Uzaklardan, belirsiz bir nefesin titrek kanadında taşınan incecik, neredeyse hayal meyal bir ezgi duyuluyordu. Ses öylesine narindi ki, belki de kavalı çalanın bile tam işitemediği bir yankıdan ibaretti. Yine de bu zayıf nağmeler, ruhun derinliklerinden doğup kavalın baş paresinden yükselerek göklere değiyordu. Bu ezginin ait olduğu ruh, bir köyün tavan arasında sıkışıp kalmış kavalcının mahzun yalnızlığına benzemezdi. Hayır, bu ses başka bir dünyadan, başka bir halden gelen bir nefesin yankısıydı. Belki de bir gönül yangınının küllerinden fışkıran bir çığlıktı.
Ezgi, bir şiir gibiydi; lakin tamamlanmamış, eksik kalmış bir şiir… Yok, daha doğru bir ifadeyle, intiharla son bulan bir kara sevdanın fısıltısıydı sanki. Bazen de insanın eline hiç geçmemiş, yahut geçip de kaybolmuş bir kader kitabını andırıyordu. Her notasında, belki bir savaş meydanında yırtılmış sancakların hışırtısı vardı. Bazen de ezgi, göklerden süzülüp gelen kutlu bir mesaj gibi kulaklara dokunuyor, oradan yüreklere sızıyordu.
Bu ses, bir aşkın ilk nefesiyle bir vedanın son öpücüğünü aynı anda taşıyordu. Dinleyenler, kulaklarını değil, gönüllerini açıyor, sanki kalplerinin derinliklerinden yayılan bir sıcaklıkla yavaş yavaş eriyorlardı. Ezgi öyle bir büyüye sahipti ki, insanın ruhunu titretiyor, yüzlerinde çocuk masumiyetine benzer bir kızarıklık bırakıyordu. Bu ezgi, yalnızca bir ses değildi; bir aşkın hüznüyle bir ayrılığın yakıcı özlemini aynı anda fısıldıyordu.
Kalabalığın içinde, herkesin hayranlıkla dinlediği bu sesin cazibesine kapılan biri, aniden yerinden sıyrıldı. Diğerleri gibi yerinde kalmayı seçmedi; ezginin geldiği yöne doğru kararlılıkla yürümeye başladı. Sanki o ses, ona fısıldıyor, onu çağırıyordu. Ve o, çağrının büyüsüne kapılıp ilerledikçe, kalabalık gözlerini ondan ayırmadı. Sessizliğin ortasında yürüyen bu adam, sanki ezgiyle bütünleşti, bir nefes gibi onun içinde kayboldu. Görenler için bu, ezginin bir insanı yutması gibi bir şeydi; oysa gerçek, daha derindi. O kişi, sese doğru bir adım attığında, aslında varlıktan vazgeçip sesin sonsuzluğunda yok olmuştu.
Ezgi birden kesildi, ama onun yankısı hâlâ havada asılı duruyordu. Duyanların kalplerinde, derinlere işleyen bir dalga gibi varlığını sürdürüyordu. Kalabalık, bu tılsımlı ezgiye daha da sıkı sarıldı. Kimi susarak, kimi gözleri kapalı, kimi de içinde tutamadığı bir titremeyle… Herkes, kendi içindeki en gizli yaraya bu ezgiyle merhem buluyor gibiydi.
Ezginin sesi, yalnızca kulakları değil, ruhun derin vadilerini de titretiyordu. Bu ses, iki dünyanın sırrını taşır gibiydi: Görülen ve görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen… Renkleri, gölgeleri, zamanın izlerini bir anda yok ediyor; dinleyenleri, kalplerinde sakladıkları benlik duygusundan soyup bir boşluğa, ama o boşluğun içinde dolup taşan bir aşk denizine sürüklüyordu.
Ezgi, bir merdivenin basamakları gibi yükseliyor, ama ne tuhaftır ki, bu merdivenin basamakları yoktu. Dinleyenler göğe doğru çıkıyor fakat bir adıma bile ihtiyaç duymuyorlardı. Sesin büyüsü, bir aşk macerasını anlatıyordu; ama bu, sıradan bir hikâye değil, iki dünyanın ortak şarkısıydı. İnsan ruhunu okşayan, inciten ve sonunda onu aşkla yoğurup yeniden var eden bir hikâye…
Kalpleriyle duyanlar, bu sesin içinde kayboldu. Her biri, ezginin nefes alıp veren bir sır gibi kulağa değil, kalbe fısıldadığını fark etti. Bu ezgi, insanı hem yakıyor, hem arındırıyor, hem yok ediyor, hem de var ediyordu. Dinleyenler, sesin içinde erirken, o eriyişte kendilerini buluyor, her notada göğe bir adım daha yaklaşıyorlardı. Bu, bir ezgiden öte bir mucizeydi; hem göklerden gelen hem de göklere dönen bir sır, bir aşk hikâyesiydi.