Son on yılda memleket-i şahanede olan biten pek çok hadiseye, demokrasi, vicdan, din ve ahlak adına duyarsız kalmayı tercih eden milyonlarca insan ve on binlerce eli kalem tutan aydına rağmen, söyleyeceklerini neredeyse 15 yıldır ısrarla söyleyemeye devam eden bir adam var: Adı Levent Gültekin. Gazeteci. Son zamanlarda hafta içi her sabah kendi YouTube kanalında https://www.youtube.com/c/LeventG%C3%BCltekinOfficial vicdanın, aklın ve ahlakın sesi olmaya devam ediyor bıkmadan usanmadan.
Levent Gültekin’in 10 yıl önce günlük yazdığı bir haber-yorum sitesinde kaleme aldıkları ve yine on yıl önce kendi facebook hesabımda bunun üzerine yaptığım ilaveler önüme düştü geçenlerde. https://www.internethaber.com/islamcilar-yolsuzluklara-nicin-duyarsiz-1227966y.htm? linkindeki yazısında Gültekin’in “din adına” 2015 yılı civarında İslamcıların (veya dindar bilince sahip olduğunu iddia edenlerin) ahlaki duyarsızlıklarını kaleme almıştı. Sebep sonuç ilişkisi içermeden genel ve enfes bir sorgulama içeren bu yazıya nedensellik bağlamında katkı sunulması gerektiğini düşünüyorum.
Levent Gültekin’in, ilgili yazıda öne sürdüğü tezlere küçük bir katkıyı “yörükizm” teziyle bendeniz de yapmak istedim. Zira değişik isimler altında din ve kültürden referans alındığı iddia edilerek uzun yıllardır sürdürülen pespayelikler bitmek tükenmek bilmiyor. Hatta bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacın olmadığını ihsas eden bu sakil vaziyetler katlanarak büyümeye devam ediyor. O vakit:
Gerçekten 2015 yılının üzerinden on yıl geçti ve neredeyse ancak 100 yılda ortaya çıkabilecek biçimde, büyük ölçüde sakillik içeren ve orta doğu devletlerinin tarz-ı siyasetini çağrıştıran bir değişim dönemi yaşandı memleket-i şahanede. Bu dönemdeki duyarsızlıklara, eski(meyen) kalemşörlerden usta edebiyatçı Mustafa Şahin ağabeyimiz de https://t.co/W8UvDNHJD0 haberiyat.com adlı bir sitede “vicdan istirahati” başlıklı enfes bir yazıyla değinmişti zamanında.
Söz konusu yazı (ve haber sitesi), yine vicdan sahibi aydınlarımızdan rahmetli Akif Emre’nin vefatı sonrası ulaşılamaz hale geldi. Bilinçli bir mankurtlaşma projesinin uzantısı olmadığını düşündüğüm bu eyleme rağmen “vicdan istirahatı” yazısı da Levent Gültekin’in 2015’teki yazısını tamamlar mahiyetteydi. Olan bitene karşı sus pus olmanın vicdani temelleri, sorgulayıcı zihinler tarafından örtük veya açık biçimde hep vurgulandı.
Bazen vicdanı tefessüh etmemiş bir arkadaşla bir araya geldiğinizde konu ister istemez bu yüz kızartıcı eylemlere geliyorsa ve birbirinize düşük bir ses tonuyla “sen de böyle mi düşünüyorsun” tarzında eleştirilmesi gerekenleri tasdik eder mahiyette bir çaresizlik ortak hali içerisinde bulunuyorsanız, siz de doğru yoldasınız demektir. Bu yol, “utanma duygusundan” henüz sıyrılmamış, üzeri toprakla (şımarık bir zenginlik ve makam sevdası) kapanmamış duru gönüllerin yoludur zira.
Bu minvalde sorunun veya sorunsalın mahiyeti yaklaşık olarak anlaşılmış olmalı. Temel problem ise bu perişan manzaranın sebep sonuç ilişkisi bağlamında, zamanın kudretli kalemşörleri tarafından çok az dile getirilmesidir. Yörükizm teorisi olarak geliştirdiğim basit teori bu kapsamda sosyolojik ve tarihsel bir açıklama çabası içermektedir.
Öncelikle, bu tezin sahibinin de bir “yörük torunu” olduğu gerçeği altında konuya dikkat buyurmanızı isterim. Yörük, göçebe yaşam tarzını seçmiş olan Anadolu’da yaylak-kışlak hayatı yaşayan Türkmenlere verilen genel bir addır. Anadolu’nun önemli çoğunluğu bu kökenden ve sosyolojiden gelmektedir.
Kitaplarda fazla yazmaz ama bu kültürde kahramanlık sembollerinden birisi, “bir başkasının malını, mülkünü, kızını veya mevkisini, ona hissettirmeden kendi mülkiyetine geçirme” şeklinde özetlenebilir. Örneğin, kız kaçırmak (bir başkasının goncasını, onun rızası olmadan zorla kaçırmak ve evlilik ilişkisi kurmak) bir gözü açıklıktır ve başarı olarak düşünülür. Düzgün konuşan, kurallara, hak ve hukuka uyan kişiler, “pısırık” veya “işini bilmez saftirik” olarak değerlendirilir. Yine bir başkasının koyun-keçisini dağa kaldırıp mideye indirmek de bir maharet (!) olarak addedilir.
Bu kültürel erozyon yaşayan insanların çocukları 40 yıldır şehirlerde burjuvaziyi (girişimci sınıfı) oluşturmuş ve o “kahramanların” (!) torunları siyasi-sivil alanda güçlü aktörler haline gelmişlerdir. Kimi dernek-vakıf başkanı, kimi bir parti teşkilatında etkili-yetkili kişi, kimi de işadamı pozlarıyla çevremizde arz-ı endam etmektedir.
Bu noktadan, günümüzün en güncel konusu olan siyasi-sivil yolsuzluklara gelecek olursak, aşağı yukarı aynı yerde buluşuruz: O yer, “her şeyin aslına rücu ettiği” noktadır ne yazık ki, genellikle. Kimseye hissettirmeden veya duyurmadan beytülmali yürütmenin meşrulaştırıcı araçlarına sahiptir bu kimseler.

Bu kültürde yörük ağasının tanıdıkları ve onunla ilişkisi olanlar hep kollanıp aklanır. Göçebelik nedeniyle “dini değerler” medenileştirici yönüyle içselleştiril(e)memiştir. Bu kültürde dini kaideler (şeriat kuralları bağlamında), ya “BİRDEN FAZLA EVLİLİK” veya “KIZ ÇOCUKLARINA MİRASTA ERKEĞİN YARISI KADAR PAY VERİLMESİ” söz konusu olduğunda meşrulaştırıcı araçlar olma işlevi görür ne yazık ki. Kızlarının saç telleri göründüğünde onlara dayak atmaktan çekinmeyen ama geceleri bir tenhada olmadık sofralarda oturmaktan da geri durmaz bu geleneksel “dinin” (yolun) yolcuları.
“Şehirleşme (medenileşme) sürecinde bu tablo hiç mi değişmedi sorusu akla geliyor elbette. Manzaranın görünen kısmına bakınca bu konuda iyimser olmak için elde fazla veri bulunmuyor. “Benim (siyasi) teşkilatım sütten çıkmış ak kaşık gibidir ve tertemizdir(!)”, “Benim cemaatim (tarikatım) hırsızlıkla ilişkilendirilemez(!)” iddialarını dillendirilenlerin, önce dedelerinin-babalarının kültüründen kurtulmaları, hurafelerle dolu, Makyavelist meşrulaştırıcılığa yelken açtıkları dinlerinden temeller eksenli bir başka dine yolculuğu hızlandırmaları gerekiyor açıkçası.
Mevcut dramatik tablo, şehirli Kemalist kesimler içinde kendine yer bulmuş olan “en yolsuz kimseyi bile“, dünyanın en dürüst kişisi haline getirebilecek kadar kokuşmuş görünüyor. Köylü Kemalistlerin denklemin dışında tutulacağı bu tabloda vahim olan, iddialarla vakıalar arasında var olan tam uyumsuzluktur. Necm 39-41’de tarif edilen “Ve insana uğrunda çaba gösterdiği dışında bir şey verilmeyecektir; zamanı geldiğinde kendisine çabası(nın gerçek anlamı) gösterilecek, ve sonra ona tam karşılığı verilecektir” kutlu sözü yüreklerde hiç yer etmemiştir.
Eski(meyen) dostum ve yorgun bir devrimci olarak bildiğim Cengiz Sürücü de zamanında bu teze şöyle yaklaşmıştı, mevzunun antropolojik kökenlerine atıfta bulunarak:
“Kazakların “barımta”, Türkmenlerin “alaman” dedikleri, yerleşiklerin kültürel olarak anlamadığı için “yağmacılık” olarak adlandırdıkları gelenek aslında oldukça “düzenlenmiş” bir örfi kurallar topluluğuydu. Virginia Martin’in Law and Custom in the Steppe kitabında Kazakların barımtası ve bunun Ruslar tarafından yanlış anlaşılmasına ilişkin çok sayıda örnek vardır.”
Sonra eski(meyen) öğrencim Mehmet Arkayın tartışmaya katılmıştı kendine has nezaket yüklü üslubuyla. Arkayın’a cevaben “Her cuma hutbesi sonunda “Allah adaleti ve iyilik yapmayı, yakınlara karşı cömert olmayı emredip utanç verici ve arsızca olanı, akıl ve sağduyuya aykırı olanı, azgınlığı, taşkınlığı yasaklıyor; ve size [böyle tekrar tekrar] öğüt veriyor ki, [bütün bunları] belki aklınızda tutarsınız.” Nahl-90 tekrarlandığından söz etmiştim.

Burada ilginç olan, ADALET kelimesinin öncelikle zikredilmesi olmuştur. Bu emre her cuma muhatap olanların neden ZULÜM yolunu tercih ettikleri ise bir muamma olarak varlığını korumaktadır. Oysa zulüm, sadece başkasına yapılan haksızlık olmayıp insanın “kendi nefsine” yaptığı kötülükler için de kullanılır bolca Kelam-ı Kadim’de. Yani adaletsiz kalkınma yolunu tercih edenler, öncelikle kendi nefislerine zulmediyorlar ama farkında değiller şeklinde de yorumlanabilir bu durum. Haram yemek, bir uyuşturucu gibi bünyeye girince muhtemelen insani duyguları etkisizleştiren bu manzara ortaya çıkmaktadır. Bu meselede mistik nedensellik ilişkisi kurmaya da buradan bir kapı aralanabilir.
Nitekim Jean Paul Roux’un Orta Asya, Tarih ve Uygarlık kitabında, Türklerin yağmacılık kültürüne çokça atıf yapılır. Moğol kabilelerine yağma seferleri düzenlendiğinden bahsedilir. Bu talancılıkla Müslümanlığın nasıl hala bir arada yer bulabildiği sorulması gereken asıl sorudur. Türklerin göçebe karakterinin bedevi Arapların geleneklerinin pek çok açıdan törpülenerek tek Tanrıcı bir buyrukla uyumlu hale getirildiği yeni dini karakterle uyumlu olup olmadığı sorusu da bu minvalde önem arz etmektedir.
Buradaki ıstırabım, eski(meyen) bir yarayı deşmek ve kültürel bir self oryantalizm yoluna sapmak değildir asla. Tersine fazlasıyla kronikleşmiş bir illetin maşeri vicdanın gözüne tekrar tekrar sokulmasıdır. Bu yaranın yüksek ateşte dağlanması ve kurumaya terkedilmesinin zamanı çoktan gelmiştir.
Zalimlerin yanında yer alırsak ateşin bizi de yakacağını (Hud:113) unutmadan hareket etmek her duyarlı insanın temel hareket noktası olmalıdır. Zira bu zalimler, utanma duygularını kaybetmiş, din ve kültürleri evrensel (tanrısal) değerlerden farklı algılayarak kendilerine paralel bir din (yol) inşa etmiş zavallılardır.
Bu merd-i kıptilerden minimum düzeyde utanacağımız güzel günlere ulaşmak dileğiyle…