Anadolu’nun binlerce yıllık irfan geleneği, sesle, sözle ve bir enstrümanın telleriyle nesilden nesile aktarılan kutsal bir emanettir. Bu emanetin 20. yüzyıldaki en güçlü taşıyıcılarından, bir bağlama virtüözü olmanın ötesinde, Alevi-Bektaşi felsefesinin müzikal bir deyişi olan Ali Ekber Çiçek, sadece bir halk ozanı değil, aynı zamanda bir geleneğin hafızası ve modern zamanların dervişidir. Onun sesi, Erzincan’ın dağlarından süzülüp gelen bir pınarın saflığını, cem ayinlerinin vecdini ve varoluşun en derin sorgulamalarını taşır.
Ali Ekber Çiçek’in sanatını anlamak, sadece onun icra ettiği türkülere kulak vermekle mümkün değildir. Onun sanatını kavramak, bir şelpe tekniğinin parmak uçlarındaki zarafetinden, Aşık Sıdkı Baba’nın devriyesine kattığı ruhani yoruma; TRT stüdyolarının disiplinli koridorlarından, Tahtakuşlar Köyü’nün dinginliğine uzanan bir yolculuğu gerektirir. O, Haydar Haydar ile felsefi bir manifestoyu kitlelere ulaştırmış, Derdim Çoktur Hangisine Yanayım ile insani acının ortaklığını dile getirmiş ve Yolumuz Gurbete Düştü ile sıla hasretinin evrensel dilini çözmüştür.
Bu yazı, Ali Ekber Çiçek’in hayatının kronolojik bir dökümünden ziyade, onun sanatının köklerini, icrasının benzersizliğini, bir derlemeci olarak Türk halk müziğine katkılarını ve en önemlisi, bir felsefeyi sesle nasıl somutlaştırdığını anlama çabasıdır. O, bağlamayı bir enstrümandan bir dile, türküyü bir ezgiden bir hale dönüştüren büyük bir ustadır.
Kökler: Deprem, Yoksulluk ve Cem’in Mayası
Ali Ekber Çiçek, 1935 yılında Erzincan’ın Ulalar köyünde, Alevi-Bektaşi kültürünün yoğun olarak yaşandığı bir coğrafyada dünyaya geldi. Onun hayatı ve sanatı, bu coğrafyanın kaderiyle ayrılmaz bir bütündür. Henüz dört yaşındayken, 1939 Büyük Erzincan Depremi’nde babasını kaybetmesi, onun hayatındaki ilk büyük trajedidir. Bu kayıp, onun müziğine sinen derin hüznün, gurbetin ve faniliğin belki de ilk tohumlarını ekmiştir.
Babasız kalan bir çocuk olarak küçük yaşta rençperlik yapmak, toprağı işlemek, hayatın en çıplak ve zorlu yüzüyle tanışmak zorunda kaldı. Ancak bu yoksulluk ve zorluk, onun sığınağını da belirledi: Müzik. İlkokul eğitimini dahi tamamlayamayan Çiçek’in asıl okulu, dedesinin ve çevresindeki büyüklerinin dizinin dibi, katıldığı cem ayinleri ve muhabbet meclisleri oldu.
Alevi-Bektaşi geleneğinde cem, sadece bir ibadet ritüeli değil, aynı zamanda kültürün, felsefenin ve müziğin (deyişler, nefesler, semahlar) aktarıldığı bir mekteptir. Ali Ekber Çiçek, bu mektebin en parlak öğrencilerinden biri oldu. Bağlamayı ilk eline alışı, dedesinin teşvikiyle gerçekleşti. O, notayı veya formel müzik eğitimini TRT yıllarından çok sonra öğrenecekti. Onun ilk hocaları, kulak hafızasına işleyen Pir Sultan Abdal, Şah Hatayi ve Kul Himmet deyişleriydi.
Bu kökler, onun sanatının neden bu kadar sahici ve derin olduğunu açıklar. Onun müziği, bir konservatuvarın değil, binlerce yıllık bir sözlü geleneğin, acının ve inancın doğrudan ürünüydü. Erzincan’da geçirdiği bu ilk gençlik yılları, onun tavır sahibi, yani kendine has üslubu olan bir icracı olmasının temelini attı.

TRT Yılları: Geleneği Korumak ve Kitlelere Ulaştırmak
1950’lerin sonu, Ali Ekber Çiçek’in sanatını köyünün ve bölgesinin dışına taşıma kararı aldığı dönemdir. İstanbul’a gelişi ve 1961 yılında, dönemin en prestijli müzik kurumu olan TRT İstanbul Radyosu’nun açtığı sınavı kazanması, onun hayatında bir dönüm noktasıdır. Bu, topraktan gelen bir ozanın, devletin resmi müzik kurumuna adım atışıydı.
O dönem, Muzaffer Sarısözen önderliğinde yürütülen Yurttan Sesler hareketi, Anadolu’nun dört bir yanından türkülerin derlendiği, notaya alındığı ve ulusal bir repertuvar oluşturulduğu bir altın çağ idi. Ali Ekber Çiçek, bu koronun içinde sadece bir ses sanatçısı ve bağlama icracısı olarak yer almadı; o, aynı zamanda bu hareketin en önemli derlemecilerinden (kaynak kişilerinden) biri oldu.
TRT çatısı altında 400’den fazla türküyü derleyip notaya alınmasını sağlayarak Türk halk müziği arşivine kazandırdı. “Derdim Çoktur Hangisine Yanayım”, “Gönül Gel Seninle Muhabbet Edelim”, “Böyle İkrar İlen” gibi bugün klasikler arasında sayılan nice eseri, onun hafızasından ve bağlamasının tellerinden ulusal arşive aktarıldı.
Ancak TRT yılları, Çiçek için çelişkili bir deneyimi de barındırıyordu. Bir yanda, Alevi-Bektaşi deyişleri gibi son derece spesifik ve felsefi derinliği olan eserleri ulusal bir platforma taşıma imkânı buldu. Diğer yanda ise, TRT’nin o dönemki resmi folklor anlayışı, bu eserlerin mistik ve inançsal boyutlarını (özellikle Şah, Pir, Ali gibi kavramları) zaman zaman törpülüyor veya sözlerini laik bir potada eritmeye çalışıyordu. Ali Ekber Çiçek, bu hassas dengeyi büyük bir ustalıkla korumayı başardı. O, eserlerin ruhunu kaybetmeden, milyonlarca insana bu kadim felsefeyi ulaştıran bir köprü oldu. Onun TRT’deki varlığı, Alevi-Bektaşi müziğinin sadece yerel bir inanç müziği olmadığını, evrensel insani değerler taşıyan büyük bir estetik form olduğunu kanıtladı.
Bir Başyapıt: Haydar Haydar ve Devriye Felsefesi
Ali Ekber Çiçek denildiğinde, akan sular durur ve akla tek bir eser gelir: “Haydar Haydar”. Bu eser, onun sadece en bilinen türküsü değil, aynı zamanda sanatsal manifestosu, müzikal imzası ve felsefi zirvesidir. “Haydar Haydarı” basit bir türkü olarak nitelemek, onu eksik anlamaktır. Bu eser, sözleri, bestesi ve icrasıyla başlı başına bir tasavvufi tefekkürdür.
Eserin sözleri, 19. yüzyılda yaşamış Alevi ozanı Aşık Sıdkı Baba’ya (Pervari) ait “Düş Oldum” başlıklı 9 kıtalık bir devriye şiirinden alınmıştır. Devriye, tasavvufta ve Alevi-Bektaşi inancında, ruhun Allah’tan ayrılıp (Hak’tan gelip) cansız varlıklar (cemadat), bitkiler (nebatat), hayvanlar (hayvanat) ve nihayet insan (insan-ı kâmil) formlarına bürünerek tekrar Allah’a (Hakk’a) dönme yolculuğunu, yani varoluş döngüsünü anlatan felsefi bir şiir türüdür.
Ali Ekber Çiçek’in dehası, bu son derece derin ve karmaşık felsefi metni alıp, ona bir beste giydirerek kitlelerin anlayabileceği ve hissedebileceği bir forma sokmasıdır.
“On Dört Bin Yıl Gezdim Pervanelikte” dizesiyle başlayan eser, ruhun maddi alemden önceki varlığına, ışığa (ilahi nura) pervane olan bir kelebek oluşuna gönderme yapar. “Kırkların Ceminde Dara Düş Oldum” dizesi, Alevi-Bektaşi inancının temel mitoslarından olan Kırklar Meclisi’ne, yani Hz. Muhammed’in Miraç’tan dönerken uğradığı, Hz. Ali’nin de bulunduğu o meclise ve oradaki “sırra” bir göndermedir.
Ali Ekber Çiçek’in icrası, bu felsefeyi müzikle somutlaştırır. Sesi bir “ağıt” yakar gibi değil, bir “sırrı” fısıldar gibidir. “Haydar Haydar” nidası (Hz. Ali’ye bir yakarış ve ondan bir medet umma), eserin her kıtasında bir nakarat olmanın ötesinde, bir zikir işlevi görür. Bu eser, Ali Ekber Çiçek’in neden sadece bir ozan değil, aynı zamanda bir filozof-icracı olduğunun kanıtıdır.
Sanat Anlayışı ve Mirası: “Cahilden Uzak Dur, Kemale Yakın”
Ali Ekber Çiçek, sanat hayatı boyunca geleneğe sıkı sıkıya bağlı kalmış, ancak geleneği tekrar etmekle yetinmemiş, onu yorumlayarak zenginleştirmiştir. Onun sanatı, Mahzuni Şerif gibi toplumsal-politik bir eleştiriye veya Feyzullah Çınar gibi daha keskin bir inançsal söyleme odaklanmaz. Çiçek’in sanatı daha lirik, daha felsefi ve daha içseldir. O, siyasetten ziyade irfan ile ilgilenmiştir.
2003 yılında TRT tarafından hazırlanan “Cahilden Uzak Dur, Kemale Yakın” isimli belgesel, onun hayat felsefesini özetler niteliktedir. O, müziği bir ibadet ciddiyetiyle icra etmiş, popüler kültürün ve piyasanın yozlaştırıcı etkilerine karşı her zaman mesafeli durmuştur. Özellikle son yıllarındaki röportajlarında, kendi eserlerinin ve derlemelerinin yeni sanatçılar tarafından “özü” bozularak, farklı “tavırlar” ile okunmasından duyduğu rahatsızlığı sıkça dile getirmiştir. Onun için tavır, yani bir eserin kendine has icra üslubu, eserin ruhunun bir parçasıydı ve korunması gerekirdi.
26 Nisan 2006’da pankreas kanseri nedeniyle aramızdan ayrıldığında, vasiyeti üzerine Balıkesir’in Edremit ilçesine bağlı, Alevi-Tahtacı Türkmenlerinin yaşadığı Tahtakuşlar Köyü’ne defnedildi. Bu seçimi bile onun yaşam felsefesinin bir yansımasıdır; büyük şehirlerin gürültüsünden uzak, köklerinin ait olduğu o sade ve irfan dolu topraklara dönmeyi tercih etmiştir.
Bugün Ali Ekber Çiçek’in mirası, sadece yüzlerce derlemesi ve plaklarıyla değil, aynı zamanda bağlama tekniğine getirdiği yeniliklerle yaşamaktadır. O, Alevi-Bektaşi felsefesinin en derin deyişlerini, o felsefeye aşina olmayan milyonlarca insanın evine, radyosuna ve kalbine taşımayı başarmıştır.
Sonuç: Tellerde Yaşayan Felsefe
Ali Ekber Çiçek, bağlamayı konuşturmuş, susturmuş ve en nihayetinde o suskunluğun içinden varoluşun sesini çıkarmış bir ustadır. Erzincan’da bir cem ayininde duyduğu deyişin kutsallığını, TRT stüdyolarının teknik disipliniyle harmanlamış; ortaya hem yerel hem ulusal hem geleneksel hem de evrensel bir müzik dili çıkarmıştır.
O, “Haydar Haydar” ile 14 bin yıllık bir yolculuğun felsefesini 10 dakikalık bir başyapıta sığdırmıştır. Sesi, acıyı, gurbeti, aşkı ve ilahi olanı aynı anda barındıran nadir seslerdendir. Ali Ekber Çiçek, sadece Türk halk müziğinin değil, aynı zamanda Anadolu irfan geleneğinin de bir anıtıdır. Teller sustuğunda bile yankısı devam eden sesi, onun “kemale ermiş” bir sanatçı olduğunun ebedi kanıtıdır.