Büyük adamlar, çoğu zaman bir “kanun kaçağı” gibi yaşarlar. Kanun dediğimiz şey, sadece hukukun maddeleri değildir; toplumun kabul ettiği konfor alanlarıdır, alışkanlıklarıdır, sükût üzerinden kurduğu sahte düzenidir. Ve bu düzenin dışına çıkan, onun konforunu bozan, hakikati hatırlatan herkes bir tehdit olarak görülür. Nurettin Topçu da böyle bir tehditti. Ama bu tehdidi taşla, sopayla değil — kalemle, dua ile, fikirle, sabırla taşıdı.
Topçu, bir ömür kendi iç zindanında yaşadı. Bu zindan, onun yalnızlığıydı. Ne akademi onu tam olarak kabul etti, ne devlet, ne de halk. Fikirleri çok derindi, dili çok sadeydi. Ne tam Batılı bir düşünürdü, ne de gelenekçi bir muhafazakâr. O, arada bir yerdeydi: çatlaklardan sızan ışık gibiydi. Sistemin dışına bilinçli olarak çıkmıştı. Çünkü sistemin içinde hakikatin boğulduğunu biliyordu.
Onun zindanı ne demir parmaklıklarla çevriliydi, ne de görünür bir hücreydi. Onun zindanı, suskun kalabalıkların ortasında konuşmanın cezasıydı. Fikir çilesi, yalnızlığın cephesiydi. Dostları azdı, anlayanları daha da az. Kendi ifadesiyle “bir isyan ahlakı”nı savunuyordu. Ama bu isyan, öfkeyle değil; tevazu ve vakar içinde yapılmalıydı. Topçu’nun ahlakı, önce kendini hesaba çeken bir ahlaktı. Bu yüzden onun isyanı, kendini yakarak başlardı.
İçinde yaşadığı zindanı büyüten bir başka şey de, hakikati mutlak bir sorumluluk gibi taşımasıydı. Gördüğü haksızlığı söylemeden duramayan, sustuğunda vicdanı kanayan bir insandı. Zamanın dalkavuklarını, çıkar hesaplarını, alkışla büyüyen adamlarını hiç anlayamadı. Çünkü o alkışı değil, adaleti arıyordu.
Ve bu zindanda kalmayı göze aldı. Çünkü biliyordu ki, hakikatin yolu kalabalıklardan geçmez. Çoğu zaman bir hücrede, bir odada, bir kütüphane köşesinde, bir öğrencinin kalbinde filizlenir. Ve belki de sadece birkaç kişiye dokunur. Ama o birkaç kişi, bir milletin vicdanı olur.
Nurettin Topçu, sistemin içinde bir memur gibi değil; sistemin dışında bir derviş gibi yaşadı. Belki hiç tam anlaşılamadı. Ama o, anlaşılmak için değil; hakikati emanet etmek için yazdı. Büyük adamlar böyledir işte: kendi zindanlarında yaşar, kendi sessizliklerinde büyür, kendi acılarıyla milletin ruhunu taşırlar.
Topçu, bize sadece düşünmeyi değil; inandığı hakikat uğruna yalnız kalmayı da öğretti.
Büyük adamlar, dışarıdan bakıldığında serbesttir; sokakta yürür, kürsüde konuşur, kalem oynatır, eser yazarlar. Ama hakikatte onlar, kendi içlerinde inşa ettikleri görünmez bir zindanda yaşarlar. Çünkü hakikatin adamı olmak, çoğunlukla yalnız kalmayı göze almak demektir. Bu yalnızlık, bir kaçış değil; aksine insanın hakikate doğru yürüyüşüdür. Nurettin Topçu da o büyük yalnızlardandı. Onun zindanı, dışarıdan görünmeyen; ama içten içe ruhunu yakan bir mahpusluktu.
Topçu’nun zindanı bir üniversite sınıfında başlar, bir dergâhın eşiğinde devam eder, bir sokak çocuğunun gözlerinde yankılanır, bir köy okulunun çamurlu avlusunda yankı bulurdu. O hiçbir yere tam olarak ait olamadı. Çünkü hiçbir kalıba sığmayan, hiçbir menfaatle bağdaşmayan, hiçbir ideolojiyle uyuşmayan bir ruh taşıyordu. Fikirlerinde derin bir metafizik vardı; ama bu metafizik göklere değil, doğrudan insanın yeryüzündeki ıstırabına eğiliyordu. O, acıyı sadece tahlil etmedi; onunla yaşadı.
Topçu için fikir, yaşanmadıkça eksikti. Bu yüzden sadece yazmadı; düşündü, yaşadı, acı çekti. Sınıfında ahlâk anlattı ama öncesinde o ahlâkı kendi nefsine tatbik etti. Kalabalıklara hakikati haykırmadı, çünkü hakikati kalabalıklar değil, çile çekenler taşır. Kalbinin sesiyle yürüdü; o ses çoğu zaman alkışlanmadı. Tam tersine, susturulmak istendi. Yazdıkları marjinal bulundu, söyledikleri sistemin dişlilerini rahatsız etti. O, çağdaşları arasında hep biraz “fazla erken” kaldı. Zamanı, onu yakalayamadı.
Ve bu yüzden bir “kanun kaçağı” gibiydi. Ama bu kaçış, hukuktan değil; basitlikten, riyakârlıktan, sahte kahramanlıklardan bir kaçıştı. İçine doğduğu sistemin değerlerine sadık kalan ama o sistemin kokuşmuşluğunu reddeden bir adamdı. Modernliğin putlarını yıkan ama geçmişin tortusunu da romantize etmeyen bir mütefekkirdi. Ne solun kalabalık mitinglerinde, ne sağın muhafazakâr salonlarında yer bulabildi. O, hakikatin tek başına yüründüğüne inandı.
“İsyan ahlâkı” dediği şey, modern anlamda bir devrimcilik değil; varoluşun sessiz ama dirençli haykırışıydı. Bu ahlâk, bir zulüm karşısında susmamayı, ama öfkeye de esir olmamayı öğütlüyordu. Ne kinle baktı düşmanına, ne de zalimi mazur gördü. Çünkü onun gözünde zulmün büyüğü küçüğü yoktu; hangi taraftan gelirse gelsin, bir insanın onurunu inciten her davranışa karşı çıkmak gerekiyordu.
Bu yüzden en ağır yargıyı kendisine yöneltti. Tıpkı Hallâc gibi, önce kendi nefsini yakmayı bildi. Kendini hesaba çekmeden dünyayı kurtarmaya kalkışmadı. Onun mücadelesi dıştan çok içtendi. İmanla beslenen, çileyle büyüyen, tevazu ile olgunlaşan bir mücadeleydi bu. O, ne bir kahramanlık destanı yazmak istedi ne de bir ideoloji kurmak. O, sadece insan kalmak istedi — ve insan kalabilmenin bedelini ödemeye razı oldu.
En büyük yalnızlığı, fikir adamlarının alkışlandığı, popülerleştiği zamanlarda yaşadı. Oysa Topçu, fikirden bir meslek, bir kariyer, bir geçim yolu çıkaranları hep kınadı. Fikir, ona göre bir hizmetti; bir yangını söndürme gayretiydi. Ama ne yazık ki, onu anlamak isteyenler bile çoğu zaman onu yalnız bıraktı. Belki de bu toprakların kaderiydi bu: Gerçek dostluklar geç gelir, hakikatler ise mezar taşında okunur.
Ve işte o mezar taşı, onun zindanının kapısıdır aslında. O kapıdan baktığımızda şunu görürüz: Nurettin Topçu, bize yalnızca nasıl düşüneceğimizi değil; nasıl yaşayacağımızı, nasıl sabredeceğimizi, nasıl şerefli bir şekilde yalnız kalacağımızı öğretti.
Çünkü büyük adamlar, dünyaya değil; vicdanlarına bağlıdır. Onlar, düzenin alkışına değil, sessizliğin hakikatine sığınırlar. Onlar, bir kanun kaçağı gibi yaşarlar belki, ama o “kaçaklık”, hakikate sadık kalmanın bedelidir.
Ve biz, belki yıllar sonra dönüp onların zindanına bakar, orada kendi hürriyetimizi buluruz.