Dine Karşı Din

By Mehmet Dikkaya

Dine Karşı Din

By: Mehmet Dikkaya

Ali Şeriati’nin “Dine Karşı Din” adlı eseri, İslam düşüncesi ve tarihine yönelik özgün eleştiriler içerir. Temel tezi, hakiki (özgün) din ile tahrif edilmiş (sömürüye hizmet eden) dinin tarih boyunca sürekli bir çatışma içinde olduğudur. Şeriati bu ikiliği, özellikle İslam tarihi ve toplumları bağlamında inceler, ama evrensel bir tarihsel süreç olarak da sunar. İslam tarihi yakından incelenirse, mümin-kafir savaşlarında ölen mümin sayısının müminler arası savaşlarda hayatını kaybedenlerin çok altında kaldığı görülecektir.

Fazla uzağa gitmeden, sadece 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı’nda bir milyon insanın öldüğü düşünülürse manzara daha iyi anlaşılabilir. İslam’ın ilk asrına gitmek istersek bu kez de sadece Cemel ve Sıffin savaşlarında toplam 90 bin insan ölmüştür. Ölmüştür diyorum kibarlığımdan, zira doğal bir vefat hadisesi değildir bu eylemler. Bir katil ve bir maktul vardır açık biçimde işin içinde ve her ikisi de müslümandır üstelik. Yedinci yüzyılın ortasında gerçekleşen bu elim hadiseler, o dönemdeki Arap yarımada var olan toplam nüfus dikkate alındığında ve günümüze uyarlandığında, İran-Irak savaşı örneğinde olduğu gibi çok büyük bir orana ulaşma potansiyeline sahip olduğu kolaylıkla tahmin edilebilir.

Buna göre, ironik biçimde Thomas Hobbes ünlü homos homini lupus (insan insanın kurdudur) sözünü, Ahmet Tabakoğlu hocamdan mülhem “müslümos müslümini lupus” olarak yorumlamak pekala tarihsel olarak mümkündür.

Yirmi birinci yüzyılda da “türkos türkimini lupus” adı altında yeniden yorumlanabilecek başka çatışma halleri ortaya çıkmıştır. Bu gün itibarıyla onuncu yılına girecek olan, üzerine yüzbinlerce yorum yapılmış, spekülasyonlara konu olmuş ve çoğu kimsenin ucundan kendi bakış açısına sabitlemek için çekip durduğu bu olay(lar zinciri) de bu teorik ve tarihsel temeller bağlamında bu minvalde ele alınabilir. Zincirin halkasının nerede başladığı, nasıl gerginleştiği ve nasıl bu kadar sert biçimde koptuğu, hatta atomlarına ayrıldığı sorularının cevaplarını, tam emin olmamakla birlikte tarih ve tarihçiler verebilir. Buradan, mezkur ayrışma veya tozlaşma sürecinin ekonomi-politiğini yapmak istemediğim anlaşılıyor olmalıdır. Bunun yerine, hem bir zihniyet analizine ışık tutma bakımından malum travmatik dönemin hemen ertesinde yaşanan gerçek bir hadise(ler) zincirinden kesit sunarak manzaraya başka bir pencere açmaya çalışacağım.

Sıcak bir ayda ve bir kaç gün içinde vuku bulan ama muhatapları nezdinde etkisi hala devam eden bu kesit olayın temel öznesi, iyi bildiğim(i sandığım) bir arkadaş olmuştur. Anadolu’nun mütevazi bir şehrinde üst düzey yöneticilik yapmakta olan bu dindar arkadaş bir süre önce, dürüst çocuklar olarak değerlendirerek, kendilerinden kimseye zarar gelmeyeceğine inandığı mazbut öğrencilere evini kiraya vermiştir. Zamanla hava siyaseten gerginleşmiş olsa bile, aldığı dini terbiye gereği öğrencileri evinden kovamamış ama asla olayların bu raddeye geleceğine de ihtimal vermemiştir.

Kader bu ya! gelgiti bir hayli yüksek bir zaman diliminin sonunda olanlar olmuş ve memleket-i şahane (!) dönülmez bir yola girmiştir. Etrafta olup bitenleri, farzı misal o gece neler olduğunu anlamak isterken kulağının dibinden vızıldayarak geçen gerçek öldürücü nesnelere tanıklık etmiş bu satırların yazarının yaşadığı gibi objektif haller saklı kalmak üzere biz Anadolu’nun o sakin şehrine geri dönelim ve zihniyet analizi yapma çabamıza devam edelim.

Ortalık toz duman olduktan ve kümülatif bir cadı avının başlayacağı netleştikten hemen sonra o mezkur dindar öğrenciler, evini kiraladıkları yine kendileri gibi dini bütün hocanın evinden terk-i mekan ederler. Böyle bir firari hal karşısında ne yapacağı konusunda hiç bir fikri olmayan hoca arkadaş, canının bir yongası olarak gördüğü evinin yolunu tutar ve elbette içeri girmesi zor olmaz. 

Manzara adeta bir kasırga sonrasını andırmaktadır. Terkedilmiş bu mekanda ortalık yerde çok sayıda dini nitelikli eser bulunmaktadır. Hemen evde ince bir temizlik yapılır ve ele geçen suç unsurlarının pek çoğu, hadisenin sıcaklığıyla, değil üst düzey bir kamu görevlisi olan, sıradan bir adamın bile ipini çekmeye yetecek nitelikteki bu dini eserler akşama kadar poşetlere istiflenir. Ev temizlenmiştir. giden gitmiş ve olası başka kiracılar için yeniden hazır hale gelmiştir.

Lakin bu noktada çok önemli bir sorun daha vardır. İçeriği konusunda hararetli tartışmalar yapılsa da bu en azından içinde dini metinler barındıran kitaplar çöpe atılabilir mi? Tahmin edileceği gibi, olayın kahramanı arkadaş, dini geleneklerin yüzyıllardır bir şablona oturttuğu ortalık yere atmayarak bunun yerine yakarak yok etme yöntemini kullanma seçeneğini masaya yatırmakta kararlıdır. Böylece vicdani bir rahatsızlık yaşamayacak ve hatta günah işleme fiilini irtikap etmeyecektir. İnancın konusuna girdiği için çok saygı duyulacak bu düşünce için, ihraz etmiş olduğu makamdan aldığı güç, kendine güveni ve dini misyona uygun biçimde bir işi sonuçlandırma arzusu ağır basar. Hemen aklına yakın bir mesafede bulunan bir akrabasının bahçesinde bu dini kitapları yakarak imha etmek üzere ulaştırma fikri gelir ve yola çıkar. 

Buna rağmen, gün içinde, dindar-firari öğrencilerin bıraktıkları enkazı temizlemek, derleyip toparlamak için sarf ettiği efor bir hayli fazla olmuştur. Bu ürkütücü ama kutsal temizlik eylemini çocuğunu da yanına alarak gerçekleştiren arkadaş, hem akrabasını ziyaret etme hem de kutsal misyonu tamamlama güdüsü ile yola çıkar.

Diğer yandan kader ağlarını örmüş ve kutsal bir iş için bile olsa yorgunluğun ağır yükü bedenine baskı yapmaya başlamıştır. Menzile çok yaklaşmışken, uykusuzluk ve yorgunluk nedeniyle kontrolden çıkan otomobil ana yolun dışına çıkar ve bir kaç takla attıktan sonra ancak durabilir. Kazanın ardından gözlerini açan arkadaş hem kendisinde hem de çocuğunda bir sorun olmadığını görüp şükrederek yavaşça otomobilden iner. Bu sırada etraftan olaya şahit olanların ihbarıyla jandarma olay yerine intikal eder.

Buraya kadarki her şey, dini hassasiyeti yüksek toplumlar için sıradan koşullar içerisinde pürüzsüz ve olması gereken gibi görünürken gözden kaçan bir şey vardır. O da arabanın bagajında bulunan dini içerikli kitaplardır… İşte o kitaplar, dönemin koşulları gereği büyük suç aletleridir. Üstelik otomobilin savrulması sonucu artık yerinde ve poşetlerinde durmamaktadırlar. Geniş bir araziye rastgele saçılmış bir halde, o günün koşulları içerisinde karşılaşılabilecek en kötü dini manzarayı oluşturacak biçimde yayılmıştır. Doğal olarak jandarmanın manzaraya tanıklığında “ben falan kurumda üst düzey yöneticiyim ve aslında bu kitapları yakmaya götürüyordum” gibi cümlelerin ancak eksi sonsuz bir kıymetinin olduğunun anlaşılması gecikmeyecektir.

Derhal gözaltına alınan ve emniyete sevk edilen arkadaşın, ifadelerin hiç bir öneminin olmadığı, hatta “kimsenin kimseye şefaatinin olmadığı günler” diye nitelenen ve adeta kıyamet günü ile özdeşleştirilen bu eyyamda manzaranın böyle taçlanması hiç de şaşılacak bir durum değildir. Bir kaç gün içinde mahkemeye çıkarılır. İfadesi alınır. Dindar kimliğin bir göstergesi sayılan ve bu nedenle kullanmayı tercih ettiği anlaşılan türbanlı bir hakim tarafından tutuklu yargılanmak üzere cezaevine sevk edilmesine karar verilir.

Mahşer günü provası gibi gerçekleşen olayların hemen hemen hiç bir yerinde politik olarak durmadığına emin olduğumuz bu dindar bilinen arkadaşı, mahkeme sonrası salıverileceği konusunda kendimizden emin biçimde dışarıda bekleşirken elleri kelepçeli dışarı çıkışı ömrümde tekrar karşılaşmayı hiç istemeyeceğim bir manzara olmuştur.

En üst siyasi bağlantılara ulaşılmasına rağmen bir aydan fazla bölge yatılı okulu olarak adı sıradanlaştırılmış ve kitleselleştirilmiş mekanda kalan arkadaşın takipsizlik meselesi neredeyse bir kaç yılını aldı. O küçük şehirde ise önüne gelen sazı eline aldı, kendince türkü söylemeye çalıştı. Kuruma ve yöneticilerine bel altı vuruş denemeleri yapmak üzere bu hadiseyi araçsallaştırdı.

Buraya kadar meydana gelen olaylar zincirinin nasıl cereyan ettiğini ve hala nasıl temadi etmekte olduğunu merak edenler varsa, bu yazıda tırnak içerisine alınmış veya yazı fontu yatık ve kalın halde belirlenmiş niteleme ve tanımlara göz atıversin!

Görülecektir ki, zincirin ilk halkasından sonuna kadar, din, dindarlık, dini kimlik, dini terbiye, dini kitap gibi kavramların belirleyici değişkenlerdir. Buradan, karşılıklı inşa edilmiş yapay kimliklerin mevcut sorunların anlaşılmasında ve çözüme ulaştırılmasında ne denli yetersiz kaldığı idrak ediliyor. Yine buradan cevabını çok iyi verdiğimizi düşündüğümüz soruların anlaşılma aşamasını bile geçmekte yetersiz kaldığımız gerçeğine ulaşılıyor.

Kısaca onlar sahte, biz gerçek, bizden olmayan yerin dibine girsin, benim en kötü adamım başkasının en iyisinden daha iyidir, bu gün ben burada olmazsam, düşmanım orada olacak demektir gibi ayrıştırıcı, ötekileştirici dillerin evrensel nitelikte sıfır hükmünde olduğu gerçeği gün yüzüne çıkıyor. Tanrı adına topluma dizayn ve ayar verecek şekilde düşünmek; O’nun adına toplumsal kümelerimizi meşrulaştırarak yücelten hükümler çıkarmak ve son olarak amaca ulaşmak için her yolun meşru olduğu makyavelist pragmatizme saplanmak şeklinde tezahür eden hastalıklı haller tanımlanıyor.

Tanrı’dan niyazım odur ki, önce kendisine inandığını iddia edenlere dünyayı yeterince açıklama gücü (bilimsel düşünce) versin! Zira bu gücü elde edenlerin, dünyayı anlamlandırma (dini düşünce) konusunda evrensel ölçüler içerisinde hareket etme potansiyelleri daha muhtemel görünmektedir.

Eldeki malzemenin zaman içinde anlattığı budur. Zihinsel bir dönüşümün yaşanmaması halinde benzer başka malzemelerden çıkarılacak olası sonuçlar da ne yazık ki öncekilerden farklı olmayacaktır.

Tersine, yedinci yüzyılın ortasında Arabistan yarımadasında meydana gelen trajik hallerin, denklemin neresinde olursak olalım, sistematik, evrensel ve rasyonel bir zeminde hareket edilmediği taktirde sıkça tekrarlanması sıradan hale gelecektir.

“Dine Karşı Din” üzerine bir yorum

Yorum yapın