İstanbul’un fethi üzerinden aylar geçmişti. Şehir, artık Osmanlı’nın kalbi olmuştu. Fatih henüz yirmili yaşlarında bir cihan hükümdarı olarak Bizans’ın yıkıntıları arasından yeni bir medeniyet inşa ediyordu. Ancak onun en büyük gücü, yalnızca kılıcı değil, aklı ve kalbiydi. Bu aklı işleyen, kalbini şekillendiren bir el vardı: Molla Gürani.
Ramazan ayının ilk günleri yaşanıyordu. Fatih, fetih sonrası ilk iftar yemeğini düzenlemeye karar verdi. Sarayın en görkemli salonlarından biri, Altın Sofra adı verilen büyük bir ziyafete ev sahipliği yapacaktı. Şehrin ileri gelenleri, vezirler, komutanlar ve bilginler davet edilmişti. Bu iftar, sadece bir yemek değil, Osmanlı’nın ihtişamını ve kudretini göstermek için de bir vesileydi.
Sofra kurulduğunda, altın tabaklar ve gümüş kaşıklar göz kamaştırıyordu. İnci süslemeli kadehler, en değerli kumaşlardan dokunmuş örtüler, sofrayı bir Bizans şölenine dönüştürmüştü. Saray aşçıları en nadide yemekleri hazırlamış, masaya birbirinden gösterişli tatlar sunulmuştu. Fatih Sultan Mehmet, sofranın başında oturuyor, iki yanında en güvendiği insanlar yer alıyordu: Akşemseddin, Zağanos Paşa, Mahmud Paşa ve Molla Gürani.
Ezan okununca herkes ellerini dua için kaldırdı. Ancak Molla Gürani, elleri dizinde, başı hafifçe eğik bir halde sessizce oturuyordu. Sofrada derin bir bekleyiş hâkimdi. En yaşlısı olduğu için onun ilk lokmayı alması bekleniyordu. Dakikalar geçti, ancak Molla Gürani elini yemeğe uzatmıyordu.
Fatih’in sabrı taşmak üzereydi. Açlık, genç hükümdarın içini kavuruyor, bekleyiş gittikçe uzuyordu. Nihayet dayanamayıp başını kaldırdı ve hocalarının en serti, en disiplinlisi olan Molla Gürani’ye nazikçe sordu:
— Efendi Hazretleri, soframızda haram lokma bulunmaz. Buyurun, iftar edelim artık.
Molla Gürani, başını ağır ağır kaldırdı. Gözleri, altın tabaklarda yansıyan kandil ışıklarını izliyordu. Hafifçe iç çekti ve sonra ağır ama net bir sesle konuştu:
— Ümmete haram olan, Mehmet’e ne zaman helal oldu?
Sarayda ölüm sessizliği hâkimdi. Sultan Mehmet, gözlerini hocasının yüzüne dikmiş, bu sözlerin ağırlığını kavramaya çalışıyordu. Molla Gürani devam etti:
— Senin yönettiğin milletler, böyle sofralarda mı iftar ediyor? Yetimler, fakirler, açlar neyle iftar açıyor? Senin inandığın Peygamber, en fazla üç hurmayla iftar ederdi. Dördüncüsünü bulduğunda misafir çağırırdı. Sen kimi taklit etmeye çalışıyorsun? Eğer Bizans İmparatorlarını taklit etmeye çalışıyorsan, bil ki onların ihtişamı ve gösterişi yüzünden devletleri yıkıldı. Bu yolda devam edersen senin devletin de zevale uğrar.
Fatih Sultan Mehmet’in içi titredi. Molla Gürani’nin sözleri, yüreğine işliyordu. Fetihler yapmış, devletler yıkmış, ordular yönetmişti ama en büyük derslerini, bu yaşlı bilgeden almaya devam ediyordu. Sarayındaki altın ve gümüşten daha değerli olan şey, hocasının hikmet dolu sözleriydi.
— Kaldırın bu sofrayı! — dedi kararlı bir sesle.
Hizmetkârlar, elleri titreyerek altın tabakları ve süslü kapları topladılar. Yerlerine, sade çanaklar ve tahta kaşıklar geldi. Fatih Sultan Mehmet, herkesle birlikte yere oturdu. Artık gösterişten uzak, sadece Allah’ın rızasını gözeten bir sofradaydılar.
Molla Gürani, bu defa sessizce elini uzattı ve ilk lokmasını aldı. Bütün davetliler derin bir nefes alarak onun izinden gitti. O gece, sadece karınlar doymadı; kalpler de bir kez daha hakikatin ışığıyla aydınlandı.
Fatih Sultan Mehmet, hocasının sözlerini hiçbir zaman unutmadı. Hayatı boyunca devletin ihtişamı ile tevazuu dengede tutmaya çalıştı. Zira bilirdi ki, bir milletin gerçek gücü altın sofralarda değil, adaletle kurulan mahkemelerde, bilgiyle aydınlanan zihinlerde ve hakikate susamış gönüllerde saklıydı.