Bir düşünün: Üç nehrin terkibinden doğan bir ruh… Fırat ile Dicle’nin berraklığını, Sen Nehri’nin dingin zekâsını, Haliç’in hüzünlü ışıklarını içine çekmiş bir gönül. İşte Nurettin Topçu, bu üç nehrin buluştuğu yerde filizlenen bir gönül adamıydı.
O, zekâsını Avrupa’nın kalıplarında işledi, ruhunu ise Anadolu’nun derin irfanında yoğurdu. Erzurum yaylalarından kopup gelen samimiyet, Paris’in sembolist salonlarında felsefî bir disipline büründü. Önce Sorbonne’un sıralarında düşüncenin ağır taşlarını omuzladı, sonra Haliç’in sularında kalbin musikisini dinledi. İki ayrı âlem, iki ayrı medeniyet, onun zihninde ve kalbinde birleşerek bir senteze dönüştü: Türk felsefesi.
Topçu çok yazdı; ama yazıları kadar sözleri de ölçülüydü. Ne laubali oldu, ne de düşünmeden kalem oynattı. Yazdıkları kadar konuşmaları da bir teraziye vurulmuş, her kelimesi bir ömrün yoğunluğunu taşımıştı. Roman ve hikâyelerinde Anadolu melalinin musikisi vardı; denemelerinde ise Avrupa aklının kıvrımları. Bir yanı yorgundu, hastalıklara yenik düşen bedeni; ama diğer yanı –zekâsı ve gönlü– daima diri, daima diri.
Mutfakla kütüphane arasında mekik dokuyan bir ömür sürdü. Kimi zaman karaciğerinin sancısı, kimi zaman yüreğinin daralması arasında, insiyakla zekâ, gönül ile fikir arasında hızlı geçişler yaptı. Bu gidiş gelişlerin sonunda, yıldırım gibi bir göçle ebediyete kavuştu.
Ve ardında bir hikâye bıraktı:
Ateş gibi nehirler, yakut gibi parlayan sular, alev damlaları, karanfiller ve leylekler… Sonbaharın sarı ve kızıl yapraklarında öğrencileriyle yürüyüşleri… Anadolu’nun Eyn Yaylası, Erzurum’un serinliği, İstanbul’un Haliç’i… Bütün bunlar onun ebedî yolları oldu.
Nurettin Topçu, bir düşünürden öte, zekânın Avrupalı tekniğini Anadolu’nun gönül derinliğiyle yoğuran, iki dünyanın sentezinden bir irfan kuran insandı. Çok yazdı, az konuştu; fakat yazdıkları da, söyledikleri de aynı menbadan akıyordu: hakikate susamış bir ruhun çırpınışı.
Ve işte o ruh, üç nehrin birleştiği yerde hâlâ akmaya devam ediyor.
Nurettin Topçu’nun Portresi
Nurettin Topçu, Türk düşünce hayatında yalnızca bir felsefeci değil, aynı zamanda bir ruh mimarıdır. Onda, Anadolu’nun derin irfanı ile Avrupa’nın disiplinli zekâsı birleşmiş, bambaşka bir sentez doğmuştur.
Çocukluğu Erzurum’un serin yaylalarında, gençliği İstanbul’un kıyılarında geçti. Sonra yolunu Fransa’ya çevirdi; Sorbonne’un ağır dersliklerinde zekâsını yoğurdu. Paris, ona felsefenin sert tekniğini, sembolizmin sanat kanunlarını verdi. Fakat ne Sen Nehri’nin kıyıları, ne de Sorbonne’un kürsüleri onun gönlünü doyurdu. Çünkü o gönül, Fırat ve Dicle’nin kıyılarında açılan samimiyetle, Anadolu’nun sabırlı ve derin irfanıyla beslenmişti.
Onun şahsiyetinde iki menba birleşti: bir yanda Avrupa aklı, bir yanda Anadolu ruhu. İşte bu iki dünyanın buluşmasıyla Türk felsefesi için yeni bir yol açıldı. Bu yol, ne tamamen Batı’ya yaslanan kuru bir taklitçilikti, ne de içine kapanan bir yerellik. Topçu, her iki âlemin zenginliğini kalbinde taşıdı, başında yoğurdu, kalemiyle işledi.
Topçu çok yazdı, ama az konuştu. Ne kaleminde laubalilik vardı, ne de sözünde savrukluk. Her cümlesi tartılmış, her fikri imtihan edilmişti. Roman ve hikâyelerinde Anadolu melalinin musikisi duyulur; denemelerinde ise Avrupa aklının kıvrımları. Zekâsı dipdiri, gönlü ise sürekli sancılıydı; bedeni yoruldu, hastalıklara yenildi, fakat ruhu hiçbir zaman yılmadı.
O, hayatını mutfakla kütüphane arasında sürdürdü. Bir yanda gündelik ihtiyaçların dar alanı, diğer yanda hakikatin geniş ufukları… Bu iki uç arasında gidip gelirken, insiyakla zekâ, gönül ile fikir arasında köprüler kurdu. Sonunda bir yıldırım çakışı gibi, birdenbire ebediyete göçtü.
Ardında ise bir tablo kaldı: Yakut gibi parlayan sular, ateş gibi nehirler, karanfiller, leylekler, sarı ve kızıl yapraklar arasında öğrencileriyle yaptığı yürüyüşler… Eyn Yaylası’ndan Haliç’in hüzünlü ışıklarına uzanan bir hatıralar manzarası.
Bugün Nurettin Topçu’nun adı anıldığında, yalnızca bir düşünür değil, aynı zamanda iki büyük medeniyeti gönlünde yoğurmuş bir deha hatırlanır. O, Anadolu irfanını Avrupa tekniğiyle birleştirerek Türk düşünce hayatına yeni bir ufuk açmış, bu milletin ruhuna yeni bir soluk kazandırmıştır.
Nurettin Topçu, ebediyen övüneceğimiz bir isimdir: Çünkü o, kendi şahsında Doğu ile Batı’nın, akıl ile gönlün, fikir ile irfanın en sahici terkibini gerçekleştirmiştir.