Kasvetli bir İstanbul sabahıydı. Boğaz’ın serin rüzgârı, eski taş sokakların arasından süzülerek evlerin pencerelerine çarpıyordu. Bu eski sokaklar, nice tarihî anlara tanıklık etmiş, nice büyük adamın ayak izlerini taşımıştı. İşte bunlardan biri de, Osmanlı’nın son demlerinde asker bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Hüseyin Nihal’in hikâyesiydi.
Henüz altı yaşındayken, babasının cepheden cepheye koşan yorgun adımlarını izleyerek büyüdü. Osmanlı’nın İtalyanlarla girdiği savaşta babası donanmadaydı. Denizlerin efendisi olarak gördüğü babasının gözlerindeki mağlubiyetin acısını hissettiği o gün, içinde bir kıvılcım yandı. Küçük Nihal artık çocuk ruhuyla değil, vatanın kaderine şahit olan bir delikanlının bilinciyle bakıyordu dünyaya.
Zaman geçti, yıllar Nihal Atsız’ı büyüttü. Babası ve dedesinin izinden giderek askeri bir eğitim almak istedi. On yedi yaşında Askerî Tıbbiyeye kaydoldu. Burada Ziya Gökalp’in fikirleriyle tanıştı. Türkçülük ateşi, içindeki kıvılcımı bir yangına çevirmişti. Ancak bu ateş, yalnızca fikir dünyasını aydınlatmakla kalmıyor, aynı zamanda düşmanlarını da artırıyordu. Gökalp’in ölümüne sevinen bir grup öğrenciye karşı koyduğu gün, bir kavganın ortasında buldu kendini. Okul yönetimi tarafından uyarıldı. Fakat uyarılar, onun inancını sarsmaya yetmezdi.
Bir gün bir Arap subay ondan selam vermesini istedi. Fakat Nihal içindeki Türkçü gururla başını çevirerek bu selamı kabul etmedi. İşte bu olay, onun askerlikten atılmasına sebep oldu. Küçüklüğünden beri hayalini kurduğu askerlik mesleği bir anda elinden alınmıştı. Kendi içinde yaşadığı bu acıyı, yıllar sonra yazdığı Ruh Adam romanındaki Selim Pusat karakterine yansıttı. Artık asker olamayacak, ancak fikirleriyle bir mücadele başlatacaktı.
Hayatını kazanmak için bir süre öğretmenlik ve kâtiplik yaptı. Ardından Edebiyat Fakültesi’ne kaydoldu. Burada, tarihçi Fuat Köprülü’nün asistanı olarak akademik kariyerine ilk adımını attı. Ancak Atsız sadece tarih okumakla yetinmeyip kendi fikirlerini yayacak bir mecra yaratmaya karar verdi. Böylece Atsız Mecmua doğdu. Bu dergi, birçok önemli ismi bir araya getirmişti. Zeki Velidi Togan, Fuat Köprülü ve Sabahattin Ali gibi isimler bu mecmuada yazılar kaleme alıyordu. Fakat Nihal Atsız, sadece yazmakla yetinmedi; yanlış gördüğü her şeyi eleştirdi. Türk Tarih Kurumu’nun tarih tezlerini reddettiği için kara listeye alındı.
Ardı ardına gelen eleştirileri ve sert yazıları, onun akademiden atılmasına sebep oldu. Ancak o mücadeleden vazgeçmeyecek bir karakterdi. Anadolu’nun farklı şehirlerinde öğretmen olarak görev yaptı. Fakat nereye gitse fikirlerinden dolayı bir engelle karşılaşıyordu. Edirne’deyken, Orhun dergisini çıkardı ve burada devletin tarih kitaplarındaki hataları ele aldı. Bunun üzerine dergi kapatıldı, kendisi de öğretmenlikten uzaklaştırıldı.
Fakat kader, ona her seferinde yeni bir yol açıyordu. Bir süre sonra affedildi ve yeniden öğretmenlik yapmasına izin verildi. Ancak bu kez de, Nazım Hikmet’in komünist propagandalarına karşı yazdığı sert makaleler yüzünden tepki çekti. Kalemini kılıç gibi kullanıyor, ideolojik savaşını devam ettiriyordu. Yazıları hükümeti rahatsız ediyordu. Nihayet, devlet okullarında çalışma hakkı tamamen elinden alındı. Artık özel okullarda öğretmenlik yapmak zorundaydı.
1940’lı yıllar, dünya için fırtınalı bir dönemdi. İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde, Türkiye’de Turancılık hareketi güçleniyordu. Atsız, yazılarıyla bu düşünceyi savunan en önemli isimlerden biri olmuştu. Ancak siyaset sahnesinde dengeler değişti. Sovyetler, Almanları geri püskürttü ve Türkiye’de Turancılara karşı sert bir politika izlenmeye başlandı. 1944 yılı, onun ve Turancı dostları için adeta bir kâbus yılıydı.
Gözaltına alındığında, devletin zindanlarında neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Altından lağım suları geçen dar hücrelerde günlerce aç, susuz bırakıldı. Başına dikilen 500 mumluk ampuller dava arkadaşı Reha Oğuz Türkkan’ın gözlerini mahvetti. Demir prangalar, bileklerini sıkarak kan akıtmıştı. Tabutluk olarak adlandırılan hücrelerde, düşünceleri ve inançları için işkence görüyordu. Arkadaşları bir bir sorguya çekiliyor, kimileri ölüme yaklaşıyordu. O ise direniyordu. Nihal Atsız için her şeyin ötesinde bir ülkü vardı ve bu ülküye ihanet etmeyecekti.
Aylar süren işkence ve mahkeme sürecinin ardından serbest bırakıldığında, artık farklı bir dünyaya adım atmıştı. Yorgundu, ama yenilmiş değildi. Hayatı boyunca hep sürgün edilmiş, hep cezalandırılmıştı. Ancak kalemi hâlâ elindeydi ve mücadelesine devam edecekti.
Yıllar geçti, nihayet 11 Aralık 1975’te, İstanbul’daki evinde hayata gözlerini yumdu. Cenazesi kaldırıldığında, imam helallik isterken şair Fethi Gemuhluoğlu şu sözleri dile getirdi: İmam efendi, o musalla taşı musalla taşı olalı böyle bir er kişi görmedi.
Atsız’ın hayatı, yalnızca bir adamın hikâyesi değil; bir ülkünün, bir mücadelenin ve bir inancın hikâyesiydi. O, fırtınalarla dolu bir ömrü göğüsleyen, inançları uğruna her şeyi göze alan bir savaşçıydı. Onun kalemi, nesilden nesile taşınan bir miras oldu. Onun yazdığı satırlar, nice gencin yüreğinde ateş yaktı. Zindanda geçen günler, mahkemelerde verilen mücadeleler, sürgünlerle geçen yıllar onu yormadı. Çünkü o, yalnızca bir yazar değil, tarihin içinde bir kılavuzdu. Nihal Atsız, inancıyla, mücadelesiyle ve eserleriyle sonsuza kadar hatırlanacaktı.
Selamsız Geçen Bir Hayat
Hava serindi. Askeri Tıbbiyenin yüksek pencerelerinden düşen loş ışık, koridorları uzun gölgelerle dolduruyordu. Atsız, merdivenlerden ağır adımlarla inerken, içindeki fırtınayı bastırmaya çalışıyordu. Göğsünün içinde biriken öfke, tıpkı yazgısını çizmek isteyen bir el gibi kalbine baskı yapıyordu.
Ziya Gökalp’in ölüm haberini duyduğunda, içindeki derin boşluk, odanın her köşesine sinmişti. Onun fikirleriyle büyümüş, ruhunu onun sözleriyle beslemişti. Fakat bu kaybın yasını tutmak bile nasip olmamıştı. Alaycı sesler, hafif bir rüzgar gibi kulaklarına çarpıyordu. Bu cılız seslerin arkasında saklı nefret, aniden parlayan bir kıvılcımla yangına dönüştü. Yumruklar sıkıldı, bağrışmalar yükseldi, kavga kaçınılmaz hale geldi. Sonunda okul yönetimi karşısına dikildi ve bir son uyarıda bulundu: “Bir daha böyle bir olayda adını duyalım, seni burada tutmayız.”
Fakat bazı yollar, çoktan çizilmişti.
Üçüncü sınıftayken, kaderin bir dönemeçte kendisini beklediğinden habersizdi. Mesut Süreyya adındaki Bağdatlı Arap subay, yüzüne sert ve buyurgan bir ifadeyle bakarak selam istedi. O an, içindeki fırtına tekrar uyandı. Gözleri bir an dalgınlaştı; yıllarını verdiği bu üniformanın, ona dayatılan hiyerarşinin, bir selamla sınanmasına tahammülü yoktu. Kararlı bir suskunlukla durdu. Sonrası çabuk gelişti. Emir komutaya itaatsizlikle suçlandı, mahkeme gibi karşısına dikilen subaylar tarafından karar verildi: Askeri okuldan atılmıştı.
Koridorlardan son kez geçtiğinde, ayakları yere her vuruşunda eski hayallerini ezip geçiyordu. Asker olamayacak, vatanına üniforma içinde hizmet edemeyecekti. Fakat içindeki ateş sönmemişti. Belki de askerlik ona göre değildi, belki de onun savaşı bambaşka bir cephedeydi. Yine de içinde yankılanan tek bir cümle vardı: Düşmeden savaşı kazanamazsın.
Kabataş Lisesi’nin taş duvarları, askeri okulun sert disiplininden çok farklıydı. Ancak bir tahta sıralar, bir de mürekkep lekeli kağıtlar ona sığınacak bir liman olmuştu. Gündüzleri vekil öğretmenlik yapıyor, akşamları katiplikten kazandığı parayla geçiniyordu. Fakat kalbinin bir köşesinde, hep kaybettiği o askerlik düşü vardı. Yıllar sonra, Ruh Adam’ı yazarken, belki de kendi hikayesini anlatıyordu. Selim Pusat, askerliğini kaybeden ama ruhunu kaybetmeyen bir adamdı. Tıpkı kendisi gibi…
Tarihin Peşinde Bir Adam
Atsız, Kabataş Lisesi’nin taş duvarlarını geride bırakıp İstanbul Üniversitesi’nin geniş avlusuna adım attığında, yüreğinde yeni bir sayfanın açıldığını hissediyordu. Artık Edebiyat Fakültesi’nin bir öğrencisiydi. Kütüphanelerin tozlu rafları, eski el yazmaları ve tarih kokan belgeler arasında kaybolacak, geçmişin izini sürecekti.
Öğrencilik yıllarında kalemi keskinleşti. Arkadaşlarıyla birlikte “Anadolu’da Türklere Ait Yer İsimleri” başlıklı bir makale kaleme aldı. Bu makale, o yıllarda Türkiye’nin en saygın tarihçilerinden biri olan Fuat Köprülü’nün dikkatinden kaçmadı. Günün birinde, üniversitenin koridorlarında yankılanan ağır adımları duyduğunda, Köprülü’nün kendisine yaklaştığını fark etti. “Bu makale senin mi?” diye sordu, elindeki dergiyi işaret ederek. Atsız gururla başını salladı. Köprülü bir an sustu, sonra gülümseyerek ekledi: “Bundan sonra benimle çalışacaksın.”
1931 yılında, artık Köprülü’nün asistanıydı. Tarih onun kanına işlemişti. Geçmişin gölgeleri arasında yürüdükçe, kalemi de bu izleri takip etmeye başladı. Çeşitli makaleler, araştırmalar derken Osmanlı’nın kuruluş dönemine ışık tutan Âşıkpaşazâde Tarihi’ni yayımladı. Ancak tarihî hakikatler yalnızca kitap sayfalarında yaşamamalıydı. O, kalemiyle geçmişi aydınlatırken, bu ışığın toplumun her kesimine ulaşması gerektiğini düşünüyordu.
Bu inançla Atsız Mecmua’yı çıkarmaya karar verdi. Dergi kısa ömürlü olmasına rağmen, sayfalarında büyük isimler vardı. Fuat Köprülü, Zeki Velidî Togan, hatta o dönem Türkçü çizgide olan Sabahattin Ali bile şiirlerini burada yayımlıyordu.
Ancak tarih, yalnızca geçmişle değil, aynı zamanda içinde yaşanılan zamanla da ilgilenmekti. 1932’de gerçekleşen İlk Türk Tarih Kongresi’nde, Türklerin kökenine dair ortaya atılan tezler, onu ve çevresindekileri rahatsız etmişti. “Hititlerin ataları Türk’tür ve Anadolu’nun en eski kavmi Türklerdir” iddiası, hocası Zeki Velidî Togan tarafından açıkça reddedildi. Fakat bu bilimsel bir tartışmadan çok bir meydan savaşına dönüşmüştü. Türk Tarih Cemiyeti Genel Sekreteri Reşit Galip, Velidî Togan’ı küçümseyerek “Kürsüsünde talebe bulunmadığına şükrediyorum” dediğinde, Atsız ve arkadaşları öfkelerini bastıramadı.
Bunun üzerine bir protesto telgrafı kaleme aldılar. Devletin üst kademelerine ulaşan bu telgraf, Atsız’ın devlet nezdinde kara listeye alınmasına yetmişti. Kısa bir süre sonra Reşit Galip Maarif Vekili olarak atandı. Bu, Atsız için zorlu günlerin başlangıcıydı. Önce hocası Velidî Togan dekanlıktan ayrıldı. Ardından, kendisi de hedef haline geldi.
Ama susacak değildi. Atsız Mecmua’nın yeni sayısında, eğitim sisteminin içler acısı halini eleştiren “Dârülfünun Kara Listesi” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Bu yazıda, yıllardır tek bir bilimsel eser bile üretmemiş, kürsülerine yapışıp kalmış profesörleri açıkça eleştirdi. Bilimin, yerinde sayanların elinde heba edildiğini yazdı.
Ancak sayfanın sonuna geldiğinde, kalemi bir an duraksadı. Satır aralarına sızan bir gerçek vardı: Bu eleştirisi ona pahalıya mal olacaktı. Birkaç hafta sonra, üniversitenin soğuk koridorlarında adının yankılanacağını, asistanlık görevinden atılacağını biliyordu. Ama bunu umursamadı. Çünkü tarih, yalnızca geçmişi yazanların değil, onu değiştirmeye cesaret edenlerin kaleminde şekilleniyordu.
Kalemin ve Kaderin Peşinde
1940’lı yılların soğuk rüzgarları İstanbul’un taş sokaklarında dolaşıyor, zaman ağır bir sessizlikle akıyordu. Savaşın gölgesi Avrupa’yı kasıp kavururken, Türkiye’nin içindeki fikir mücadelesi de bir başka cephede devam ediyordu. İşte bu yıllarda, Atsız hayatının en çetin dönemlerinden birini yaşıyordu.
Nazım Hikmet’in, Namık Kemal ve Mehmet Emin Yurdakul gibi milli şairleri yerden yere vuran yazısını gördüğünde içi öfkeyle doldu. Kalemi eline aldığında, artık yalnızca tarih yazmıyordu; bir savaş ilan ediyordu. “Komünist Don Kişot’u, Proleter Burjuva Nazım Hikmetov Yoldaş” başlıklı yazısı, bir meydan okumaydı.
“Sarı suratlı afyonkeş Çinlilerle kara suratlı yamyam beşlerin davasını gidiyorsan haydi oraya. Yolun açık olsun!” diye yazdı. Ve devam etti: “Şimdiye kadar ki suskunluğumuzu sakın güçsüzlüğümüze ve çekindiğimize de verme. Deli Petro gibi bayrak açıp gelseniz bile karşınızda baltacılardan biri mürekkep ordu halinde bulursunuz bizi!”
Bu sözler, onun için yalnızca bir polemik değil, bir savaş narasıydı. Ama savaş yalnızca kelimelerle kazanılmazdı. Devletin gözü üzerindeydi artık. Birkaç ay sonra, fazla milliyetçi ve ırkçı olduğu gerekçesiyle öğretmenlik görevinden alındı. Sadece bu da değil; devlet okullarında çalışması tamamen yasaklandı.
İstanbul’un sokakları artık ona dar geliyordu. İşsizlik, cebinde yankılanan bozuk paralar gibi her gün daha da ağırlaşıyordu. Özel okullarda ders vermeye çalıştı ama her yerde karşısına bir duvar çıkıyordu. Ancak kaderin yolları büküktü ve 1940 yılında Boğaziçi Lisesi’nde öğretmenlik yapma şansı doğdu.
Bu okulda, bir gün gelecekte ünlü bir şair olacak bir gençle yolu kesişti: Attilâ İlhan. Attilâ İlhan, komünist olduğu gerekçesiyle devlet okulundan atılmış, düşünceleri nedeniyle toplumun bir başka kesimi tarafından dışlanmıştı. İlk karşılaşmalarında, Atsız’ın nasıl biri olacağını kestirememişti.
“Eyvah, bu adam beni perişan edecek,” diye düşündü. Aklında, sert mizaçlı, disiplinin vücut bulmuş hali olan biri canlanıyordu. Belki de despot bir öğretmen, hatta bir diktatör bekliyordu. Ama karşısında gördüğü adam, tüm beklentilerini alt üst etti.
Derli toplu, aklı başında, işini büyük bir ciddiyetle yapan bir öğretmendi Atsız. Derslerinde politika yapmıyor, öğrencilerine herhangi bir ideoloji aşılamıyordu. Ama İstiklal Marşı konusunda tavizsizdi. “Başından sonuna kadar ezbere bileceksiniz,” diyordu. Bilmeyen öğrenci, gözünün yaşına bakılmadan sıfırı alıp yerine oturuyordu.
Daha çok İslam öncesi Türk tarihinden bahsediyordu derslerinde. Hunlar, Göktürkler, Uygurlar… Onun anlatımında bu eski çağlar canlanıyor, tarih dersleri birer destana dönüşüyordu. Öğrencileri, onun bu sert ama adil öğretmenlik anlayışına alışmışlardı.
Ama kaderin onun için daha büyük planları vardı. 1940’ların fırtınalı yılları boyunca Atsız, yalnızca bir öğretmen değil, bir mücadele adamı olarak da var olmaya devam etti. Kalemi, kılıçtan keskindi; fikirleri, ateşten daha yakıcıydı. Ve onun için tarih, sadece geçmişte yazılan bir hikâye değil, bizzat içinde yaşadığı bir savaş meydanıydı.
Ankara’da Fırtına Öncesi
İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde, dünya büyük bir karmaşanın içindeydi. Almanya, Avrupa’yı kasıp kavururken, Türkiye savaşın dışında kalmaya çalışıyordu. Ancak savaşın sıcak rüzgârları Türkiye’ye de ulaşıyor, siyasette büyük değişimlere neden oluyordu. Başta milliyetçi ve Turancı fikirler yükselişteyken, savaşın ilerleyen yıllarında Sovyetlerin güçlenmesiyle komünizm de etkisini hissettirmeye başlamıştı.
Tam da böyle bir dönemde, Türkçü düşüncenin önde gelen isimlerinden Nihal Atsız, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na hitaben yazdığı iki mektupla ülke siyasetinde büyük bir tartışmanın fitilini ateşledi. Atsız, devlet kademelerinde yükselen komünist kadrolaşmaya dikkat çekiyor, özellikle Sabahattin Ali ve Pertev Boratav gibi isimleri hedef alıyordu. Ona göre, komünist fikirler milli birliğe tehdit oluşturuyor, Türkiye’nin geleceği için büyük bir tehlike arz ediyordu.
Bu mektupların ardından Milli Eğitim Bakanlığı hızla harekete geçti. Nihal Atsız, Boğaziçi Lisesi’ndeki öğretmenlik görevinden ihraç edildi ve çıkardığı Orhun Dergisi kapatıldı. Ancak bu kararlar, kamuoyunda beklenmedik bir tepkiye yol açtı. Türkiye’nin dört bir yanında, özellikle üniversite gençliği arasında Türkçü protestolar patlak verdi. Türkçü gençler, Atsız’a desteklerini ilan ediyor, sokaklarda gösteriler düzenliyordu.
Fakat bu süreçte Hasan Âli Yücel ve Falih Rıfkı Atay, bu yükselen dalgadan rahatsızdı. Atsız’ı susturmanın ve bu hareketi bastırmanın yollarını arıyorlardı. Hasan Âli Yücel, Sabahattin Ali’yle yaptığı görüşmelerde, ona Atsız’a dava açması gerektiğini söyledi. İlk başta bu fikre mesafeli yaklaşan Sabahattin Ali, yapılan baskılar sonucu dava açmayı kabul etti.
Mahkeme Günü: Ankara’da Kıyamet Kopuyor
1944 yılının bahar aylarında, Atsız davası için Ankara’da büyük bir hareketlilik vardı. Nihal Atsız, mahkemeye katılmak üzere Ankara’ya geldiğinde, onu istasyon meydanında binlerce Türkçü genç karşıladı. Sloganlar yükseliyordu:
“Yaşasın Türkçülük!”
“Kahrolsun Komünistler!”
“Atsız’a özgürlük!”
Mahkeme binasının önü tıklım tıklım doluydu. O kadar büyük bir kalabalık toplanmıştı ki mahkeme heyeti binaya pencereden girmek zorunda kaldı. Duruşma başlamadan önceki izdiham ve kargaşa nedeniyle mahkeme öğleden sonraya ertelendi. Saatler ilerledikçe tansiyon daha da yükseliyordu. Nihayet mahkeme salonunda taraflar karşı karşıya geldi.
Sabahattin Ali, söz alarak Atsız’ın kendisine “vatan haini” dediğini, bunun kariyerine zarar verdiğini ve kişilik haklarını ihlal ettiğini belirtti. Atsız ise son derece sakin ve kendinden emin bir şekilde savunmasını yaptı. Ona göre Sabahattin Ali, komünist faaliyetleriyle Türk milletine zarar veriyor, milli değerleri hiçe sayıyordu.
Mahkeme, tarafları dinledikten sonra ikinci duruşma için yeni bir gün belirledi. Ancak dışarıda, mahkemenin kararı ne olursa olsun mesele artık hukuki bir davanın çok ötesine geçmişti. Türkçüler ve komünistler arasındaki ideolojik çatışma, Türkiye’de derin bir fay hattı oluşturmuştu.
Bu dava, “1944 Türkçülük Davası” olarak tarihe geçecek, Nihal Atsız ve birçok Türkçü, dönemin siyasi dengeleri içinde büyük bedeller ödeyecekti. Ancak bu süreç, Türkçü düşüncenin daha da güçlenmesine ve sonraki nesiller için bir sembol haline gelmesine yol açacaktı.
Bozkurt ve Tabutluk
Mayıs 1944. Güneş Ankara’nın sokaklarına alev alev doğarken, kalabalık adliye binasının önünde toplanıyordu. Sloganlar gökyüzüne yükseliyor, gençler heyecanla birbirine sarılıyordu. Nihal Atsız mahkemeye çıkacaktı. Türkçülük davası, vatan sevgisini yargılayan bir hesaplaşmaya dönüşmüştü. Atsız, duruşma salonunda dimdik duruyordu. Gözleri, etrafındakileri süzdü. Burada olmaktan, suçlanmaktan korkmuyordu. Çünkü kendini değil, bir fikri savunuyordu. Sesini yükseltti:
— Bu dava iki kişinin değil, Türkçülük ile komünizmin davasıdır!
Kalabalık coşkuyla bağırdı. Adliye önünde Sabahattin Ali’nin kitapları yakıldı. İnsanlar, Başbakan Şükrü Saraçoğlu ile görüşmek istedi, ancak bu talepleri reddedildi. Polisler sertleşti. Tutuklamalar başladı. O gece, Nihal Atsız otelinde yorgun ama başı dik oturuyordu. İstanbul’a dönecekti. Ama gecenin bir yarısı kapısı çalındı. Gelenler polisti. Hiçbir şey söylemeden onu kelepçeleyip götürdüler.
Zindan soğuktu. Tabutluk denen daracık hücreye konulduğunda başının üstünde 1500 mumluk bir ampul yanıyordu. Atsız, gözlerini kıstı. Sanki bir zaman yolculuğuna çıkmıştı. Bu ışık, ona yüzyıllar öncesinin işkence sahnelerini anımsatıyordu. Kızgın çöllerde susuz bırakılan mazlumları düşündü. Onların da inançları uğruna acı çektiğini… Ama pes etmeyecekti.
Günler, aylar geçti. İşkence, aşağılanma, soğuk hücreler… Ama Nihal Atsız yılmadı. Ve nihayet, mahkeme bittiğinde altı yıl hapse mahkûm edildi. Ancak kaderin bir cilvesi olarak, yedi ay sonra askeri Yargıtay bu kararı bozdu. Serbest bırakıldı fakat bedel ödenmişti. İşsiz kaldı. Kitaplarını sattı. Ama kalemiyle savaşmaya devam etti. Bozkurtların Ölümü eserini yazdı. Türk gençliği bu romanı elden ele gezdirerek okudu. O, fikirleriyle yeniden doğdu.
Yıllar geçti. Alparslan Türkeş, MHP’yi kurmak için Atsız’a geldi. Siyasete girmesi için ısrar etti. Ama Atsız elini kaldırıp durdurdu: “Siyaset taviz vermektir, taviz veren adam Nihal Atsız olamaz!“
Ve tarih onu haklı çıkardı. Atsız, bir dava adamı olarak yaşadı, bir bozkurt gibi direndi. Bostancı’daki evinde, yaşlı ama ruhu genç bir adam olarak oturdu. Türk gençleri ona mektuplar yolluyordu. Bir sabah, pencereyi açtı ve derin bir nefes aldı. Rüzgârın ona fısıldadığı şey belliydi: “Fikirler ölümsüzdür…”
Son Direnişçi
Kasım ayının soğuk rüzgârları İstanbul sokaklarında geziniyordu. Akşam çökmüş, sokak lambalarının sarı ışığı kâğıt gibi incecik serilen sisin ardında titrek bir umut gibi duruyordu. Kadıköy’de, ahşap pencereleri zamanın ağırlığını taşıyan mütevazı bir evin içi loş bir ışıkla aydınlanıyordu. İçeride bir adam, kalemiyle kâğıt arasında gidip gelen bir savaşın içindeydi. Masanın üzerindeki mürekkep lekeli kâğıtlara gözlerini dikmiş, bir şeyler yazıyordu. Hüseyin Nihal Atsız…
Gözleri artık eski keskinliğinde değildi. Yorgunluğu, hayatın ona sunduğu acı dolu yılların bir hediyesi gibiydi. Ama kalemi hâlâ kılıç gibiydi. Kalemiyle savaşmış, kalemiyle direnmişti. Mücadelesi bitmemişti ama bedenin sınırları vardı. Parmakları titredi, elini yavaşça masaya bıraktı. Kırışık ellerine baktı. “Zaman…” diye mırıldandı. “Ne çabuk geçti.”
Bir an, eski günler gözlerinin önünden geçti. 1944’ün zindanları, tabutluk işkenceleri, dost bildiklerinin ihaneti… Ve sonra, gençlik yıllarının ateşiyle kurduğu hayaller… Türkçülük davasına adadığı ömrü… Bir zamanlar bir umut uğruna yola çıkan arkadaşları birer birer eksilmişti. Şimdi yalnızdı.
Bu yalnızlık en çok Necdet Sançar’ın ölümünden sonra ağırlaşmıştı. Kardeşi… Dava arkadaşı… Onun ölümüyle içindeki kalenin surları çökmüş gibiydi. O gece, defalarca kâğıda yazıp bozduğu satırları hatırladı:
“Necdet Sançar öldü demek, Türkçülük cephesi en iyi savaşan tümenini kaybetti demektir. Belki kimsenin bilmediği acılar içinde yaşayan, yoksulluk devirleri geçiren Necdet Sançar’ın kaybı benim için bir kardeş kaybından daha ileri, bir ülküdaşı kaybetmenin hüznüdür.”
İşte, en büyük kanun buydu: Ölüm. Ve sıra dinlemiyordu.
İçini çeken derin bir yalnızlıkla gözlerini kapattı. Bir zamanlar atıştığı, karşısına aldığı, düşman bellediği isimler bile şimdi ona uzak hatıralar gibi geliyordu. Oysa dava için yazılar yazarken, ne dost kalmıştı ne düşman. Ama sonunda yalnızlık, en sadık dost olmuştu.
Kapının önünde bir rüzgâr esti. Masanın üzerindeki eski dergiler hafifçe kıpırdadı. Ötüken, yıllarca onun sesini taşıyan o mütevazı dergi, masada öylece duruyordu. O derginin her sayfası, bir kavgaydı. Her satırı, bir inanç… Ama artık yazılar da yetmiyordu. Bedeninin gücü, kalemi kadar dirençli değildi.
Ve sonra, o son gün geldi. Aralık ayının ayazı, İstanbul’un üstüne çökmüştü. Yatağında yorgun, ama zihninde hâlâ ayakta olan bir adam yatıyordu. Kalp krizi, savaşını tamamlamış bir asker gibi onu son durağına çağırıyordu. Bir an, Necdet’i düşündü. Eski dostları, eski günleri… Ve gözlerini kapadı.
Cenazesinde, ellerini göğe açan imamın sesi yankılandı: “Merhumu nasıl bilirdiniz?“
Mezarın başında, suskun kalabalığın arasından bir ses yükseldi. Şair Fethi Gemuhluoğlu, gözlerini Atsız’ın tabutuna dikmiş, hüzünle gülümsedi: “İmam efendi, o musalla taşı musalla taşı olalı böyle bir er kişi görmedi.”
Hüseyin Nihal Atsız, artık gitmişti. Ama kalemi, bıraktığı satırlar ve ardında taşıdığı dava, zamanın ötesinde yaşamaya devam edecekti. Ve belki de, hâlâ bir yerlerde, eski bir defterin sararmış sayfaları arasında, onun sert ve net yazısıyla yazılmış şu cümle okunuyordu: “Biz, ölümlerle tükenmeyecek kadar büyük bir milletiz.”
Son Raunt: Sovyetler Birliği
Gök kubbenin altında, kaderin adil olmadığı bir ring vardı. O ring, yüzyıllardır süren dövüşlerin, yenilgilerin ve zaferlerin tanığıydı. Şimdi ise, devasa bir boksör, iri cüssesi ve ağır yumruklarıyla bu ringin hâkimi gibi görünüyordu.
Bu boksör Sovyetler Birliği’ydi. Güçlüydü, korkutucuydu, yumrukları sertti. Girdiği her kavgada rakiplerini yere sermişti. Kolları kaslı, yumrukları çelik gibiydi. Ama kimse bilmiyordu ki, o devasa gövdenin içinde çürümüş bir kalp atıyordu.
Ringin bir köşesinde, yüzünde mağrur bir tebessümle onu izleyen biri vardı. Nihal Atsız… Henüz dövüş başlamamıştı ama o sonucu görüyordu. Kalemini kaldırdı ve defterine not düştü: “Bu dev, yumruklarıyla dünyayı korkutuyor. Ama onun kalbi hasta. O büyük vücudun içinde çürük bir damar var. Zamanı gelince, o damar kopacak ve dev yere yığılacak.”
Sovyet boksörü, ringde kaslarını esneterek rakiplerine gözdağı veriyordu. Onun için küçük milletler, sadece birer antrenman kuklasıydı. Kafkaslardan Orta Asya’ya, Doğu Avrupa’dan Sibirya’nın derinliklerine kadar uzanmıştı yumrukları. Ama Atsız, gözlerini ondan ayırmadan yazmaya devam etti:
“Her devin bir çöküş anı vardır. Yumrukları ne kadar güçlü olursa olsun, kalbi hasta olan bir savaşçı, en kritik anda yere yığılır. İşte, bu boksör de öyle olacak. Sonunda dizleri titremeye başlayacak, sonra gözleri kararacak ve ringde serilip kalacak.”
Yıllar geçti… Rüzgâr, değişimin haberini taşıyordu. O dev boksör, hâlâ koca cüssesiyle ayakta duruyordu ama nefesi daralıyordu. Yumrukları eskisi kadar hızlı değildi. Ringin kenarında sessizce bekleyen Atsız ise çoktan bu dünyadan göçmüştü. Ama kalemiyle yazdığı satırlar, tarihin hafızasında yaşıyordu.
Ve bir gün, herkesin “yenilmez” sandığı o boksör, aniden dizlerinin üstüne çöktü. O dev vücut, sarsıla sarsıla yere yığıldı. Seyirciler, hayretle izliyordu. Kimse böylesine büyük bir gücün, bir anda çökmesini beklemiyordu. Ama Atsız’ın kaleminden dökülen cümleler, tarihin sayfalarında yankılanıyordu:
“Büyük vücutları hasta kalpler ayakta tutamaz. O çöküş başladığında, durduracak hiçbir şey yoktur. Ve işte o an geldiğinde, Türk’ün istiklali yeni bir güne doğacaktır.”
O dev boksör yere düştüğünde, ringin etrafında bir kıpırtı oldu. Gözleri mavi gökyüzü kadar berrak olan genç savaşçılar ringe çıkmaya başladı. Onlar, Orta Asya’nın bozkırlarından, Kafkasların zirvelerinden, Balkanların derin vadilerinden geliyordu. Kalplerinde özgürlük ateşi yanıyordu. Bir zamanlar yumruklarıyla dünyaya korku salan boksör şimdi cansız bir gölge gibi yerde yatıyordu.
Ring artık onların sahnesiydi. Atsız’ın öngördüğü gibi, eski bir dev düşerken, yeni bir güneş doğuyordu. Türk Birliği’nin tohumları, tarihin dövüş ringinde filizlenmeye başlamıştı.
Şiirin Gölgesinde
Geniş salonu hafif bir uğultu dolduruyordu. Duvarlarda asılı eski kitaplar ve portreler, zamana meydan okuyan sessiz tanıklar gibi duruyordu. Masanın etrafına toplanan gençler, dikkatle konuşmacıyı dinliyordu. Söz, Nihal Atsız’a gelmişti.
İskender Bey, ellerini kürsüye dayayarak konuşmasına devam ediyordu. Gençlerden biri, nazik ama heyecanlı bir sesle söz aldı: “Atsız Bey’in şiirleri beni çok etkiliyor. Sizce de büyük bir şair mi?” Salondaki herkes bir an duraksadı. Bu soru, çoğunun zihninde yankılandı. İskender Bey hafifçe gülümsedi ve bir an düşündü. Sonra tane tane konuşmaya başladı: “Atsız Bey, arada sırada şiir de yazan bir fikir adamı ve romancıdır. Çok şiir yazmamıştır ama yazdıkları da kendi içinde değerlidir.”
Salonda bulunan bir edebiyat hocası başını sallayarak onayladı. Cevap açık ve netti. Ancak, o an içini kemiren bir huzursuzluk başladı. Genç kızın gözlerinde bir şey vardı; belki de şiirlerin ona hissettirdiği o tarifsiz duygunun cevabını arıyordu. Toplantı sona erdiğinde, İskender Bey salondan ağır adımlarla çıktı. Ama aklı hâlâ o sorudaydı. Evet, Atsız belki zirvedeki bir şair değildi. Ama neden onun şiirleri, birçok büyük eserden daha çok yüreğe dokunuyordu? Günlerce bu sorunun cevabını düşündü.
Gece, çalışma masasının başına geçtiğinde, eski bir defteri karıştırmaya başladı. Sayfalar arasında Atsız’ın dizeleri karşısına çıktı. İçinde bir sızı hissetti. O şiirler, belki biçim olarak kusursuz değildi ama ruh taşıyordu. His, kelimelerin arasından sızıyor, okuyanın içine işliyordu.
Sonunda kendi kendine itiraf etti: “O genç kız haklıydı. Ben de aynı duyguları paylaşıyorum. Atsız’ın şiirleri, belki bir şaheser değildi ama ondan daha derin bir şeydi. Onlar, bir milletin ruhuna dokunan satırlardı…” Ve işte, o an fark etti: Bazı şiirler, sadece kelimelerle değil, yürekle yazılırdı. Atsız’ın şiirleri de tam olarak böyleydi.
Bir zamanlar, gençlerin hazırladığı bir eser vardı: Hüseyin Nihal Atsız üzerine. Eserin içeriği, yalnızca edebiyat değil, aynı zamanda bir ideolojik tartışmayı da barındırıyordu. Atsız, Türkçülük ve Turancılık gibi güçlü ideolojilere sahip bir yazar olarak, ismi duyulduğunda birçok insanı ikiye ayırıyordu; bazıları onu seviyor, bazılarıysa ona mesafeli duruyordu. Bu durum, edebi kimliklerinin ötesinde bir siyasi cepheleşmenin simgesi haline gelmişti.
Yıllar önce, bir edebiyat dersinde bir genç, “Atsız’ın şiirleri beni çok etkiliyor. Sizce de büyük bir şair mi?” diye sordu. Dinleyiciler arasında bir edebiyat hocası, Atsız’ın daha çok bir fikir adamı ve romancı olduğunu belirtti. Fakat gençlerin duygularına katılmamak elde değildi; Atsız’ın şiirleri, belki şaheser olmasa da, birçok eserden daha etkileyiciydi.
Eserin editörlüğünü üstlenen Fırat Kargoğlu, Atsız’ın edebi kimliğini savunan bir yaklaşımla yazıları derlemişti. Özellikle İskender Öksüz’ün yazısı dikkat çekici bir içgörü sunuyordu. Öksüz, Atsız’ın şiirlerindeki derinliği ve yazınsal yeteneğini sorgularken, bu yazının etkileyiciliğini de vurguluyordu. Gençlerin bu konudaki merakı, Atsız’ın edebi değerinin yeniden gözden geçirilmesine neden oldu.
Bir gün, bir sosyalist öğretmen, öğrencilerine “Hüseyin Nihal Atsız’ın ‘Ruh Adam’ isimli eserini mutlaka okuyun,” dedi. O an gençler, edebiyatı sınıflandırmaktan çok, Atsız’ın derin felsefi ve edebi mirasından yararlanmanın önemini anladılar. Sonuçta, Atsız yalnızca ideolojik duruşuyla değil, aynı zamanda yazdığı eserlerle de anılması gereken bir isimdi.
Atsız’ın hayatı, mücadelelerle doluydu; siyasi idealleri için bedel ödedi, bazen zindanda yattı, bazen mahkemelerde savunma yaptı. Ancak aşkı bulduğunda, yeşil gözlü bir öğretmene duyduğu hisleri, bir şiirle ifade etti. O mektubun teslim edilmediği düşüncesi, zamanla Atsız’ın içindeki aşkı ve tutku dolu hayatı daha da anlamlı hale getirdi.
Ruh Adam’da, yüzbaşı Burkay’ın efsanevi aşk hikayesi, Atsız’ın ruhuna dokunan bir anlatımla başlıyordu. Selim Pusat karakteriyle de, Atsız’ın idealleri arasında gidip gelen bir yansıma oluşturuyordu. Selim, askerliğe, millete inansa da, yeni kurulan Cumhuriyet’e karşı bir muhalefet taşımaktaydı.
Atsız’ın eserleri, yalnızca edebi bir miras değil, aynı zamanda bir ideolojik tartışmanın parçasıydı. Kendi inandığı doğrular için verdiği mücadele, onu unutulmaz kılıyordu. Her ne kadar insanlar onun ismi üzerinden bir tartışma yapsa da, Hüseyin Nihal Atsız, Türk edebiyatında önemli bir yere sahipti. Eserleriyle, birçok okuru etkileyen bir şair ve romancı olarak hatırlanmayı hak ediyordu.
Ve böylece, Hüseyin Nihal Atsız, yalnızca bir ideolog değil, aynı zamanda bir yazar olarak, edebiyat dünyasında kalıcı bir iz bıraktı. Herkesin bu derin edebi hazineden istifade etmesi gerektiği gerçeği, zamanla daha da netleşiyordu.
Cengiz Aytmatov “Bozkır’da doğmuş olan ben bile, Bozkır hayatını hiç Bozkır görmemiş Hüseyin Nihal Atsız kadar canlı anlatamazdım” ifadesi, edebiyatın derinliklerine ve yazarın ustalığına dair çarpıcı bir değerlendirmedir. Bu cümle, Atsız’ın eserlerinin anlatım gücünü ve hayal gücünün sınırlarını aşan bir gerçeklik yaratma yeteneğini öne çıkarmaktadır. Aytmatov, kendi deneyimlerinden yola çıkarak, Atsız’ın Bozkır yaşamını sadece gözlemle değil, bir içsel deneyim ve duygu yoğunluğu ile aktardığını ifade etmektedir.
Atsız’ın eserlerinde Bozkır, yalnızca bir coğrafya değil, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Onun kalemiyle canlanan bu dünya, okuyucuyu adeta içine çeken bir atmosfer sunar. Her bir kelimesinde, Bozkır’ın rüzgârının sesi, toprağın kokusu ve gökyüzünün derinliği hissedilir. Atsız, kendi yaşam deneyimlerinin ötesine geçerek, Bozkır’ın ruhunu, insan ilişkilerini ve doğayla iç içe geçmiş yaşamını ustalıkla yansıtır. Aytmatov’un bu cümlesi, Atsız’ın hayal gücünün sınırlarını zorladığını, sıradan bir gözlemcinin yapamayacağı bir derinlikte ve canlılıkta tasvirler sunduğunu ortaya koyar.
Hüseyin Nihal Atsız, sadece bir yazar değil, aynı zamanda bir düşünürdür. Onun eserleri, Türk milliyetçiliğinin ve Türk kültürünün özünü yansıtan temalarla doludur. Atsız, karakterleri aracılığıyla yalnızca Bozkır’ın coğrafyasını değil, aynı zamanda onun tarihini, geleneklerini ve değerlerini de işler. Aytmatov’un dile getirdiği gibi, Atsız’ın anlatımındaki canlılık, yazarın içsel dünyasında taşıdığı tutkudan ve vatan sevgisinden beslenir. Bu nedenle, Atsız’ın Bozkır’ı tasvir edişi, onu sadece bir coğrafya olarak değil, bir yaşam felsefesi olarak da anlamamızı sağlar.
Atsız’ın eserlerinde bir duygusallık, bir coşku vardır; bu da okuyucunun yazarla güçlü bir bağ kurmasını sağlar. O, Bozkır’ın insanını, zorluklarını, sevinçlerini ve mücadelelerini tüm saflığıyla aktarır. Cengiz Aytmatov’un bu ifadeyi kullanması, Atsız’ın yazarlık serüvenine ve ona duyulan derin saygıya bir işarettir. Gerçekten de, Atsız’ın anlatımındaki canlılık, onun sadece gözlemlediği bir yaşam değil, yaşadığı bir dünyayı aktarışıyla ilgilidir. Bu yönüyle, Atsız, Bozkır’ın yalnızca bir parçası değil, onun ruhunu da temsil eder.
Sonuç olarak, Aytmatov’un sözü, Hüseyin Nihal Atsız’ın Bozkır’ı nasıl bir yaşam alanı haline getirdiğini, anlatımının derinliğini ve okuyucusuna sunduğu zengin deneyimi özetlemektedir. Atsız’ın eserleri, Türk edebiyatında unutulmaz bir yere sahip olup, okuyucuyu kendi topraklarına, kültürüne ve tarihine yolculuğa çıkaran bir kapı aralamaktadır. Bu bağlamda, Atsız’ın kalemi, yalnızca bir yazarın değil, aynı zamanda bir milletin sesini duymamızı sağlayan bir araçtır. Gün batımına doğru ilerleyen koca bir kervan gibi, Türk’ün tarih boyunca süregelen yürüyüşü vardı. Rüzgâr, bozkırın tozlarını savururken, uzaklarda bir atlı belirdi. Sert bakışları ufku delip geçiyor, yüreğinde yanan ateş gözlerinden okunuyordu. O, bir nefer değildi yalnızca, bir davanın bizzat kendisiydi.
Atsız, atını mahmuzlayıp ilerledi. Kahramanlık onun kanında, cesaret ruhunda, doğruluk ve ülkü damarlarında dolaşıyordu. Kürşat’la Çin Sarayı’na saldıran, Sançar’la devletin yükünü omuzlayan, Kıraçata’yla bozkırda cenge giden hep oydu. İskender Öksüz’ün dediği gibi, “Türkçülük bizim için sıfattır. Ülkücülük bizim için sıfattır. Dürüstlük, doğruluk bizim için sıfattır. Atsız Bey için bunlar sıfat değildir. Bunlar onun zatıdır. Atsız Bey Türkçülüğün, ülkücülüğün, dürüstlüğün, doğruluğun kendisidir. O Kürşat’ın da, Sançar’ın da, Kıraçata’nın da ta kendisidir. O Türk’ün kendisidir.”
Bir savaş meydanı gibiydi ömrü. Kalemi kılıç gibi keskindi, sözleri yaydan fırlamış ok gibi delip geçiyordu. Düşmanı, ihanetin karanlığıydı; dostu, ülkü yolunda yanan yüreklerdi. “Kahramanlık” diye seslendiği her mısra, kendi hayatından bir kesitti. Yiğitlik, fedakârlık, adanmışlık… Bunlar onun hayalini kurduğu kahramanların değil, bizzat kendi yolculuğunun kelimeleriydi.
Gök kubbe altında bir kez daha yankılandı sesi:
“Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmemektir.
O, büyük ve civanmert bir hayat yaşayışıdır,
Can verme sırrına ermek ve seve seve verişidir.”
İşte bu dizeler, onun kaderiydi. O, yükselmek için değil, bir davayı taşımak için doğmuştu. Yıldız gibi parlayıp sönmeye değil, sonsuz bir meşale gibi yanmaya gelmişti. Ve gün gelip toprağa karıştığında, ardından yalnızca bir isim değil, bir ateş, bir ülkü, bir kahramanlık destanı kalacaktı.
Geri Gelen Mektup
Bozkırın sert rüzgârı, İstanbul’un taş kaldırımlarında bile esiyordu sanki. Nihal Atsız, kalemi elinde, masasının başında derin bir düşünceye dalmıştı. Kendisini yıllardır yalnızca ideallerine adamış bir adam olarak bilirdi. Kalemi, mürekkebi, kitapları ve ülküsü dışında dünyada hiçbir şeye bağlanmamıştı. Fakat bu kez, tüm o sert duruşunun ardında, içine sığmayan bir his vardı: Aşk.
Onun adı, okul koridorlarında yankılanan ince bir ses kadar zarifti. Sınıfa girerken bir melodi gibi süzülen adımları, öğrencilerle konuşurken gözlerinde beliren sıcak ışık… Ama en çok da gözleri. O derin, yeşil gözler… Sanki orada bir orman saklıydı, sonsuz bir bahar. Atsız, hayatı boyunca sayısız kelimeyle koca dünyalar kurmuştu ama o gözleri anlatacak kelimeyi hâlâ bulamamıştı.
Fakat ona yaklaşamıyordu. O, kelimelerle kılıç gibi dövüşen bir adamdı; ama şimdi kelimeler bile kifayetsizdi. Düşündü, bekledi, sustu. Sonunda kalemi aldı ve bir mektup yazdı. Kâğıdın her satırına, içindeki derin sevgiyi, çekingenliği, belki de gururu işledi. Kıvrılan harfler, yüreğinden dökülen kelimelerle doldu. Mektubu titreyen ellerle katladı. Sessizce öğretmenler odasına girdi ve kimseye görünmeden mektubu onun dolabına bıraktı. Sonra, dışarı çıktı. Bekledi.
Kadın, odasına girdiğinde, dolabını açtı. İçinde, üzerine kendi adının yazıldığı bir zarf vardı. Kısa bir an duraksadı. Gözleri mektubu inceledi, sonra zarfa hiç dokunmadan kapattı. Derin bir nefes aldı, mektubu eline aldı ve doğruca Atsız’ın odasına yöneldi. Kapıyı hafifçe tıklattı. Atsız başını kaldırdı, onu gördü. Kadın sessizce yaklaştı, gözleriyle hiçbir şey söylemeden, elindeki zarfı Atsız’ın masasının üzerine bıraktı. Mektup, yazıldığı gibi, hiç açılmadan geri dönmüştü.
Kadın bir an durdu, başını hafifçe eğdi ve çıktı. Atsız, masanın üzerinde duran o mektuba uzun uzun baktı. Kalbi ne bir hüzne ne de öfkeye yenildi. Sadece, kendine has o sessiz ve gururlu edayla mektubu aldı, dikkatlice katladı ve göğsüne bastırdı.
O günden sonra mektup açılmadı. Ama içinde yazılanlar, bir şiirin dizelerinde yaşamaya devam etti. Ve belki de o yeşil gözler, yıllar sonra bir gün, o satırları okurken, içinde saklı kalan bir duyguyla bir kez daha parladı. Bu şiirin şerhi şöyledir:
Bu şiir, aşkın hem ilahi hem de beşeri yönünü içinde barındıran derin bir anlam taşıyor. Nihal Atsız’ın bu dizeleri, tasavvufi ve metafizik bir bakış açısıyla yorumlandığında, ilahi aşk, fenafillah (Allah’ta yok olma), tecelli ve aşkın yakıcılığı gibi kavramlarla ilişkilendirilebilir. Her kıtanın tasavvufi açıdan şerhini yapalım:
Birinci Kıta:
“Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi alevden?
Sen istedin ondan, gönül zorla tutuştu.”
Bu kıta, aşkın yakıcılığını ve aşkın kaynağını sorgulayan bir ifadeyle başlıyor.
• “Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?”;Tasavvufta aşk, bir yanış ve yok oluş olarak tasvir edilir. Ateş burada aşkı temsil ediyor; fakat şair aşkın kaynağını sorguluyor: Bu yanış benim ruhumdan mı kaynaklanıyor, yoksa sevdiğim kişinin gözlerinden mi? Göz, tasavvufta tecelli ve nurun yansımasıdır. Allah’ın cemal sıfatını yansıtan bir metafordur.
• “Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?”;Yanardağ, içsel bir ateşin patlaması anlamına gelir. Bu, kalbin ilahi aşkla yanmaya başlamasını temsil eder. Tasavvufta aşk bazen içsel bir devrim, nefsin dönüşümü olarak görülür.
• “Pervane olan kendini gizler mi alevden?”;Tasavvufi sembollerde pervane (kelebek), ilahi aşka kendini feda eden âşığı temsil eder. Pervane, kendini gizlemez; çünkü ateş onun vuslatıdır, yani kavuşma anıdır. Bu, aşkta kendini tamamen Allah’a adama ve yok olma hâlini ifade eder.
• “Sen istedin ondan, gönül zorla tutuştu.”;Bu mısra, aşkın kaderî bir yönü olduğunu vurgular. Gönlün yanışı iradi bir tercih değil, Allah’ın muradıdır. Tasavvufta aşık, ilahi aşkı kendi isteğiyle seçmez; ona aşk bahşedilir ve bu aşk, ilahi bir yazgıdır.
Tasavvufta aşk, bir yanış, bir ateş metaforuyla anlatılır. Burada “ruh” ile “göz” arasında bir kıyaslama var. Göz, tasavvufta tecelli ve nurun bir yansımasıdır. Ateş ise aşkın, yanmanın ve yok olmanın sembolüdür. “Pervane olan kendini gizler mi alevden?” sorusu, tasavvufta kulun, Allah’ın aşkıyla yanarken kendini saklamaması gerektiğini ifade eder. Pervane (kelebek), ateşe uçan ve sonunda yok olan bir varlıktır; bu, fenafillah halini çağrıştırır. Gönlün zorla tutuşması da aşkın ilahi bir kader oluşuna işaret eder.
İkinci Kıta:
“Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse.”
Bu kıtada aşkın ilahi boyutu daha baskın hâle geliyor.
• “Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse”;Gün, burada vahdeti (birliği) temsil eder. Güneş ışığını aşığın yüzünden alıyor gibi bir imaj yaratılıyor. Bu, Allah’ın nur sıfatının insana tecellisini simgeler.
• “Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse”;Ay, tasavvufta kesreti (çokluğu) temsil eder. Secde, kulluğun, teslimiyetin ve tevazunun en büyük göstergesidir. Bu mısra, Allah’ın cemalini (güzelliğini) temaşa etmenin aşkı nasıl büyüttüğünü anlatıyor.
• “Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan”;Tasavvufta “fenafillah” kavramı, kişinin varlığını Allah’ta yok etmesini ifade eder. Aşık, artık dünya ile bağını kesmiş, her şeyi unutmuş durumdadır.
• “Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse.”;Yeşil renk, tasavvufta cenneti, huzuru ve ilahi rahmeti temsil eder. Burada Allah’ın cemal sıfatının gözler aracılığıyla aşığa yansıdığı anlatılıyor.
Bu şiir, aşkın hem ilahi hem de beşeri yönünü içinde barındıran derin bir anlam taşıyor. Nihal Atsız’ın bu dizeleri, tasavvufi ve metafizik bir bakış açısıyla yorumlandığında, ilahi aşk, fenafillah (Allah’ta yok olma), tecelli ve aşkın yakıcılığı gibi kavramlarla ilişkilendirilebilir.
Üçüncü Kıta:
“Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
İçimdeki azgın devi rüzgârlara attım
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım”
• “Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince”; Tasavvufta Allah’ın Celal ve Cemal sıfatları birlikte anılır. Celal, haşmeti ve azameti, Cemal ise güzelliği ve zarafeti ifade eder. Bu mısra, aşkın hem keskin ve yakıcı hem de latif ve çekici yönlerini anlatıyor.
• “Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince”; Tasavvufun temel felsefelerinden biri “ölmeden önce ölmek”tir. Hakiki aşık, nefsini öldürerek ilahi aşkla dirilir. Burada ölüm, maddi dünyadan soyutlanıp ilahi aşkta yok olmayı simgeliyor.
• “İçimdeki azgın devi rüzgârlara attım”; İçimizdeki “azgın dev”, nefsimizi ve dünyevi tutkularımızı temsil eder. Onu rüzgârlara atmak, nefsi arındırmak ve Allah’a yönelmektir.
• “Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.”; Bu mısra zahiren beşeri aşka işaret ediyor gibi görünse de tasavvufi anlamda farklı bir boyutu var. “Gözlerle günah işlemek”, ilahi güzelliği temaşa etmektir. Mevlana’nın “Ne olursan ol, yine gel” çağrısı gibi, aşkın insanı ilahi hakikate ulaştırabileceği vurgulanıyor.
Bu kıtada aşkın hem yakıcı hem de yüceltici yönü işleniyor. “Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince” ifadesi, Allah’ın Celal ve Cemal sıfatlarına bir işarettir. Allah hem azamet sahibidir (Celal) hem de sonsuz güzellik sahibidir (Cemal). Ölüm hazzı, tasavvufta “ölmeden önce ölmek” (mefkurevi ölüm) kavramını akla getirir. Kişi, nefsini terk ederek ilahi aşkta yok olur. “İçimdeki azgın devi rüzgârlara attım” ifadesi, nefsi terbiye etmeye ve teslim olmaya işaret eder. “Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım” mısrası, tasavvufi bir aşk nazarında, ilahi güzelliğe nazar etmeyi ve O’na yönelmeyi anlatır.
Dördüncü Kıta:
“Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin”
• “Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın”; Tasavvufta insan-ı kâmil, Allah’ın esmalarının (isim ve sıfatlarının) en mükemmel tecellisi olarak kabul edilir. Burada gözler, ilahi güzelliğin bir aynasıdır.
• “Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın”;Allah’ın aşkı bazen bir lütuf bazen bir bela gibidir. Kimi aşıklar vuslata erer, kimileri aşkın derin ıstırabında yanar.
• “Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin”;İlahi aşk, gönül dünyasında bir devrim yaratır. Aşk, insanı baştan sona yeniden şekillendirir ve onu hakikate ulaştırır.
• “Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin.”;Aşk, insanı hem öldüren hem de dirilten bir hakikattir. Tasavvufi anlamda aşk, ölmek ve yeniden doğmaktır. İlahi aşk insanı yok eder ama o yoklukta hakiki varlığa ulaştırır.
Burada göz, Allah’ın tecellisini yansıtan bir ayna olarak görülmektedir. “Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın” mısrası, tasavvufta “insan-ı kamil” anlayışına işaret edebilir. İnsan-ı kamil, Allah’ın esmasını en mükemmel şekilde yansıtan varlıktır. Aşkın zulmü, insanı benliğinden sıyırır ve hakiki varlığa yönlendirir. “Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin” ifadesi, ilahi aşkın kişiyi arındırması, tasfiye etmesi anlamına gelir. Aşkın yakıcılığı insanı öldürse bile bu bir vuslat vesilesidir.
Genel Değerlendirme:
Bu şiir, hem beşeri hem de ilahi aşkın tasavvufi yönlerini barındıran derin bir metin. Ateş, göz, güneş, ay, hançer, ölüm, nefs gibi kavramlar, tasavvufta sıkça kullanılan sembollerdir. Nihal Atsız’ın şiiri, aşkın sadece maddi bir his değil, aynı zamanda ruhun tekâmül sürecindeki bir araç olduğunu hissettiriyor. Fenafillah, ilahi tecelli, nefsin ölümü ve aşkın yakıcılığı gibi tasavvufi temalar bu şiirde kendine yer bulmuştur.
Nihal Atsız’ın bu şiiri, beşeri aşkın ötesinde ilahi aşkın yakıcılığını ve yok ediciliğini anlatıyor. Ateş, göz, güneş, ay, hançer, ölüm, nefs gibi semboller tasavvufun temel motifleridir. Fenafillah, aşkın bir yanış ve arınış süreci olduğu vurgulanıyor.
Bu şiir, insanın kendini aşkla yok etmesini ve yeniden var olmasını anlatan bir tasavvufi metin olarak okunabilir.
Ahmet Turan Destanı; Topal Asker
1915 yılının Aralık ayıydı. Kış, bütün şiddetiyle Doğu Anadolu’yu sarmış, her yeri kar ve tipiye boğmuştu. Türk Ordusu, Enver Paşa’nın emriyle Doğu’ya, Kars, Ardahan, Artvin ve Batum’u Rus ve Ermeni işgalinden kurtarmak için sefere çıkıyordu. O sefer ki, vatan için göze alınan bir ölüm yolculuğuydu…
Köylerde hummalı bir hazırlık vardı. Kadınlar, askerlerin aç kalmaması için kazanlarla yemekler pişiriyor, ekmekler yapıyordu. Erkekler, cephane taşıyor, atları ve hayvanları orduya destek için hazırlıyordu. Kimi gençler ise sabırsızdı; savaşmak, vatanı uğruna kan dökmek istiyordu. İşte onlardan biri de Ahmet Turan’dı.
Kars’ın Derecik köyünde doğup büyümüş, hayatı boyunca Rus ve Ermeni zulmüne tanıklık etmişti. İki yıl önce evlenmiş, bir kız çocuğu olmuştu. Ama şimdi vatan daha önemliydi. Eşi, gözyaşlarını içine akıtıp ona sarıldı. Annesi ve babası, dualarla arkasından su serpti. O gece Ahmet Turan, köyünden ayrıldı ve soğuk kış gecesinin içinde kayboldu.
Günlerce süren zorlu bir yolculuğun ardından Oltu yakınlarında Türk Ordusu’na katıldı. Ona destek kıtalardan birinde görev verildi. Ordu hareket hâlindeydi. Kimi at sırtında, kimi yaya, kimi aç, kimi soğuktan donmuş… Ancak hiçbirinin gözlerinde korku yoktu. Hepsinin kalbinde vatan aşkı yanıyordu.
Aralık ayının son günlerinde, ordu Aşkale’den Allahüekber Dağları’na yöneldi. Kar, tipi, açlık ve yorgunluk… Ve sonra o kara gece… O gece, binlerce Mehmetçiğin buz tutmuş bedenleriyle vatan toprağına karıştığı o geceydi… Ahmet Turan, birçok arkadaşını kaybetti. Ancak hayatta kalmayı başardı. Birkaç arkadaşını da karların içinden çekip çıkardı. Onun cesareti komutanlarının dikkatini çekti ve komutanı onu yanına aldı. Ancak kader, Türk Ordusu’nun düşmanla savaşmasına bile izin vermedi. Soğuk, tipiden daha acımasızdı ve ordu, büyük kayıplar vererek Erzurum’a çekildi.
Ahmet Turan, bir süre sonra Irak Cephesi’ne gönderildi. İngilizlerle ve onların kandırdığı Araplarla çarpıştı. Osmanlı askeri burada da yalnızdı. Araplar, bağımsızlık vaadi ve altın uğruna Osmanlı’yı arkadan vurmuştu. O kanlı çatışmalardan birinde Ahmet Turan bacağından yaralandı. Yarası iyileşti ama kemiği yanlış kaynadı. Artık bacağı sakattı, yürürken topallıyordu.
İki yıl boyunca Irak’ta savaştı. İngilizlere, Hint askerlerine, ihanet içindeki Araplara karşı direndi. Sonra, bir emir geldi. Birliklerinden bazıları Galiçya’ya gönderilecekti. Ahmet Turan da bu kıtadaydı. Komutanı onun kalmasını istese de, Ahmet Turan kıtasından ayrılmak istemedi. Sonunda komutanı onu da yanında götürdü.
Galiçya cephesi zorluydu. Almanlarla omuz omuza savaştılar. Soğuk, açlık, düşman ateşi… Ahmet Turan burada da birçok arkadaşını kaybetti. Bir gün siperdeyken, düşmanın hedef aldığı kurşun sakat bacağına saplandı. Bir şarapnel parçası burnunu ve çenesini parçaladı. Yüzü tanınmaz hâle geldi. Artık sakat bacağı ve yara izleriyle bir savaş gazisiydi.
Sonunda savaş bitti. Osmanlı, Almanya ve Avusturya ile birlikte savaşı kaybetmişti. Ahmet Turan, uzun ve meşakkatli bir yolculuk sonunda İstanbul’a döndü. Artık askerlik bitmiş, herkes evine dönüyordu. Ama Ahmet Turan’ın en büyük kaybı, silahıydı. Yedi yıl boyunca ayrılmadığı silahını teslim ederken sanki ruhunu da teslim etmiş gibi hissetti.
Şimdi tek bir isteği vardı: Köyüne, yuvasına dönmek. Yedi yıldır ne annesini, ne babasını, ne de eşini ve kızını görmüştü. Onlara kavuşacağı günü hayal ediyordu. Kalbi özlemle yanıyordu. Topal bacağıyla bile olsa, bir kuş misali uçmak, sevdiklerine kavuşmak istiyordu…
İstanbul’dan Kars’a gidecek olan yolculuğu sırasında bir vapura bindi. Üstü başı yırtık, yüzü yara izleriyle dolu bir gaziydi. Vapurda, karşısına genç ve güzel bir kız oturdu. Kız, ona tiksintiyle baktı, yüzünü buruşturdu. Ahmet Turan, kızın bakışından duyduğu acıyı içinde bir yumruk gibi hissetti. Oysa bu hâle vatanı için gelmişti. O, toprağını, bayrağını korumak için savaşmıştı. Ama şimdi, kendi vatanında bile bir yabancı gibiydi.
Askerin bu duygusunu, yaşadığı bu anı Nihal Atsız’a anlatılır. Atsız, bu hikâyeden etkilenerek ‘Topal Asker’ adlı şiirini yazdı. Bu şiir, Ahmet Turan’ın sadece savaş meydanında değil, kendi ülkesinde bile yaşadığı yalnızlığın, unutulmuşluğun ve gazilere duyulan vefasızlığın bir yankısıydı.
Ahmet Turan’ın yüreğinde zaferin gururu, savaşın yorgunluğu ve yılların hasreti vardı. Ama o biliyordu ki, vatan için yapılan fedakârlıklar asla unutulmazdı. O, vatanı uğruna her şeyini kaybetmiş ama şerefini asla yitirmemişti…
TOPAL ASKER
Ey saçları “alagorsan” kesik hanım kız!
Gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız!
Bacağımla alay etme pek topal diye.
Bir sorsana o topallık bana nereden hediye ?
Sen Şişli’de dans ederken her gece gündüz,
Biz ötede ne ovalar, çaylar, ne dümdüz
Yaylaları geçtik, karlı dağları aştık;
Siz salonda dans ederken bizler savaştık .
Ey dudağı kanım gibi kıpkırmızı kız,
Gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız!
Olan işler dimağını azıcık yorsun!
Biliyorum elbisemle eğleniyorsun;
Biliyorum baldırını o kadar nazla
Örten bir tek ipek çorap kıymetçe fazla
Benim bütün elbisemden… Hatta kendimden…
Biliyorum: Çünkü bugün şu dünyada ben
Neyim? Bir hiç… İşe güce yaramaz topal…
Sen sağlamsın, senin hakkın, dünyadan zevk al:
Çünkü orda düşmanlarla boğuşurken biz
Siz muhteşem salonlarda şarap içtiniz!
Ey gözünün rengi bana yabancı güzel,
Her yolcunun uğradığı ey hancı güzel!
Sen yabancı kucaklarda yaşarken her gün
Yapıyorduk bizde kanla, barutla düğün.
Sen o sıcak odalarda cilveli, mahmur
Dolaşırken… Biz de tipi, fırtına, yağmur,
Kar altında kanlar döktük, canlar yıprattık;
Aç yaşadık, susuz kaldık, taşlarda yattık.
Sen açılmış bir bahardın, biz kara kıştık;
Bizden üstün ordularla böyle çarpıştık…
Gülme öyle bana bakıp pek arsız arsız
Sen ey dışı güzel, fakat içi çamur kız!
Sana karşı haykıranı, mecbursun dinle;
Bugün hesap göreceğiz artık seninle:
Ben cephede geberirken, geride vatan
Aşkı ile bin belalı işe can atan
Anam, babam, karım, kızım, eziliyorken
Dağlar kadar yük altında… gel, cevap ver, sen
Bana anlat, anlat bana, siz ne yaptınız?
Köpek gibi oynaştınız, fuhşa taptınız!
Anavatan boğulurken kıpkızıl kanda
Yalnız gönül verdiniz siz zevke, cazbanda…
Ey nankör kız, ey fahişe unutma şunu:
Sizin için harp ederken yedim kurşunu.
Onun için topal kaldı böyle bacağım,
Onun için tütmez oldu artık ocağım.
Nazlı nazlı yatıyorken sen yataklarda
Sallanarak ölü kaldık biz bataklarda.
Kalbur oldu süngülerle çelik bağrımız,
Bu amansız boğuşmada öldü yarımız,
Ya siz nasıl yaşadınız? Bizim kanımız
Size şarap oldu sanki… Şehit canımız
Güya sizin mezenizdi! Yiyip içtiniz;
Zıpladınız, kudurdunuz arsız, edepsiz!..
Gerçi salonlarda senin “yıldız”dı adın,
Hakikatte fahişesin ey alçak kadın!
Ey allıklı ve düzgünlü yosma bil şunu:
Bütün millet öğrenmiştir senin fuhşunu.
Omuzun da neden seni fuzuli çeksin?
…………………………………..
Kinimizin şiddetiyle gebereceksin!..
Bu şiir, Nihal Atsız’ın savaşın getirdiği fedakârlık ile toplumsal yozlaşma arasındaki çelişkiyi vurgulayan sert ve eleştirel bir metnidir. Şiirde, cephede savaşan gaziler ile savaşın dışında kalan ve lüks içinde yaşayan kesimler arasındaki derin uçurum dile getirilir. Şimdi şiirin mısra mısra şerhini yapalım:
Bu şiir, Nihal Atsız’ın sert bir toplumsal eleştiri ve savaş gazilerine yönelik duyarsızlığa karşı öfke dolu bir seslenişidir. Bu şiir, savaş gazilerinin toplumda karşılaştıkları duyarsızlık ve vefasızlığı eleştiren güçlü bir eser. Nihal Atsız, burada savaşanlar ile rahat bir hayat sürenler arasındaki derin uçurumu gözler önüne seriyor. Gazilerin fedakârlıklarının unutulmasına duyduğu öfkeyi ve topluma karşı duyduğu kırgınlığı dile getiriyor. Özellikle modernleşme ile birlikte millî ve manevi değerlerden uzaklaşan kesimleri sert bir şekilde eleştiriyor. Şiir, aynı zamanda gazilerin yaşadığı fiziksel ve psikolojik travmaların ne denli derin olduğunu da anlatıyor.