Yüz küsur yıl önce bu gün (6 Şubat 1920) Cahit Sıtkı’nın sözleriyle ortalama bir ömrün tam ortasında (otuzlarında) hayata gözlerini yuman Ömer Seyfettin’in yaşam öyküsü, sadece bir yazar ve şair olarak değil, aynı zamanda bir asker ve fikir adamı olarak da oldukça dikkat çekicidir. Edebi kişiliğini şekillendiren güçlü tarihî ve toplumsal olaylarla iç içe içe ama kısacık bir ömür süren Ömer Seyfettin’in Kaşağı’sı, Diyet’i, Pembe İncili Kaftan’ı, Forsa’sı, Başını Vermeyen Şehit’i ve daha nice su gibi akan hikayesi çocukluğumuzun hayallerini süslemiş, tarih ve toplum bilinci kazanmamıza neden olmuş ve düşünce dünyamızda hoş bir seda bırakmıştır.
Erken Yaşam ve Eğitimi: 1884’te Balıkesir’in Gönen ilçesinde doğmuş, babası Yüzbaşı Ömer Şevki Bey’in mesleği gereği, çocukluk yıllarında askerî disiplin etkisinde büyümüştür. Bu dönemde edebiyata ilgisi filizlenmeye başlamış, İstanbul’da Mekteb-i Osmanî’de ve ardından Edirne Askerî İdadisi’nde eğitim görmüştür. Ardından Harbiye Mektebi’ni bitirmiş ve subay olarak Osmanlı ordusunda görev almıştır.
Askerlik Yılları ve Balkan Savaşı Deneyimi: Askerliği sırasında yaşadığı olaylar, ilerleyen yıllarda yazdığı eserlerine büyük ilham kaynağı olmuştur. Balkan Savaşları’nda Yunanlara esir düşmesi, onun kişiliğini ve edebiyat anlayışını derinden etkilemiştir. Bu süreçte milliyetçi ve vatansever duyguları gittikçe güçlenmiş esaret günlerinde bile yazmaya devam etmiştir. Ömrü gibi uzun olmayan ama bir o kadar da derinlikli onlarca hikaye yazmış ve edebiyatımızın efsanevi ustalarından biri olmuştur.
Edebi Kişiliği ve Yeni Lisan Hareketi: Türk edebiyatında sadeleşmenin öncüsü olan Ömer Seyfettin, halkın anlayabileceği yalın bir Türkçe kullanarak edebiyatın elit bir kesime hitap etmesini eleştirmiştir. Yeni Lisan hareketini savunarak Türkçenin sadeleşmesi gerektiğini savunan yazılar yazmış, hikayeleri onu modern Türk hikâyeciliğinin temel taşlarından biri hâline getirmiştir.
Hikâyeciliği ve Tarihî Konulara Eğilimi: Ömer Seyfettin’in hikâyeleri genellikle kahramanlık, vatan sevgisi, fedakârlık ve toplumsal değerler üzerine kuruludur. Özellikle çocukluğunda dinlediği halk hikâyeleri ve askerlik anıları, eserlerine doğrudan yansımıştır. Kaşağı, Diyet, Pembe İncili Kaftan gibi hikâyeleri, ahlaki dersler veren güçlü anlatılar olmuştur. Başını Vermeyen Şehit ve Beyaz Lâle gibi eserlerinde Osmanlı’nın son dönemlerindeki kahramanlık ve fedakârlık temalarını işlemiştir.
Genç Yaşta Ölümü ve Acıklı Sonu: Ömer Seyfettin’in yaşam öyküsünün en ilginç ve dramatik yönlerinden biri genç yaşta hayata veda etmesidir. 1920 yılında 36 yaşındayken, o zaman tedavisi zor olan şeker hastalığı nedeniyle maruz kaldığı ölümüyle ilgili en trajik detaylardan biri, hastanede öldükten sonra kimsesiz sanılarak kadavrasının tıp öğrencileri tarafından inceleme amacıyla kesilmesidir. Bu talihsiz olay, edebiyat dünyasında büyük bir yankı uyandırmıştır. Cesedinin kadavra olarak kullanıldığı haberini alan tanıdıkları duruma müdahale ettiklerinde başının cesedinden çoktan ayrılmış olduğunu müşahede etmişlerdir. Başını Vermeyen Şehit hikayesinin bu efsanevi yazarının, bilinmezlik ve kimsesizlik algılaması nedeniyle başı gövdesinden çoktan ayrılmıştır. Vücudundan geriye kalanlar 1939’da Zincirlikuyu’da ebedi istirahatgahına defnedilinceye kadar bir garip gibi mezarlıklarda dolaşmak zorunda kalmıştır.
Türk edebiyatının en etkili öykü yazarlarından biri kabul edilen yazar-şair, sade dili, akıcı anlatımı ve toplumsal mesajları ile edebiyatımızda hâlâ müstesna bir yere sahiptir. Ölümü dramatik olsa da eserleriyle kuşaklar boyunca okunmaya devam etmiştir.
Esaret dönemlerini de içeren askerlik yıllarında sürekli kaleme aldığı hikayeleri, en etkili kalemlerden birisi olmasını sağlayan unsurlardan biri sayılabilir. Zira bir subay olarak Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşanan büyük çalkantılara tanıklık etmiştir. Balkan Savaşları sırasında yaşanan ricat milliyetçi duygularını güçlendirmiş ve eserlerine doğrudan yansımıştır. Vatan sevgisi ve fedakârlık kavramlarına bakış açısı yaşadıklarından ne denli içten etkilendiğini ve bunları ustaca kaleme aldığını göstermektedir. Savaş meydanlarında gördüğü kahramanlık hikâyeleri, öykülerinde sıkça işlediği konular olmuştur. Kısa yaşamını sona erdiğinde maruz kaldığı muamele, Başını Vermeyen Şehit hikâyesinde, Osmanlı askerlerinin onur ve şehitlik uğruna verdikleri mücadeleyi anlatması ile ironik bir bitiş benzerliği taşımıştır. Beyaz Lâle isimli eserinde, Osmanlı topraklarını savunan Türk subaylarının cesaretine vurgu yapmıştır.
Askerlik yıllarında Osmanlı’nın çöküş sürecine tanıklık etmesi, bu koca yürekli insanı Türklük bilincinin uyanması gerektiğine inandırmıştır. Balkanlar’da Osmanlı’ya karşı girişilen saldırıları birebir yaşamış ve Türkçülük fikrine daha sıkı bağlanmıştır. Bomba hikâyesinde, Balkanlar’daki Osmanlı karşıtı hareketlere dikkat çekmiş, Primo Türk Çocuğu eserinde, millî kimliğin önemininin altını çizmiştir.
Savaş meydanında yaşadığı olaylar, ona güçlü bir gözlem yeteneği kazandırmıştır. Hikâyelerinde gerçekçi diyaloglar ve olay örgüleri bulunmaktadır. Diyet‘inde, bir Osmanlı sipahisinin zorlu savaş şartlarında verdiği sözü yerine getirmek için yaptığı fedakârlığı anlatmıştır. Askerlik deneyimi ona, halkın kullandığı basit ve etkili dilin gücünü göstermiştir. Özellikle savaş zamanlarında halkın doğrudan anladığı, süslü olmayan bir dilin önemini kavramış, bu nedenle Yeni Lisan hareketini savunarak edebiyatın halkın anlayacağı şekilde sadeleşmesi gerektiğini öne sürmüştür. Balkan Savaşı’nda Yunanlara esir düşmesi, insan psikolojisini ve savaşın acı yönlerini daha iyi kavramasını sağlamıştır. Esaret dönemi, savaşın sadece bir cephe mücadelesi olmadığını, aynı zamanda bir insanlık dramı olduğunu anlamasına yardımcı olmuştur. Eski Kahramanlar hikâyesinde, Osmanlı askerlerinin yaşadığı zor koşulları ve esaretin getirdiği psikolojik etkileri yazıya dökmüştür.
Ömer Seyfettin’in “Başını Vermeyen Şehit” hikâyesi ile ölümünden sonra başının gövdesinden ayrılması arasında çarpıcı bir ironi ve trajik bir paralellik bulunmaktadır. Hikâyede, Osmanlı döneminde şehit edilen bir kahramanın başı, düşman tarafından gövdesinden ayrılmak istenir ancak bu gerçekleşmez. Burada şehit, manevi bir irade ile beden bütünlüğünü korumuş ve başını vermemiştir. Bu, şehadet kavramının yüceltilmesi ve bir milletin onurunun korunması anlamına gelmektedir. Ancak Ömer Seyfettin’in kendi ölümü bu anlatının tam tersine bir ironiyle sonuçlanmıştır. Hastanede kimliği bilinmeden vefat eden Seyfettin’in kadavrası tıp öğrencilerine teslim edilmiş ve başı gövdesinden ayrılmıştır. Hikâyede sembolik olarak korunan “baş”, yazarın kendi ölümünden sonra ne yazık ki korunamamış ve vücut bütünlüğü ihlal edilmiştir. Hikâyedeki kahraman, düşmanına teslim olmayarak şehit olup yüceltilirken, Ömer Seyfettin’in cenazesine yapılan muamele, değerinin yeterince bilinmemesi ve ona yakışır bir veda düzenlenmemesi şeklinde trajik bir tezat oluşturmuştur. Bir milletin dilini ve edebiyatını geliştirmek için mücadele eden, üstelik cephelerde vatan müdafası için kahramanca mücadele eden bir asker olan yazarın, öldüğünde bu kadar sahipsiz ve değersiz bırakılması, hikâyedeki kahramanın verdiği mücadelenin tam tersi bir manzara ortaya çıkarmıştır. Hikâyedeki şehidin başını vermemesi, fiziksel bütünlüğünü koruyarak ideallerine sadık kalmayı simgelerken gerçek hayatta kendi ölümünden sonra beden bütünlüğü bozulmuştur. Bu, büyük bir edebi ve felsefi ironi olarak tarihe geçmiştir. “Başını Vermeyen Şehit”, bir milletin onurunu ve bağımsızlığını kaybetmemesi gerektiğini vurgularken, bu usta yazarın ölümü sonrası yaşananlar, toplumun aydınlarını gerektiği gibi sahiplenemediğini göstermektedir. Hikâyesinde resmettiği vatan için can veren bir kahramanın başı koparılamazken, kendi bedeninin bu şekilde saygısızca muamele görmesi, toplumun hafıza kaybına uğradığını ve değerlerine gerektiği gibi sahip çıkmadığı şeklinde yorumlanabilir.
Hem bu yazının konusu olan trajik hadisenin ayrıntılarına ilişkin hem de Başını Vermeyen Şehit hikayesinin asıl kaynağının başka topraklarda geçtiğine dair bazı iddialar olmasına rağmen, kaderin acı bir cilvesi olarak toplumsal hafızamız, Ömer Seyfettin ve benzeri bir çok kıymetli isme yeterince sahip çıkılmadığını göstermek açısından yeterli ip ucu sunmaktadır. Mehmet Akif’in, yaşamının son yıllarında yaşadığı dramatik hadiseler, fikirleri nedeniyle vatanından ayrılmak zorunda kalan ve mezarı bile hala Moskova’da bulunan Davet şairi Nazım Hikmet ve daha nice kıymetli vatan evladı düşünür, bu paradoksal toplumsal halin sadece bir kaç numunesini oluşturmaktadır.