İslamcılık, kaba hatlarıyla İslam’ın sosyal, siyasi ve hukuki bir düzen olarak toplum hayatına hâkim olmasını savunan bir düşünce akımı olarak doğmuş, İslam’ın sadece bireysel bir inanç sistemi değil aynı zamanda toplumsal ve siyasal hayatı düzenleyen bir sistem olduğunu vurgulamıştır. Bu vurgu ile Batı modernleşmesine karşı bir alternatif sunmayı amaçlamış ve İslam’ın kurallarına dayalı bir yönetim modelini savunmuştur.
Tarihsel Kökenler
19. yüzyılda Osmanlı ve İslam dünyasının Batı karşısında gerilemesiyle ortaya çıkmıştır. Avrupa sömürgeciliği ve modernleşme süreçleri karşısında İslam toplumlarının gerilemesine tepki olarak gelişmiştir. Temel tarihsel kökenleri itibarıyla 19. Yüzyıl’da Osmanlı ve kolonyalizm karşıtı düşünceler ekseninde Batı’nın bilim ve teknolojide ilerlemesinin, Osmanlı ve diğer İslam devletlerinin geri kalmasına yol açtığı fikri ile açıklanabilir. Bu nedenle Osmanlı’daki Tanzimat Meşrutiyet vb. modernleşme hareketleri, İslamcı düşünürler tarafından eleştirilmiştir. Akımın öncülerinden olan Afgani ve Abduh, Batı’ya karşı İslam’ın modernleşerek direnmesi gerektiğini savunmuştur.
20. Yüzyıl’da ise İslamcı hareketlerin yükselişine tanıklık edildi. Hasan el-Benna tarafından kurulan Müslüman Kardeşler (1928, Mısır), İslamcılığın siyasi bir hareket haline gelmesini sağlamış, Mevdudi (Hindistan-Pakistan), İslam devletinin gerekliliğini savunmuş, Seyyid Kutub, laik yönetime ve Batı etkisine karşı cihatçı söylemleri geliştirmiştir. En büyük siyasal manifesto ise 1979 İran İslam Devrimi ile gerçekleşmiştir. Humeyni liderliğindeki İslam Devrimi, İslamcı ideolojinin bir devlet modeli oluşturabileceğini göstermiş, Suudi Arabistan ve diğer ülkelerde İslamcı hareketler güçlenmiştir.
İçinde bulunduğumuz 21. Yüzyıl’da ise İslamcılık ve Modern Dünya ilişkisi büyük travmatik dönemlerden geçmektedir. 2011 Arap Baharı ile birlikte İslamcı hareketler yükselmiş ancak birçoğu başarısız olmuştur. Türkiye’de Milli Görüş Hareketi (Necmettin Erbakan) ve Ak Parti’nin dönüşümü, İslamcılığın farklı yorumlarını doğurmuştur. Bu dönemde şahit olduğumuz radikal İslamcı gruplar (IŞİD ve El Kaide gibi) İslamcılığı şiddet eksenli bir şekilde yorumlamıştır. Bu bağlamda Türkiye’deki İslamcılık görece bir başarı olarak literatüre kaydedilmiştir. Tarihsel olarak, modern dünyada farklı biçimlerde varlığını sürdüren bir ideolojidir. Ilımlı reformist hareketlerden radikal ve cihatçı gruplara kadar geniş bir yelpazeye sahiptir. Bugün hâlâ İslam ve Batı dünyasında önemli bir tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
İslamcılar Demokrat mıdır?
İslamcıların demokrasiye bakışı oldukça karmaşıktır ve akımın farklı yorumlarına göre değişir. Genel olarak İslamcılık ve demokrasi arasındaki ilişki üç farklı şekilde ortaya çıkmıştır. Birincisi olan “Demokratik İslamcılık: İslam ve demokrasi uzlaştırılabilir mi?” sorusundan yola çıkar. Bazı İslamcı düşünürler, İslam’ın özünde şura (danışma), adalet ve halkın rızasına dayalı yönetim ilkelerini barındırdığını savunur. Bu çerçevede demokrasinin İslam’la uyumlu olduğu ve İslami bir yönetimin demokratik yollarla kurulabileceği görüşündedirler. Tunus’taki Nahda Hareketi, Raşit Gannuşi liderliğinde İslamcılık ile demokrasiyi birleştirmeye çalışmıştır. Hakeza Türkiye’de Ak Parti’nin ilk yıllarında iki binlerin başında demokratik reformları destekleyen bir İslamcı söylem ortaya çıkmıştır. Bu konuda, İslam dünyasındaki farklı yerlerde ortaya çıkan selefi radikal akımlara karşı demokrasi savunucusu rolünü üstlenmeye kadar, Batı’daki pek çok biçiminden fazla demokrat bir kimlik iddiaları bile ortaya çıkmıştır. Buna rağmen, bir konsept olarak bu tür hareketler, çok partili sistem, seçimler ve hukukun üstünlüğü gibi demokratik değerleri benimsese bile genellikle toplumu İslamileştirme hedefini korumaya devam ederler.
İkinci türü ise, “Seçimli otoriter İslamcılık: Demokrasi bir araç mıdır?” sorusu etrafında kümelenmiştir. Bazı İslamcılar demokrasiyi stratejik bir araç olarak görür. Seçim yoluyla iktidara gelmeyi kabul ederler, ancak iktidara geldikten sonra demokratik kuralları esnetme eğiliminde olabilirler. Mısır’da Müslüman Kardeşler Hareketi (Mursi Dönemi, 2012-2013) seçimle iktidara gelmesine rağmen, muhalefeti baskıladığı ve tek adam yönetimine yöneldiği eleştirilerine maruz kalmış ve bir askeri darbe ile uzaklaştırılmıştır. Erdoğan döneminde Türkiye’de, Ak Parti’nin, iktidarının ilk on yılında sınıfı büyük ölçüde geçtiği bir karneye sahip olduktan sonra otoriterleştiğine dair eleştiriler yapılmış ve İslamcılığın demokratik sınırları tartışmalı hale gelmiştir. Bu ikinci tür yaklaşıma göre, demokrasi amaç değil araçtır; yani İslami düzeni getirmek için bir geçiş süreci işlevi görmektedir.
Üçüncü tür İslamcılık “Demokrasi karşıtı radikal İslamcılık” olarak bilinir ve modern dünya için en tehlikeli kategori burada ortaya çıkar. Bazı İslamcı gruplar, demokrasiyi küfür düzeni olarak görüp tamamen reddederler. Bu gruplara göre, egemenlik yalnızca Allah’a aittir ve halkın yasama yetkisi olması İslam’a aykırıdır. Gençlik dönemlerimizde etrafta bolca bulunduğu için kolay ulaşabildiğimiz, hayranlıkla Yoldaki İşaretler’ini okuduğumuz Seyyid Kutub’un radikal yorumu bunlardan biri olmuştur. Bu yorum, halkın yasama yetkisine sahip olmadığı, yalnızca Allah’ın kanunlarının geçerli olması gerektiğini savunur. IŞİD ve El Kaide gibi cihatçı gruplar da demokrasiye tamamen karşı çıkar ve şeriata dayalı bir yönetimi savunur. Bu gruplar demokrasiyle asla bağdaşmaz ve genellikle şiddet, devrim ve cihat gibi yollarla İslami devlet kurmayı amaçlarlar.
İslamcıların demokrasiye bakışı ılımlı, pragmatik ve radikal yaklaşımlar arasında değişir. Ilımlı İslamcılar demokrasiyle uzlaşabilirken, radikal gruplar demokrasiyi tamamen reddeder. Ancak tarihsel deneyimler gösteriyor ki, birçok İslamcı hareket demokratik süreçlere katılsa bile, uzun vadede toplumu İslamileştirme ve seküler yapıyı dönüştürme hedefini koruyor. Yani, İslamcılar demokrat olabilir ama demokrasiye bakışları çoğu zaman şarta bağlı oluyor.
Ak Parti Demokrat mıdır?
Ak Parti’nin izlediği İslamcılık, ilk yıllarında demokrasiyle uyumlu bir çizgi izlerken zamanla otoriter eğilimler gösteren bir yapıya evrilmiştir. Bu nedenle, bu tür bir İslamcılığın değerlendirirken iki farklı dönemden bahsetmek gerekir.
2002-2011 Dönemi’nde “Demokratik İslamcılık”: Bu dönemde Ak Parti, Milli Görüş geleneğinden gelen kadrolarla kurulmuş ama kurucuları Erbakan’ın sert İslamcı söylemini terk etmiş ve “muhafazakâr demokrat” bir kimlik benimsemiştir. Bu dönemde demokrat İslamcılığın işaretleri olarak AB üyelik sürecinin desteklenmesi ve bir yığın reformun yapılması başta gösterilebilir. Benzer biçimde hukukun üstünlüğü ve insan hakları sıkça vurgulanmış, seküler sistemle doğrudan bir hesaplaşmaya girilmemiştir. Daha ziyade ekonomik kalkınma ve bireysel özgürlükler öne çıkarılmış, Parti’nin demokrasiyle uyumlu, ılımlı İslamcı bir parti olduğu izlenimini verilmiştir.
2011 Sonrası Dönemde Seçimli “Otoriter İslamcılığa” Yönelim: 2011 seçimlerinden sonra, güç konsolidasyonu arttıkça Parti’nin İslamcı yönelimi belirginleşmiş ve otoriterleşme eğilimleri güçlenmiştir. Bu dönemde, yargı ve medya üzerindeki kontrol artmış, muhalefeti bastırmaya yönelik adımlar atılmış, aradan uzun bir süre geçmesine rağmen bazı (Gezi, 17-25 Aralık, 15 Temmuz sonrası OHAL süreci) olaylar ekseninde rövanşist bir tercihte bulunulduğu, güvenliğin sivil haklara öncelendiği, yargının toplum üzerinde demoklesin kılıcı gibi tutulduğu örneklere çokça rastlandığı gözlemlenmiştir. En azından demokratik seçimler temelli toplumsal desteğin sürmesinden kaynaklanan aşırı özgüvenin bir yansıması olarak eğitim ve kültürel alanlarda İslami referanslar güçlenmiş, seküler kesimlerle yaşanan tansiyon sık sık yükselmiş, toplum keskin biçimde kutuplaşmış ve “Milli irade” söyleminin gölgesine sığınılarak çoğulculuktan uzaklaşıldığı görülmüştür.
İkinci dönemde Ak Parti, seçimle işbaşına gelen ancak otoriterleşen ve demokrasiye seçici yaklaşan bir İslamcı hareket haline gelmiştir. İlk yıllarda sunulan demokrasiye açık İslamcılık modeli zamanla seçimleri kazanmaya odaklı, muhalefeti baskılayan ve İslamileştirme çabalarını artıran bir çizgiye kaymıştır. Bugün Ak Parti, demokrasiyi tamamen reddetmese de, onu kendi ideolojik hedefleri için araçsallaştıran bir İslamcı hareket olarak değerlendirilebilir. Ak Parti’nin günümüzde temsil ettiği İslamcılık, demokrasiyle uyumlu bir örnek olmaktan ziyade meşruiyetini seçimlerden alan (doğal olarak seçimlerde başarılı olmak adına farklı toplum mühendisliği hesaplamalarını ustaca yapmaktan çekinmeyen) otoriter bir İslamcılığa evrilmiştir.
“Demokratik İslamcılık” Türkiye’yi Güçlü Bir Model Yapabilir miydi?
Ak Parti tarzı bir İslamcılık hareketi gerçekten demokrat çizgisini koruyabilseydi, yani çoğulculuğu, hukukun üstünlüğünü, kuvvetler ayrılığını ve özgürlükleri koruyarak İslami değerleri ön plana çıkarsaydı, Türkiye için şimdiki manzaradan çok farklı sonuçlar ortaya çıkabilirdi. Her şeyden önce Türkiye’de demokratik kurumsallaşma güçlenir, bağımsız yargı ve güçlü hukuk devleti korunur, yargının siyasallaşması yerine hukukun üstünlüğü esas alınırdı. Anayasal kurumlar (YÖK, RTÜK, TÜİK vb.) hükümet kontrolündeki aparatlar olmak yerine bağımsız kalırdı. Güçler ayrılığına saygı gösterilir, parlamento ve medya üzerindeki, gün geçtikçe artan baskılar ortaya çıkmazdı. Başta anayasa hukukçularının birçoğu tarafından ciddi eleştirilmesine rağmen, olağanüstü koşullarda pragmatik gerekçelerle topluma sunulan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yerine güçlendirilmiş parlamenter bir sistem inşa edilebilirdi. Muhalefet meşru bir aktör olarak görülür, “milli irade = sadece biz” anlayışı yerine, farklı siyasi görüşler demokratik sürecin doğal parçası olarak kabul edilirdi.
Alternatif maliyetleri de yansıtan bu olası demokratik İslamcılık senaryosunun toplumsal yönü ise gelecek açısından daha önemlidir. Her şeyden önce daha az kutuplaşmış ve farklı kesimleriyle barış içinde yaşama tecrübesi ortaya çıkardı. Laik ve dindar kesim arasındaki uçurum büyümez, dindar kesimlerin hakları korunurken, laik yaşam tarzına yönelik müdahaleler olmazdı. Eğitimin İslamileştirilmesi yerine, her kesime hitap eden bir eğitim sistemi inşa edilebilirdi. Son zamanlarda milliyetçi bir lider eliyle yeniden ivmelenmenin yaşandığı Kürt sorunu demokratik yollarla çözülebilirdi. Toplumun onca umut bağladığı Çözüm Süreci sürdürülebilir, silahlı çatışma yerine demokratik çerçevede konular tartışılabilirdi.
Diğer yandan, medya özgürlüğü korunur, muhalif gazeteciler hapse atılmaz, medya çeşitliliği devam ederdi. Farklı görüşler ifade özgürlüğü kapsamında rahatça dile getirilebilirdi. Toplumun her tür çeşitliliğe sahip olması nedeniyle bu özgürlüğün ekmek ve su kadar önemli olduğunun yadsınamayacağı gerçeği altında fikirler tartışmaya açılabilirdi.
Son birkaç yıldır yaşanılan enflasyonist sarmal ve büyümenin girdiği türbülans dikkate alındığında temerküz etmiş ekonomik güç ve neredeyse kurumsallaşmış bir yapıya doğru ilerleyen bir yozlaşma da alternatif maliyetler hanesine dahil edilmelidir. Ekonomik büyümenin daha sürdürülebilir olması, şeffaf bir ekonomi yönetimi ile kamu kaynaklarının daha verimli kullanılması, özellikle liyakate dayalı atamaların devam etmesi, “yandaş kayırma” yerine gerçek uzmanların iş başında olması bu minvalde tartışılacak hususlardır. Bu bağlamda devlet imkanlarının İslamcı veya yandaş sermayeyi kollamak yerine serbest piyasa kurallarına bağlı bir ekonomi yönetimini yürütülmesine aracılık yapması söz konusu olabilirdi. Yolsuzluk ve nepotizme kucak açan, kamu ihalelerinin şeffaflıktan uzaklaşmasına neden olan ve belediyelerde yandaş kayırmacılığı yerine halka hizmeti öncelikli hale getirmeyen bu tür sonuçlar da masaya yatırılmalıdır.
Özellikle 2017 referandumu sonrasında Türkiye’de başlayan rejim değişikliği ile birlikte, örneğini ancak eski Sovyetler Birliği’nde veya o birlikten kopmuş olmasına rağmen neo-patrimonyal merkezi bürokratik bir sistem inşa etmeyi tercih etmiş ülkelerde görebileceğimiz (örneğin Türk Cumhuriyetlerinin %80’i bu kategoride ele alınabilir) bir yapısallığa evrilen uygulamalar Türkiye’nin AB ile ilişkilerine büyük bir sekte vurmuştur. Demokratik ve şeffaf bir İslamcılık söz konusu olabilseydi, 2010’ların başında olduğu gibi reform süreci devam eder, Avrupa’dan demokrasi konusunda baskı almak yerine, Türkiye demokratik bir model olarak gösterilirdi. Batı ile dengeli ilişkiler kurulur, eksen kayması yaşanmazdı. Hem Batı ile iyi ilişkiler sürdürülür hem de İslam dünyasında lider konumun muhafazası mümkün olabilirdi
Sonuç
Eğer Ak Parti, İslamcı veya “muhafazakâr demokrat” kimliğini otoriterleşme yerine özgürlükçü demokrasiyle birleştirseydi, Türkiye’de bugün daha az kutuplaşmış ve daha uzlaşmacı bir toplum inşasına zemin oluşturabilirdi. Daha güçlü bir hukuk devletinin koruması altında daha şeffaf bir ekonomi yönetimi hayata geçebilirdi. Böyle bir modelin İslam dünyası için parmakla gösterilir bir model haline gelmesi söz konusu olabilirdi. Sonuç olarak, Ak Parti demokratik kalabilseydi, Türkiye şu an otoriterleşen bir ülke olmak yerine, İslam ve demokrasiyi birleştiren özgün bir model olarak dünyada ilk on büyük ekonomi içerisinde ilk elli demokrasi arasında, ilk otuz şeffaf ülke arasında olabilirdi.
Her şeyden önce, kıt kaynaklarından milyarlarca dolar yatırım yaparak eğittiği evlatlarının, bu manzara sayesinde ortaya çıkan umutsuzluğun bir göstergesi olarak mezuniyet sonrası başka dünyalara yelken açmasının önüne geçilebilir, bu yazıya benzeyen başka binlerce yazının kaleme alınmasına zaman ve kaynak ayırmak yerine geleceği inşa etmek için alternatif projelere yönelinebilirdi.
Elinize emeğinize sağlık hocam
Genel manada sanki bir çok insanın duygularına tercüman olmuş bir yazı…