Söylem mi, Eylem mi?
Tam ortalarına bırakılan yemi yutmak için eşit koşullarda olmalarına rağmen iki kurbağa arasında daha gösterişli olanın sergilediği arsız tavrı izlerken geçmiş yıllara gittim. Arsız olanı, daha mütevazi kurbağa henüz ağzını açmadan tam ortalarına bırakılan yemi midesine indiriveriyordu.
Ortada bir adaletsizlik olduğu açıktı. Çoğunlukla vicdanları en fazla kanatan şey de tarih boyunca adalet konusunda yaşanan asimetrik haller olmuştur. “Küfür devam eder ama zulüm (adaletsizlik) devam etmez” sözü bu minvalde kutsal bir miras olarak yüzyıllardır dilden dile dolanır durur. İşin ilginci, bu mottoyu en fazla iğfal edenler de en çok ağzına sakız edenler olmuştur.
Bu paradoksal durum ilginç bir psikoloji kaidesine bağlıdır. Bir kaideyi sürekli ağza sakız etme veya propagandasını yapma, insanı ilginç bir propagandasızlığa mahkum eder. Hele bir de zulmün en katmerlisi haline gelmiş adaletsizlik halini meşrulaştırma araçlarına sahipse bir insan artık hiç bir ilkeye bağlı kalmasını bekleyemeyiz ondan. Siyonist Yahudilerin, 70-80 yıl önce uğradıklarını iddia ettikleri soykırım sonrası takındıkları haller ile militan sekülerizme sabah akşam lanet eden dinci siyasetçilerin güç sahibi olduklarında Neron’un çağdaş rakipleri haline gelivermeleri bu yüzden olabilir.
Aslında bu tür bir meşrulaştırma biçiminin büyük ölçekte dinsel temellerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Din haline getirilmiş ideolojik bağnazlıklar (eski Sovyet sisteminde olduğu gibi) için de benzer meşrulaştırmalar söz konusudur. Halka merhamet etmesini beklemek şöyle dursun, devrim çocuklarını dahi kıtır kıtır yer bitirir bu durumlarda. Bu manzarayı aydınlatmak için söylemden çok eyleme bakmak gerektiğinin altını çizerek ve girdikten sonra çıkmanın zor olduğu bu tartışmadan kurtularak 1980’lere doğru uzun bir yolculuk yapalım uygun görürseniz.
Çikolata ile Gofretin Büyük Aşkı
Henüz yerli sanayi ürünlerinin halka ulaşamadığı ilkokul yılları (1980’ler) idi. Yerli sanayi ürünü derken, bir çocuğun tornavida veya matkap ihtiyacını falan kastediyor değildim kuşkusuz. Nihayetinde basit gıda sanayi ürünleriydi bunlar. Düz bir çikolatalı gofret veya o zamanın koşullarında bir çocuk için ulaşılması çok zor sıradan bir çikolata idi örneğin hayalleri süsleyen.
Derslerde de sık sık bu örneği vermem bu yüzden. Türkiye ekonomisi derslerinde… 1980 öncesi dönem ile seksen sonrası yılları refah açısından karşılaştırırken aklıma hep çocukluk hayallerimi süsleyen “çikolatalı gofrete” bir türlü ulaşamama örneği gelir. Öyle çok lezzetli bir şey olduğundan falan değil, sadece tüketme esnasında ortaya saçılan çıtırtı sesinin uyardığı meraktan kaynaklanabilir belki bu özlem. Tıpkı ergenlerin karşı cinse dair meraklarının neden olduğu kontrol edilmesi zor duygulara da benzetilebilir bu merak hali.
Tuhaf bir benzetme olarak görülebilir belki bu ama “çikolatalı gofret” bir türlü vuslata eremeyeceğimi düşündüğüm sevgili gibiydi benim için çocukluk yıllarımda. Fatih ve Barbaros kardeşler ile yollarını arşınlardık Alparslan İlkokulu’nun. Konya’nın Meram ilçesinde yer alan mütevazi mahallede bulunan iki Kürt ailesinden birinin oğlu rahmetli Yunus da bize eşlik ederdi.
İyi çocuklardık. Hatta İbrahim Sadri’nin şiirindeki gibi “sıkı çocuklardık”. Sabah erkenden okulun yolunu tutar, öğleyin eve döner, sonra ver elini Keloğlan’ın tarlası. Ekmeğin arasına bir kaç tane zeytin bulup katık yapabilmişsek hızlıca atıştırır ve top oynamak için şimdi yerinden yellerin estiği yandaki boş tarlaya dalardık.
Bir kuru kavağımız vardı tarlanın ortasında. Çok ihtişamlı olmalıydı eskiden ama birileri yakmıştı ortasından ve kurumuştu gariban ağaç. Belki de o ağaç bizim için şanlı bir geçmişe sahip olduğumuz söylemleri ile sarhoş bir haldeyken hali hazırda yaşadığımız garibanlığı temsil etmesi yönüyle değerliydi. Hemen altındaki çalıların etrafını otlarla kapatır kendimize yuva yapardık. Çocuksu duygular içerisinde kendimizce bütün mafyatik (!) faaliyetlerimizi oradan örgütlerdik.
Hepsi masumca eylemlerdi elbette. Geçiş dönemi çocuklarıydık zira. Ne ülkücü olduk ne de akıncı. Sonra zaten liberalizm geldi ve en katı devrimciyi bile önünde mum yapıp eritti. Merhamet duygularının yeterince gelişmediği o zamanlarda kuş avlama, sonra getirip orada pişirme gibi yeni nesillerin anlam veremeyeceği örgütsel (!) faaliyetler yapardık çoğunlukla. Kişiliğimizi var etme mücadelesi veriyorduk kısaca, olayın fazla ayırdında olmamamıza rağmen.
Neyse, kuru kavaktan çalılığa, oradan başka dünyalara dalmadan çikolatalı gofret ve iki kurbağanın yemi paylaşmalarından zuhur eden adaletsizlik bağlamında gofret olayının baş kahramanı Talat mevzuuna geri dönelim… Fatih ve Barbaros’un babaları memurdu ve düzenli gelirleri vardı. O dönemin kralı sayılan memur çocukları da haliyle haftalık düzenli harçlık alabiliyordu babalarından. Bende ise ne baba kalmış dünyada ne de düzenli bir harçlık alabileceğim başka birisine rastlayabiliyorum etrafta…
Paylaş(ama)ma Sanatı
Her cuma okul çıkışı Fatih, o haftaki harçlığı ile mahallemizin küçük burjuvazi sınıfından sayılan Ahmet Bakkal’dan bir çikolatalı gofret alır sonra birlikte evin yolunu tutardık. Yeni piyasaya çıkmış bir üründü sanırım. Şimdi Hz. Google’dan baktım 1980’de üretilmeye başlamış Ülker bu ürününü. İkram etmek için kendilerine uzattığımızda şimdiki çocukların burun kıvırdıkları bu ürün gözümüzde o kadar parlak, o kadar görkemli ve o kadar zamanın iPhone 17’si gibi dururdu ki anlatamam. En azından bu gofreti görebilmek nasip olduğu için bile şanslı sayardım kendimi.
Şimdi gelelim yeme (pastanın paylaşımı) kısmına. Yaklaşık on bin farklı lezzeti birbirinden ayırabilecek derecede tat alma duygusu gelişmiş on yaşlarındaki çocukları esas ilgilendiren nokta da burada düğümleniyordu. Fatih gofreti alırdı bakkaldan. İhtişamlı bir açılış yapar gibi yavaşça jelatinini açardı ve o sevgili (çikolata) olanca parlaklığıyla ortaya çıkıverirdi.
Fakat o da ne…! Bütün bu parlak sahnenin ortasında bin bir türlü hayallere dalmışken Talat adında bir çocuk yanımızda bitiverirdi aniden. Okula giderken gelirken bu çocukla ilgili tek hatırladığım şey cuma günleri okul çıkışını takip etmesi ve çikolatalı gofret seremonisi esnasında çevremizde belirivermesiydi.
Ufak tefek bir hali vardı hepimiz gibi ama semiz duruyordu hatırladığım kadarıyla. Bu yazıya tesadüf edip bir yerlerde okursa lütfen bağışlasın beni ama tıpkı yazının başındaki adaletsizlik timsali kurbağa gibi bir görüntü bıraktı hatıramda. Çocuklukta gelip geçen her şeyin masum olduğu düşünüldüğünde kırılacağını sanmam ama yine de ben ihtiyatı elden bırakmayayım…
Uzatmadan, çikolatalı gofret açıldığında, ürünün parasını haftalık harçlığıyla ödeyen Fatih’in elinden kapıverirdi bu Talat. Ya arkadaş, bir sefer farklı bir şey olsun! Adaletsiz ve şımarık bir çocuk örneğini temsil eden bu çocuk olanca ceberrutluğuna rağmen gofretin yarısına el koyar diğer yarısını da Fatih’e uzatırdı. Fatih de kalan yarısını kardeşi ile mi paylaşır ne yapar, artık o kısmı ile hiç ilgilenmedim bu vicdanımı kanatan manzara karşısında. Zorba Talat olmasa belki de Fatih bir göz hakkı ikram ederdi yol arkadaşına ama Talat’ın adaletsizliği ve gaspçılığı, gofretle ilgili tüm hayallerimin üzerine kibrit suyu döküyordu her seferinde.
Tıpkı Ahmet Arif’in Diyardekir Kalesi’nden Notlar‘da resmettiği gibi gelişiyordu olan biten adeta:
bunlar
engerekler ve çıyanlardır
bunlar
aşımıza, ekmeğimize
göz koyanlardır
tanı bunları
tanı da büyü…
Talat belki çocuktu ve aklı havada iken kendini ona karşı alıkoyamadığı zorbalığı mazur görülebilirdi ama ne engerekler ne çıyanlar gördü bu gözler sonradan! Ne aşımıza ekmeğimize göz koyanları hafızasına kazıdı! Hatta on binlerce profesyoneli, sonunda kimsenin kazanamadığı içi boş bir inat uğruna bir kaç gecede çarşaf çarşaf fermanlarla amelelere dönüştüren vicdan ve iman mahrumu hallere vakıf oldu gözler. İstiklal mahkemelerini “önce asmak sonra yargılamakla” itham eden salon mücahitleri, Kel Ali’lerin ve Kılıç Ali’lerin eline su dökemeyecek kadar zorbalıkta ustalaştılar.
Ders çıkarma zamanı
Her şeye rağmen ve hepsini aşarak bir çikolatalı gofret etrafında hatıralara dalmak ve buradan sonuçlar çıkarabilmenin öğreticiliğine sığınmak büyük bir erdem olmalı.
Zira hayat her an elinde bir demet çiçekle yolumuza çıkarak ders vermeye devam etmekte. Hisse sahibi olma arzusu ile yola çıkana tabii ki.
Zira kısacık ömürde yaşadıklarımız, gören gözler, işiten kulaklar ve duyumsayan vicdanlar için en önemli yol gösterici olmaya devam ediyor.
Üzerinde hiç bir emeği olmadığı halde nice gofretlere çöken ve halkın gözünü boyama konusunda icra edilen yüksek retoriğe karşılık düşük düzeyde ahlaki eyleme sahip insancıklar içinse tam bir hezimet ifade ediyor.
Böyle dönemlerde yerin altına sığınmak üstünde yaşamaya çalışmaktan daha fazla anlam ifade etse de dilsiz şeytan olmamak adına kurulan bir kaç cümlenin hatırına inatla dik durmak önem arz ediyor.