Uzun zaman evveldi. Doğu taraflarının birinde, yolumu kaybettiğim bir vakitte, Allah’ın inayetiyle bir garip kuluyla karşılaştım. İlk bakışta sıradan biri sanılırdı; ama yüzünde başka bir âlemin ışığı vardı. O an, bu karşılaşmanın sıradan bir tesadüf değil, bir işaret olduğunu hissettim.
Bu adam, konuşmadan konuşanlardandı. Sesi yoktu ama susuşu bir ilim taşırdı. İçimde tarif edemediğim bir yankı doğdu. O, sanki ne eşyaya ne makama bağlıydı; her şeyin dışındaydı ama her şeydeydi de. Varlığın sırlarına ermişti; öyle ki artık anlatamaz olmuştu. Dilin yetmediği, sözün sustuğu yere varmıştı. İnsanlar ona “garip” diyordu, çünkü onları anlatamadıklarıyla sarsıyordu.
O garip, sonsuzlukla mühürlenmiş suskunluğunu giyinmişti. Üzerinde kudretin celal hırkası, yüzünde güzelliğin cemal tacı vardı. Bana baktı ve selam verdi. O selamda öyle bir kemâl vardı ki, kalbimdeki bütün perdeleri kaldırdı. Ben de ona aynı incelikle mukabele ettim. Ardından, yüzündeki nur perdesi aralandı; ve ben onun simasında tamamlanmışlığın bir misalini gördüm.
Bu zat, sadece görünenin değil, görünmeyenin de ilmine sahipti. Sözleriyle değil, haliyle konuşuyordu. Her hareketi sanki önceden yazılmış bir hakikat senaryosunun parçasıydı. Onu kendi terazimle tartmak, ölçmek istedim. Değerini anlamak ve onu zihnimde sınıflandırmak istedim. Ama o, sessizce başını salladı. “Beni tartacak kantarın yetersiz; koyarsan kırılır” dedi. O sözle, içimdeki ukalalığı parçaladı. O anda, onun benim değil; benim onun tarafından ölçüldüğümü anladım.
İçimdeki bilim terazisini çıkarıp onunla bir şey ölçmeye çalıştım; ama olmadı. O, sıradan aletlerle ölçülebilecek biri değildi. Sonra fark ettim: O, bana kendini değil, bende kendimi gösteriyordu. Beni bana ayna yaparak konuşuyordu. Kürsüde oturup hüküm vermeye kalkıştım, ilmin kanunlarıyla onu tanımlamaya çalıştım. Ama bu yolda yürümek, sadece söze dayanarak olmazdı. Kudret-i ilmiyye değil, hikmet gerekirdi.
Benim asıl mesaim, bildiklerimi konuşmak değil; kendimdeki bilgiyi harekete geçirmekti. O zat ise, bana bunu işaret etmişti. İşte bu yüzden, onun adı anılmayacak; çünkü o, adı olmayanların, hakikate ulaşmışların ta kendisiydi.
Perde
Garip zatla ilk karşılaşmamdan sonra günlerce sustum. Onun “beni tartacak kantar yetersiz” sözü, içimde yankılanıp durdu. Elimde nice kitap, aklımda nice düşünce vardı ama bunların hiçbirinin onun yanında bir hükmü kalmamıştı.
Bir sabah, onun izini yeniden aradım. Aynı çorak dağ yolundan geçtim. Taşlara değen ayaklarım, zihnimin sertliğini döver gibiydi. Güneş yüksekteydi, ama içimde hâlâ karanlık vardı.
Sonunda onu buldum. Aynı yerde, aynı hâlde… Ama bu defa beni görmedi. Gözleri açık olduğu hâlde bakmıyordu; kulakları açıktı, ama duymuyordu. Varlığı buradaydı, ama kendisi başka bir yerde gibiydi. Yanına oturdum. Sessizliğin içine girdim.
Bir süre sonra gözleri bana kaydı. Konuşmadı, sadece avucunu açtı. Avucunun içinde bir taş vardı; siyah, pürüzlü, sıradan bir taş. Onu bana uzattı. “Bunu gör” dedi. “Bak ama sadece bakma.”
Taşa baktım. Sıradan bir taş işte. Ne özelliği vardı? Baktım ama göremedim. O ise hâlâ elini uzatmış bekliyordu.
“İdrak, sadece görmekle olmaz,” dedi. “Perdeyi kaldırmadan baktığın her şey sana taş görünür.”
O an, içimde bir perde olduğunu fark ettim. Her şeyi isimlerle, kavramlarla, tanımlarla anlamaya çalışıyordum. Oysa bu taş, ne bir taştı, ne başka bir şey. O, bana verilmiş bir sınamaydı. Bilgimle değil, hâlimle anlayabileceğim bir sırdı.
“Bu taş,” dedi garip zat, “senin zihnindir. Sert, şekilsiz ve sıradan. Onu taş olmaktan çıkaran, onda hakikati görmendir.”
Elimi uzatıp taşı aldım. Ağır değildi ama kalbimdeki yük gibiydi. Onu cebime koydum. Artık onunla yaşamalıydım. Onunla düşünmeliydim. Onunla susmalıydım.
Vedalaşmadan ayrıldım. O zaten veda etmezdi. Çünkü onunla her karşılaşma bir başlangıçtı; her ayrılık, bir derse çağrıydı
Ayna
Geri döndüğümde şehir aynıydı ama ben farklıydım.
Taş cebimdeydi. Varlığı küçüktü ama ağırlığı her geçen gün artıyordu. Ne zaman düşünsem, ne zaman konuşsam orada olduğunu hissediyordum. Sanki her düşünceme sessizce karşı çıkıyor, her cümlemi içimde kırıyordu.
Bir gün, eski bir hanın üst katında, kırık dökük bir odada tek başıma otururken aynaya baktım. Bu ayna, yıllar boyunca nice yüzler görmüş, nice bakışlar taşımıştı. Tozluydu, çizikti. Ama bana kendimi gösterdiğinde, içimde daha önce görmediğim bir çatlak oluştu.
Yüzümde tanıdık bir ifade vardı: bilgiye güvenen, hüküm vermeye hazır, doğruyu yanlıştan ayırmaya muktedir bir yüz. Ama o yüzün ardında korku vardı; kaybetme korkusu. Hakikatin beni dönüştürmesinden korkuyordum. Çünkü hakikat, sahip olunanı yıkar, bilinenleri geçersiz kılar.
Cebimdeki taşı çıkardım. Aynanın önüne koydum. Taş ve ben, yan yana bakıyorduk kendimize. O an, taşla yüzüm arasında bir benzerlik fark ettim. İkisi de donuktu. İkisi de suret taşıyordu ama özlerini gizliyordu.
İşte o sırada kapı aralandı. Garip zat, hiç ses çıkarmadan içeri girdi. Ne bir selam, ne bir bakış… Sadece aynanın karşısında durdu.
“Taşı getirdin,” dedi. “Ama henüz içine bakmadın.”
Şaşırdım. “İçine mi?” dedim. “O taşın içi yok…”
“Senin aynanın içi var mı?” diye sordu. “Ona baktığında ne görüyorsun? Yüz mü, yoksa perde mi?”
Sustum.
Sonra taşı aldı, aynanın tam ortasına bıraktı. Aynadaki yansımamız bozuldu. Taş, görüntüyü kırdı. Artık kendimi net göremiyordum. Ne yüzüm belliydi, ne zatım. Her şey parçalanmış gibiydi.
“Gerçek ayna,” dedi garip zat, “seni sen olmaktan çıkarır. Kendini gördüğün şey seni dağıtıyorsa, işte orada hakikate yaklaşmışsındır. Kendini net görebildiğin yerde hâlâ perdesin.”
Sonra taşı alıp bana uzattı. Ama bu kez taş farklıydı. Artık simsiyah değil, içinden belli belirsiz bir parıltı sızıyordu. Taşın içi vardı şimdi. Ve ben, ilk kez orada bir derinlik gördüm.
“Artık sen taşı değil, taş seni taşır,” dedi. “Şimdi yola devam edebilirsin.”
Aynaya bir kez daha baktım. Bu sefer ne taş vardı, ne ben. Sadece kırık bir yüzey, dağılmış bir benlik ve sessizlik…
Ses
Yollar sustu.
Gök, sessizliğe büründü. Kuşlar bile ötmedi o sabah. Adımlarım toprağa değdiği hâlde ses çıkarmıyordu. Rüzgâr yoktu, yaprak kıpırdamıyordu. Her şey duruyordu. Sanki varlık, nefesini tutmuştu.
Garip zat yoktu. Ne sesinden, ne gölgesinden bir iz kalmıştı. Günlerce onu aradım. Bildiğim yerlere uğradım. Aynı hana gittim, aynı aynanın karşısına oturdum. Ama artık taş yoktu. Ayna da yoktu. Sadece ben vardım. Ya da öyle zannediyordum.
Sonra bir gece, uyku ile uyanıklık arasında bir hâlde, bir ses duydum. Ne dışarıdan geliyordu, ne içimden. Ne kelimeydi, ne nota. Ama işitiliyordu. O kadar derin, o kadar tanıdık bir ses ki… Sanki çocukluğumdan beri içimde susmak bilmeyen bir şeyin ilk defa konuşmasıydı.
“Dinle,” dedi ses.
Sadece bu kelimeydi: “Dinle.”
Duyduğum anda kulaklarım değil, kalbim açıldı. O ana kadar hep konuşmuş, hep düşünmüş, hep tartmıştım. Ama ilk defa saf bir dikkatle sadece dinlemeye başladım.
Ses konuşmadı bir daha. Ama sessizlik onun sesi oldu. Rüzgâr uğuldadı, taşlar çatladı, kalbim çatladı… Sanki her şeyin içinde o ses vardı. Her taş, her yaprak, her yıldız “ben buradayım” diyordu. Ama bu bir varlık haykırışı değil, bir varlık fısıltısıydı.
Sonra içimden bir cümle geçti, kimin söylediği belli değildi:
“Konuşan oydu, dinleyen bendim. Şimdi konuşan da, dinleyen de odur.”
Gözlerim doldu. Çünkü artık anladım: Garip zat hep bendeydi. O taş bendim, o ayna bendim, o ses bendim. Ama aynı zamanda hiçbiri bende değildi.
Ben, bende yoktum artık.
Sözün bittiği, sesin başladığı yer burasıydı. Artık anlatacak bir hikâye yoktu. Çünkü hikâyeyi yazan el, kalemi çoktan bırakmıştı.