Anahtarın Hikmeti: Abdülaziz Bekkine’nin Hayat Hikâyesi

By Gök Börü

Anahtarın Hikmeti: Abdülaziz Bekkine’nin Hayat Hikâyesi

By: Gök Börü

Mercan’da Doğan Işık: 1895

İstanbul’un Mercan semtinde, 1895 yılının serin bir ilkbahar sabahında, Hâlis Efendi konağında sessiz bir telaş vardı. Konağın avlusunu süsleyen gül fidanları, çiğ taneleriyle yeni doğmuş bir çocuk gibi tazeydi. O sabah dünyaya gelen bebek, sadece bir ailenin değil, ilerde binlerce insanın kalbine dokunacak bir yolculuğun başlangıcıydı.

Adı Abdülaziz kondu. Yıllar sonra bu isim, bir mektepteki ders halkasından çıkıp, ev sohbetlerine, cami kürsülerine, gönüllere ulaşacaktı. Soyadı kanunu çıktığında ona “Bekkine” dendi. Rastgele bir kelime gibi görünse de bu kelimenin anlamı “anahtar”dı. Ve o, zamanla sabrın, aşkın, ilmin ve irşadın anahtarı olacaktı.

Kazan’dan Buhara’ya Yolculuk: 1910-1917

Henüz on beş yaşındayken, ailesiyle birlikte baba yurdu Kazan’a göç etti. Orada, dev bir konağın odalarında talebeler ilim tahsil ederdi. Otuz odalı bu ev, hem ilmin hem hizmetin sembolüydü. Ama Abdülaziz’in kalbi, daha ötelerdeki bir hikmete koşuyordu. O hikmetin adı Buharaydı. Oraya gitti. Buhara’nın topraklarında ilme susamış binlerce talebeyle birlikte, medrese avlularında izini sürdü hakikatin. Beş yıl boyunca nefsini bilgiyle terbiye etti. Geceleri yağ kandilinin titrek ışığında okuduğu kitaplar, onun hem aklını hem ruhunu aydınlattı. Ancak 1917’de Bolşevik Devrimi ile her şey değişti. Yıllar süren emek, toprak, hatıra, kütüphaneler… Hepsi tehdit altındaydı. Babasının vefatı üzerine kardeşlerini yanına aldı ve İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı. Kalabalık, yorgun ve yoksul bir kafileydi. Bir süre Bakü’de konakladıktan sonra, nihayet 1921’de tekrar İstanbul’a ulaştı. Ama bu kez başka bir Abdülaziz’di o. Sarsılmış, ama sönmemiş bir meşaleydi.

Medrese, Dergâh, Hilafet: 1921-1924

İstanbul’da yeniden ilme sarıldı. Bayezid Medresesi’ne devam etti. Fakat onu bekleyen asıl kapı, bir gönül kapısıydı: Tekirdağlı Şeyh Mustafa Feyzi Efendi. Arkadaşı Mehmet Zahit Kotku ile birlikte Gümüşhânevî meşrebinin kapısını çaldı. Orada, sadece ilim değil; hal, edep, sükût ve teslimiyet öğrendi. Kısa sürede gönülleri kazandı ve henüz yirmi yedi yaşında iken, hocasından hilâfet aldı. Artık bir mürşitti. Ama kürsüden bağıran biri değil, diz çöküp fısıldayan bir öğreticiydi. Sohbetleri kısa, derindi. Anlattıkları, kulağa değil kalbe hitap ederdi. Bir gece talebelerine şöyle demişti: “Bir gün gelir, danışacak hocalarınız da bulunmaz. O gün, seçeceğiniz insanda arayacağınız tek vasıf sabırdır. Sabır, musibet geldiği an, hiç şikâyet etmeden sineye çekebilmektir.” Talebeleri o gece bu sözün ne anlama geldiğini tam anlamamıştı. Ama yıllar sonra anlayacaklardı.

Zeyrek’te Bir Mihrap, Evlerde Bir Dergâh: 1939-1952

Zamanla İstanbul’un çeşitli camilerinde imamlık yaptı. Son olarak Zeyrek’teki Çivizâde Ümmü Gülsüm Camii’ne tayin edildi. On üç yıl boyunca bu cami, sadece namazların değil, hikmetlerin ve irfanın durağı oldu. Cami dışında ise evinde sohbet halkaları kurdu. Zira tekkeler kapalıydı ama Allah aşkını taşıyan gönüller suskun kalamazdı. Üniversite gençliği ona koştu. Her biri arayıştaydı. Gönüllerinde boşluk, yüzlerinde yorgunluk vardı. Onlara sadece Allah’ı anlatmadı, sabrı, ahlâkı, mükellefiyeti, mesuliyeti de anlattı. “İslamiyet, baştanbaşa mesuliyet ve mükellefiyettir. Ondan kaçamayız,” derdi. İşte bu söz, en çok içlerinden biri olan Nurettin Topçu’nun yüreğine nakşedildi.

Veda ve Yıldırımın Huzurunda: 1952

1952 yılında ikinci defa hacca gitti. O hac yolculuğundan döndüğünde hasta düştü. Ve 2 Kasım 1952 sabahı, sabırla, tevekkülle, sükûnetle ruhunu teslim etti. Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından, Edirnekapı Sakızağacı Kabristanı’na defnedildi. Yanı başında yıllarca birlikte yol yürüdüğü hocası Hasib Efendi vardı. O gün, Nurettin Topçu uzun süre mezar başında suskun kaldı. Eve döndüğünde “Yıldırımın Huzurunda” başlıklı yazısını yazdı. Cümleleri, yıkılmış bir dağın ardından yankılanan sessiz çığlık gibiydi. “Hocam beni yalnız bırakmadı. Beni, kendime bıraktı…”

Arkasında Ne Bıraktı?

Abdülaziz Bekkine, bir tekkeden çok daha fazlasını kurmuştu: bir ruh medeniyeti. Talebeleri arasında yalnızca müritler değil, bir dönemin fikir mimarları vardı. Zahid Kotku, Halil Necati Coşan, Necmettin Erbakan, Nurettin Topçu… Hepsi onun dizinin dibinden geçmiş, ilahi aşkın nefesiyle yoğrulmuştu. Bekkine’nin hayatı, sadece bir mürşit olarak değil, bir düşünce lideri olarak da derin izler bırakmıştı. O, her bir talebesine sadece bilgiyi değil, hikmeti de aşılamıştı.

Ve Abdülaziz Bekkine, şu cümleyle hep hatırlandı: “Bu işin mihveri Allah muhabbetidir.” Bu aşkın izinden giden herkes, onun yolunda yürüdü. O, halkın arasına karışarak insanlara yalnızca ilim vermekle kalmamış, onlara bir yaşam biçimi öğretmişti. İnsanların kalbine giren, Allah aşkıyla yoğrulmuş bir anlayıştı bu.

İstanbul’un sokaklarına, camilerine, evlerine yayılan sohbet halkaları, bir dönemin kültürel ve manevi yeniden dirilişinin habercisi oldu. Abdülaziz Bekkine Hazretleri, bir yandan ilimle meşgul olurken, diğer yandan insanlara birer yol gösterici oldu. En büyük mirası, sadece kitaplarda değil, gönüllerde kaldı. Hemen her talebesi, hocasının sözlerini hayatının rehberi olarak kabul etti. Onun sohbetlerinde geçen her cümle, bir anlam derinliğine sahipti. Bekkine’nin öğretileri, sabrı, teslimiyeti, aşkı ve ilahi huzuru ön plana çıkararak, içsel bir yolculuğa çıkmayı teşvik ediyordu. Bu öğretiler, zamanla onu takip eden çok sayıda insanın hayatını değiştirdi.

Dünya değişmiş, ancak Bekkine’nin öğretileri bir kalıp gibi zamanın ötesinde ve sonsuzdu. O, dünyanın geçici hırslarına kapılmamış, daima sabrı ve sükûnetiyle örnek olmuştur. Talebeleri de onun izinden giderek, hayatlarında Allah’a olan aşkı her şeyin merkezine yerleştirmişlerdir.

Nurettin Topçu, Abdülaziz Bekkine’nin vefatından sonra yıllarını hocasının izinden gitmeye adadı. Onun vefatı, bir dönemin sonu değil, bir neslin yeniden doğuşuydu adeta. Topçu, hocasının vefatından derin bir şekilde etkilenmişti. Onun sadece bir hoca değil, aynı zamanda bir dost, bir yoldaş olduğunu anladı. Bekkine, yalnızca talebelerine ilim öğretmekle kalmamış, aynı zamanda onların gönüllerine dokunmuştu. O, her sohbetinde bir yeni kapı açarak, onları içsel bir arayışa yönlendirmişti.

Nurettin Topçu, hocasının cenaze törenine katıldığında, bu ayrılığın ne kadar zor olduğunu daha iyi anladı. “Yıldırımın Huzurunda” başlıklı yazısında, Bekkine Hazretleri’nin onun hayatındaki derin etkisini anlattı. Bu yazı, Topçu’nun ruhundaki boşluğu nasıl doldurduğunu ve hocasının öğretilerinin ne kadar derin bir iz bıraktığını ifade etti. Topçu’nun şu sözleri, bir talebenin hocasına olan minnettarlığının derinliğini ortaya koyuyordu:

“Hocam beni yalnız bırakmadı. Beni, kendime bıraktı…”

Bekkine’nin vefatı, sadece bir şahsiyetin kaybı değil, aynı zamanda bir anlayışın, bir düşüncenin kaybıydı. Ancak o, ardında bıraktığı öğretileri ve derin izleriyle, bir neslin ruhunu şekillendirmiş ve onları ilahi aşkın yolunda yola çıkarmıştır.

Bekkine’nin mirası, hayatlarına dokunduğu insanlarla yaşar ve her biri kendi dünyasında onu yaşatır. Onun en büyük mirası, sadece dini öğretisi değil, aynı zamanda insanlık yolculuğunda bir rehberlikti.

Yorum yapın