Türkiye’de akademik kariyerin en kritik ve zorlu basamaklarından biri olan doçentlik, son yıllarda gerçek bir kriz noktasına evrilmiş durumda. Yıllarını emek vererek yayınlar, projeler ve bilimsel çalışmalar biriktiren akademisyenler, bu unvanı elde etmek için çabalarken, Üniversitelerarası Kurum’un (ÜAK) sık sık değişen kriterleri süreci tam bir belirsizlik ve karmaşa sarmalına dönüştürüyor. Bu durum, akademisyenlerin omuzlarındaki yükü her geçen gün daha da ağırlaştırıyor ve doçentlik yolunu aşılamaz bir hale getiriyor.
Doçentlik, esasen bir akademisyenin uzun soluklu emeğinin, bilgi birikiminin ve bilimsel katkılarının bir ödülü olmalı. Ne var ki Türkiye’de bu süreç, bir ödülden ziyade bürokratik bir labirente dönüşmüş vaziyette. ÜAK’ın sık sık revize ettiği doçentlik kriterleri, akademisyenler arasında derin bir kafa karışıklığı yaratıyor.
Bir akademisyen, bugün kriterlere uygun bir planla çalışmalarını şekillendirirken, yarın bu kriterlerin kökten değiştiğini görebiliyor. Yayınların hangi dergilerde/yayın evlerinde yer alması gerektiği, hangi indekslerde taranması şartı, kaç puan toplanması zorunluluğu gibi detaylar sürekli güncelleniyor. Bu değişkenlik, uzun vadeli planlamayı imkânsız kılıyor.
Bir akademisyen, uluslararası bir dergide makale yayımlatmak için aylarını hatta genellikle yıllarını harcıyor, emeğinin meyvesini alması ise daha da uzun bir süreyi gerektiriyor. Ancak ÜAK, biranda o derginin artık geçerli olmadığını duyurabiliyor. Hatta makale dışındaki yayınları tamamen puanlamadan dahi çıkarabiliyor. Tabi bazen bilerek yağmacı dergileri tercih eden, hakemsiz süreçlerden geçen yayınlara ağırlık veren, tonla para harcayarak akademik Cv’sini şişirmeye çalışanlarda olabiliyor. Bu kişilerin yayın sorunundan ziyade ahlak sorunu yaşadıklarını vurgulamak gerekli.
Olayın birde ekonomik yönüne odaklanalım. Kaliteli yayınlar yapabilmek için araştırma maliyetlerini karşılayan kurumsal yapılar oldukça önemli. Fakat birçok akademisyen bu maliyetleri kendi bütçelerinden karşılamak zorunda. Bu nedenle hazırladıkları çalışmalarda araştırma kısımları kısıtlı kalabiliyor. Bu tür çalışmaların ise uluslararası indekse sahip dergilerde yayına kabul edilmesi maalesef mümkün olmayabiliyor. Ayrıca uluslararası dergilerin yayın ücretleri ise dudak uçuklatan cinsten.
Alandan alana değişmekle birlikte, akademisyenler 3-4 bin dolara ulaşan dergi ücretleri ile karşı karşıya kalabiliyor. Akademik maaşların 1.762 dolardan başlayıp ve 2.334 dolara kadar değiştiği (Ünvana göre) bir skalada bu maliyetlerin karşılanması mümkün değil. Akademisyenler çözüm olarak danaya girer gibi uluslararası indeksli çalışmalara girmeye çalışıyor. TUBİTAK ve BAP gibi kurumların makale destekleri ise ya geriden geliyor ya da yetersiz kalabiliyor.
Doçentlik sürecinin en vahim yönlerinden biri de, bilimsel üretimin önüne set çeken bürokratik engeller. Akademisyenler artık araştırmalarını toplum ve bilime katkı için değil, ÜAK’ın katı kriterlerine uydurmak için yapıyor. Bu yaklaşım, akademik özgürlüğü ve yaratıcılığı ciddi biçimde kısıtlıyor. Zamanlarını, hangi dergilerin puan getireceğini araştırmakla, hangi konferansların kabul göreceğini öğrenmekle harcıyor.
Oysa bilim, bürokratik zincirlere değil, özgür düşünceye ve yenilikçi fikirlere muhtaçtır. ÜAK’ın kriterleri belirlerken niceliğe odaklanması kalite açmazını yaratıyor. Sonuçta akademisyenler, puan avcılığı uğruna derinlemesine ve anlamlı araştırmalar yerine, hızlı ve yüzeysel çalışmalar üretmeye yöneliyor. Bu da genel bilimsel kaliteyi düşürüyor ve Türkiye’nin akademik çıktısını uluslararası arenada zayıflatıyor.
Sürekli değişen kriterler, akademisyenlerin yalnızca profesyonel yaşamlarını değil, kişisel hayatlarını da derinden etkiliyor. Bir yandan ders vermek, öğrenci yetiştirmek ve araştırma yürütmekle boğuşurken, diğer yandan bu belirsizliklere ayak uydurmaya çalışıyorlar. İş yükü katlanarak artıyor, motivasyonları dibe vuruyor.
Pek çok akademisyen, bu karmaşadan bunalıp doçentlik hayallerinden ya vazgeçiyor ya da etik olmayan yollara tenezzül ediyor. Türkiye, nitelikli bilim insanlarını bu yorucu sistem nedeniyle kaybediyor. Oysa onları desteklemek, teşvik etmek ve yollarını açmak, ülkenin bilimsel geleceği için elzemken, maalesef tam tersi bir tabloyla karşı karşıyayız.
Çözüm için tabi ki somut adımlar atılabilir…
Öncelikle doçentlik kriterleri, uzun vadeli bir stratejiyle belirlenmeli ve sık revizyonlardan kaçınılmalı. Akademisyenler, bu kriterlere güvenerek çalışmalarını planlayabilmeli. Nicelikten ziyade nitelik ön plana çıkarılmalı. Yayınların bilim dünyasına kattığı değer, puanlama sisteminde ağırlık kazanmalı. Kriterler oluşturulurken akademisyenlerin görüşleri mutlaka alınmalı ve süreç bürokratik bir labirentten çıkarılarak bilimsel bir temele oturtulmalı. Ayrıca, iş yükünü hafifletecek ve üretimi teşvik edecek destek programları hayata geçirilmeli. Doçentlik jürilerinin çelişkili ve standartize edilemeyen raporlarına da el atılmalı.
Sonuç olarak, doçentlik bir akademisyenin yıllarca süren emeğinin tacı olmalı. Asla bir krize dönüşmemeli. ÜAK’ın sürekli değişken kriterleri, bilim insanlarının maalesef motivasyonunu kırıyor ve üretimlerini baltalıyor.
Türkiye’nin akademik geleceğini güvence altına almak için bu sürecin daha adil, şeffaf ve sürdürülebilir kılınması zorunludur. Çünkü bilim, belirsizliklere değil; tutarlılığa, özgürlüğe ve vizyona ihtiyaç duyar.
Doçentlik krizini aşmak, yalnızca akademisyenlerin kurtuluşu olmayacaktır. Aynı zamanda ülkenin bilimsel itibarının da yükselişi olacaktır.