alıntı yapayım. Oakley bu kitabında der ki; “Orta Çağ’da kilise, halk müziğini şeytanın müziği olarak yaftaladı. Ancak ne hikmetse en tatlı ezgiler de hep şeytandan gelmiş.” Evet bir nevi yetmiş ve seksenlerin gariban müziği olarak değerlendirilen arabesk müziğin dizi müziği olarak seçilmesi, rastlantı değil. Bu aklı başında bir tercih. Ben lisedeyken sürekli olarak arabesk nefreti kusan bir hocam vardı. Müslüm Gürses’in adını duyunca tuhaf triplere girerdi. Burada eser yapıcısının böyle bir lise öğretmeni ile karşılaşma ihtimalini de buraya not düşmek isterim.
Gassal’daki mekanlar, dikkat edeceğiniz üzere belirli bir ekonomik gelir seviyesinin altında insanların kaldığı yerlerden seçilmiş. Çünkü az önce de söylediğim gibi hikâye; köy kentte, mezarlıkta ve gasilhanede geçiyorsa, üç-sıfır yenik çıkarsınız sahneye. Ama bu yenilgiyi zafere dönüştürmek için iyi bir anlatıya ihtiyacınız vardır. Bu bağlamda Gassal’ın köydeki hayatı, mezarlıktaki hayatı ve gasilhanedeki hayatı -kapitalin sinemanın dışında tutmaya çalıştığı hayatı- estetize edebilme girişiminin başarılı olduğuna dikkat çekmek gerekir. Bu tarz girişimlerin çok az sayıda yapıldığı düşünülürse, eserin yapıcıları gerekli saygıyı hak etmektedirler.
Oyunculuklara gelince, Kardeş Payı’ndaki muzip insan rolündeki ana karakter -Ahmet Kural-, duyguyu fazlasıyla hissettiriyor. Buna ek olarak ana karakterin arkadaşı mutlu aile babası rolündeki kişinin samimiyeti ve masumiyeti de fazlasıyla fark ediliyor. Biyolojik olarak anne olamayacağını bilen kadın karakterin varoluş sancıları da izleyicinin aklında fazlasıyla gerçekçi bir temsile ulaşıyor. Daha doğru bir ifadeyle dizideki her şey yerli yerinde olduğu için yazının başında ifade ettiğim tiksinti durumu neredeyse hiç oluşmuyor izleyicide.
“Bir sanat eserini okuma çabası, sanat eserini yapmaktan daha zor bir eyleme dönüşmeli.” Çünkü eleştirel düşünce daha “güzel” eserlerin ortaya çıkmasını sağlayabilir. Hocam Heidegger’in Sanat Eserinin Ontolojisi adlı eserinden alıntı yaparsam eğer; “Sanat, hakikate bitişiktir.” Ama Türkiye’deki ortalama bir sinema okuru, buradaki hakikati, kendi hakikati olarak ele alıyor. Her halde en büyük sorunlarımızdan bir tanesi bu olsa gerek. Çünkü sanat eseri, anlattığı hakikat ile ancak ölçülebilir. Bu anlamda Gassal adlı dizinin kendi hakikatini yüksek oranda yakaladığını söyleyebilirim.
Çocukların ölüm ile karşılaşmalarını, yüksek derecede estetize edebilen bir sahne var dizide. Bir gassal, çocukların kuşlarını yıkıyor ve kefenliyor. Elbette ki bu sahne, bize birini hatırlatır. Ama mesele o birini hatırlattığı için bu sahneye kötü demek değildir. Mesele, bu sahnenin o birinin hakikatine ne kadar uyduğu ve o temsili ne kadar izleyiciye geçirebildiğidir. Benim de en çok etkilendiğim sahnelerden birisi olan bu sahne için bile eserin yapıcılarına fazlasıyla teşekkür etmemiz gerekir.
Umuyorum ki yazının başında vaat ettiğimiz değişiklik, buraya kadar olmuştur. Şimdi, “Hiç mi kötü bir tarafı yok eserin?”, “Gassal adlı dizi bu kadar mı güzel?” ve “Ben bu dizinin şurasını beğenmedim, acaba ben mi anlamadım?” gibi sorular aklınızı kurcalıyorsa, son olarak diziye bir eleştiri getireyim. Hemen her gasilhanenin önünde birkaç tane deli mutlaka olur. Zaman zaman orada yakınını kaybedenlerin yiyecek ve para dağıtması ve daha da önemlisi, oradaki insanların yüzlerindeki anlamsızlık, belki de delileri oraya çeker. O gasilhanenin önünde bir deli karakteri olmalıydı.
Yazıyı okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Ve tabii ki Gassal adlı diziye bir birim bile olsa emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunarım.
*: Doç. Dr., Muş Alparslan Üniversitesi Öğretim Üyesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
Kaynaklar
- Çürümenin Kitabı, Kitap, Yazar: Cioran.
- Sosyolojik Düşünmek, Kitap, Yazar: Bauman.
- Köpek Dişi, Sinema Filmi, Yönetmen: Yorgos Lanthimos.
- Garip Bir Koleksiyoncu, Sinema Filmi, Yönetmen: Nurettin Özel.
- Psikanalizin Bunalımı: Freud, Marx ve Sosyal Psikoloji Üzerine Denemeler, Kitap, Yazar: Erich Fromm.
- Batılının Ölüm Karşısındaki Tavırları, Kitap, Yazar: Phillipe Aries.
- Sanat ve Edebiyat, Kitap, Yazar: Marx ve Engels.
- Yeşil Yol, Sinema Filmi, Yönetmen: Frank Darabont.
- Metafiziğe Giriş, Kitap, Yazar: Bergson.
- Bilginin Arkeolojisi, Kitap, Yazar: Michel Foucault.
- Güç İstenci, Kitap, Yazar: Friedrich Nietzsche.
- İnsanın Anlam Arayışı, Kitap, Yazar: Frankl.
- Hayy bin Yakzan, Kitap, Yazar: İbn Tufeyl.
- Niçin Savaş, Kitap, Yazar: Freud.
- Oidipus, Kitap, Yazar: Sophokles.
- Hamlet, Kitap, Yazar: Shakespeare.
- Karamazov Kardeşler, Kitap, Yazar: Dostoyevski.
- Analitik Psikoloji Üzerine İki Deneme, Kitap, Yazar: Carl Gustave Jung.
- Freud ve Psikanaliz, Kitap, Yazar: Carl Gustave Jung.
- 1900 Efsanesi, Sinema Filmi, Yönetmen: Giuseppe Tornatore.
- Blues Tarihi: Şeytanın Müziği, Kitap, Yazar: Giles Oakley.
- Sanat Eserinin Ontolojisi, Kitap, Yazar: Heidegger.