Neo-Patrimonyalizme Doğru Türkiye’nin Paradoksları

By Mehmet Dikkaya

Neo-Patrimonyalizme Doğru Türkiye’nin Paradoksları

By: Mehmet Dikkaya

Patrimonyalizm ve Neo-Patrimonyalizm

Geçen yüzyılda Max Weber’in (ö. 1920) çerçevesini çizdiği patrimonyalizm, rasyonel-hukukî otoritenin aksine geleneksel otoriteye dayalı bir çerçevede tanımlanmış geniş kapsamlı meşru siyasi bir yönetim biçimi olarak ifade edilir. Weber, aile içi ataerkil otoritenin atakerkiye dayalı patrimonyalizmin temelini oluşturduğunu iddia eder. Ataerki (patriarki) ve hükümdarların aile içi idaresinden kaynaklanan bu yönetim şeklinde, hükümdarın otoritesini sınırlayan bir kamu-özel alan ayrımı yoktur.

Bu sistemde devlet, hükümdarın şahsıyla özdeştir ve patriarkın kendi ailesini yönetim şekli aynı zamanda hiyerarşik kamu yönetiminin temelini oluşturur. Weber’in aksine, sonraları patrimonyalizmin Batı Avrupa’daki ataerkil otorite üzerine dayanan köklerinin Batı Avrupa dışındaki toplumlarda (örn. Çin’de) tam olarak var olmadığını savunanlar çıkmıştır. Bunun yanı sıra, Weber’in bir başka ideal tip olarak sunduğu kişisel karizmaya dayalı yönetim tarzının aksine, patrimonyalizmde hükümdarın yönetmesi için karizma sahibi ya da özel bir hedefinin olması da gerekmez.

Weber’e göre patrimonyalizm doğası gereği istikrarsızdır. Bu nedenle zamanla saraydaki farklı siyasi güç odakları arasında yaşanabilecek çekişmeler, bir başka benzer düzenin (o da patrimonyal olmak üzere) kurulmasına zemin hazırlayabilir. Klasik patrimonyalizmde (Weber), yönetim kişisel otoriteye ve hanedan/ailesel bağlara dayanırken neo-patrimonyalizmde görünüşte modern devlet kurumları vardır (anayasa, parlamento, bürokrasi, seçimler), fakat bu kurumlar genellikle kişisel iktidarı meşrulaştırmak ve sürdürmek için kullanılan aparatlardır. Yani formel yapı ile informel ilişkiler iç içe geçmiştir. Yasalar ve hukuk sisteminin işlemesi yerine kişisel sadakat ve çıkar ağları belirleyici önemdedir.

Orta Doğu’da Neo-Patrimonyalist Devletler

Patrimonyalizme ilişkin kavramsal arka plandan mülhem biçimde ortaya çıkmış yeni bir versiyon olarak neo-patrimonyalizm ise, özellikle Orta Doğu’daki iktidar ilişkilerini anlamak için çok kullanılan geniş bir çerçeve olarak düşünülebilir. Weber’in patrimonyal otorite kavramından türeyen bu yaklaşım, modern devlet kurumlarının varlığına rağmen iktidarın kişisel ilişkiler, sadakat ağları ve patronaj sistemleri üzerinden yürütülmesini ifade eder. Orta Doğu’daki rejimlerin büyük kısmında görülen “modern kurumlarla geleneksel iktidar biçimlerinin iç içe geçmesi” tam neo-patrimonyalizmin özünü oluşturur.

Bu bölgede hanedanlar ve aile temelli yönetim biçimleri merkezli olarak körfez monarşilerinde (Suudi Arabistan, Katar, BAE) iktidar, geniş hanedan ağları içinde bölüşülür. Modern bürokrasi vardır ama karar süreçleri kraliyet ailesinin çıkarları ile sıkı sıkıya örtüşmüş görünmektedir. Bu geleneksel krallık ve emirlik tipolojisi ile özünde benzer ama şekil itibarıyla ayrışmış gibi görünen Cumhuriyetçi patrimonyal rejimler ise Suriye, Mısır, Irak (Saddam dönemi), Libya (Kaddafi dönemi) gibi ülkelerde devlet başkanlarının seçim, parti ve anayasa üzerinden meşruiyet üretse de iktidarın aile, kabile ve sadakat ağlarıyla sürdürüldüğü sistemlere atıfta bulunur.

Orta doğu özelinde üçüncü bir tür olarak askeri-bürokratik patrimonyalizm tipinden söz edilebilir. Mısır’da ordu; Cezayir’de ordu ve FLN kadroları; Türkiye’de geçmişte sık sık darbe yapmasıyla ünlü silahlı ve sivil bürokratik elitler bu tür bir patrimonyalizmin aparatları olarak işlev görmüştür. Bu ülkeler modern kurumlara sahip olsalar da karar alma mekanizmalarında kişisel ağların ve sadakat ilişkilerinin ağırlığını sürdürdüğü görülmektedir.

Bu Sistemde İktidarı Devam Ettiren Mekanizmalar ve Sonuçları

İktidarın sürdürülmesini sağlayan neo-patrimonyal mekanizmaların bir kaç temelde ortaya çıktığı bu sistemde ilk olarak patronaj ilişkileri göze çarpmaktadır. Burada devlet kaynaklarının dağıtımı (petrol gelirleri, ihaleler, kamu kadroları) genellikle iktidarı destekleyen gruplara yönlendirilerek sistemin devam ve temadisi sağlanır. Sadakat ağları ikinci sürekleyici mekanizmadır. Bürokrasi ve orduya atamalar liyakatten çok kişisel veya patrionyal ağlara bağlılığa göre yapılır. Kurumsal formalizm ile sistemin devamı garanti altına alınır. Parlamento, meclis, seçimler, siyasi partiler gibi kurumlar mevcut olmasına rağmen temel işlevleri iktidarı meşrulaştırmak ve muhalefeti kontrol altında tutmakla sınırlı hale getirilmeye çalışılır.

Sistemin son meşrulaştırıcı argümanı kabile veya mezhep temelli yapı olarak göze çarpar. Özellikle Irak, Lübnan, Yemen gibi ülkelerde siyasi sadakat, etnik veya mezhepsel aidiyetlerle iç içe geçer. Buradan rasyonel ve evrensel bağlamda sürdürülebilir bir yapının ortaya çıkması neredeyse imkansızdır.

Böyle bir düzenekten zayıf bir devlet yapısı sonucuna ulaşılır. Sistemik olarak kurumlar kişiselleştirildiği için kurumsal kapasite düşük kalır. İktisadi veya siyasi kurumlar parmak kaldırma ve indirme organı gibi işlemeye başlar. Bazen temel anayasal aygıtlar bile ayağa takılan dikenler gibi algılanmaya başlanabilir. Buradan iktidarın kırılganlığı ortaya çıkar. Lider veya hanedanın etrafındaki patronaj ağları çözüldüğünde rejimler hızla krize girer.

Arap Baharı sonrası rejimlerde meydana gelen çöküşler bu konuda iyi birer örnek oluşturur. Böyle bir yapısal manzara içinde reform zorlukları ortaya çıkar. Neo-patrimonyal düzeneğe sahip devletler, ekonomik ve siyasi reformları kendi varlıkları için ciddi bir tehdit olarak algılarlar. Yenilik ve değişim genellikle usulen tercih edilen kavramlar olarak sözlüklerde yer alır. Özetle, Orta Doğu’daki birçok rejim “modern devlet formu” altında ama “geleneksel iktidar tarzları” ile işleyen neo-patrimonyal sistemler olarak düşünülebilir. Bu da siyasal istikrarsızlıkların, demokratikleşme zorluklarının ve devlet kapasitesi sınırlarının ortaya çıkmasında yaşanan sorunları açıklayan etkenlerdir.

Türkiye Neo-Patrimonyalist Bir Ülke midir?

Klasik kavramsal yaklaşım bağlamında Türkiye, modern kurumları ile pek çok patrimonyalist ülkeden ayrışmaktadır. Zira Türkiye’de zaman zaman delik deşik hale gelse de dikkate alınan bir anayasa, üzerinde bazı gölgeler olmasına rağmen serbest seçimler, işleyen ve faaliyetleri kayıt altında tutulan, genellikle halka açık bir parlamento, çok partili sistem, bürokratik teamüller ve son dönemlerin en tartışmalı erklerinden biri haline gelmesine rağmen yargı gibi modern kurumlar bulunmaktadır.

Bütün bu müktesebata rağmen özellikle son yıllarda iktidarın daha fazla kişisel liderlik, daha yüksek sadakat ilişkileri ve daha derin patronaj ağları üzerinden işlediği gözlemlenmektedir. Bu manzara dış görünüş bağlamında neo-patrimonyalizme yaklaşan bir yapı tasarımı sunmaktadır.

Problem, tarihsel seyri itibarıyla ele alınacak olursa Cumhuriyet’in erken döneminde (1923–1950) tek parti sistemi altında güçlü bir bürokratik-askeri elitin varlığı dikkat çekmektedir. Liyakat ile sadakat arasında bir denge mevcuttu ama liderliği (Atatürk, İnönü) şahsında yoğunlaştıran bir otorite, patrimonyal unsurlar taşıyordu. Bu nedenle, milenyumun ilk çeyreğinde kutsal şef algısı oluşuncaya kadar Türkiye için ebedi şef ve milli şef tanımlaması uygun görülmüştür.

Çok partili dönemde (1950-2002 arası) Seçimle gelen hükümetler ne kadar güçlü olursa olsunlar ordu ve kemikleşmiş sivil bürokrasi önemli birer denge unsuru olmaya devam etmiştir. Bu düzlemde cumhuriyetin başında oluşturulmaya başlanmış modern kurumlar daha belirleyici bir özellik taşımıştır. 1980 sonrası neo-liberal döneme geçişle birlikte patronaj ilişkileri (özellikle devlet ihaleleri, belediyeler, medya ilişkileri) daha fazla belirginleşmiştir. Yine de denge esası korunmaya devam etmiş, patrimonyalizmin belirleyici ögeleri toplum ve devlet üzerinde büyük baskı unsuru haline gelememiştir.

Cumhuriyet tarihinin en derin ekonomik enkazı ile sonuçlanan bu dengeli (!) sistem, kurumlarıyla birlikte 2001 Krizi ile iflas ettikten sonra Türkiye’de, 1930’ların tek parti metaforunun yüz yıl sonraki bir benzeri olarak hakim parti olgusunun temayüz ettiği ve toplumu, kurumları baştanbaşa kuşattığı bir düzleme geçiş olmuştur. Bu dönemde milenyumun ilk çeyreğinin sonlarında bulunduğumuz bu zaman diliminde, güçlü liderlik (Cumhurbaşkanlığı etrafında yoğunlaşma), sadakat esaslı atamalar, devlet kaynaklarının iktidar yanlısı gruplara dağıtımı, parti-devlet bütünleşmesi gibi özellikler neo-patrimonyal eğilimler güçlenmeye başlamıştır.

Bu bağlamda 1990’larda kurumlar ve güç odakları bağlamında ortaya çıkan dengeli enkazdan 2020’lerde aynı düzlemde dengesiz bir enkaza doğru gidişin ayak seslerinin duyulmaya başladığı iddia edilebilir. Neo-patrimonyalizme argüman teşkil edecek biçimde Türkiye’de bu dönemde patronaj ve kayırmacılık üst düzey bir hal almıştır. Bunun kanıtlarından birisi olarak, kamu kaynaklarının partizan biçimde dağıtılması (ör. ihaleler ve kadrolaşma) sunulabilir. Kurumsal formalizmin zayıflaması is başka bir kanıt olarak ileri sürülebilir. Meclis, yargı ve bağımsız kurumlar görünüşte işlevsel bir manzara oluşturmaya devam etmekte ama yürütmenin kişiselleşmesiyle, 1990’larda ortaya çıkmış enkazdan daha derin biçimde etkileri zayıflama trendine girmektedir.

Hem bu manzaraya esas teşkil eden hem de manzaranın devam ve temadisini sağlayan unsur ise sadakat esaslı kadrolaşmanın geniş bir etki alanı ortaya çıkarmasıdır. Bürokrasi ve yargıda liyakatten çok siyasal bağlılık belirleyici olmakta, patrimonyal bağlar atamalarda çok yüksek etkiye sahip görünmekte, rasyonellikten ve evrensellikten uzak sui generis bir yapısal çerçeve zuhur etmektedir. Üstelik parti-devlet bütünleşmesi sayesinde iktidar partisi ile devlet mekanizmaları adeta iç içe geçmiş ve bu manzara mülki ve idari amirlerin siyasi elitlerin ancak gölgesinde icraat yapabilir hale gelmesine neden olmaktadır.

Son(uç)

Yukarıda zikredilen güçlü argümanlar ve eğilimlere rağmen, Türkiye’yi hala tamamen klasik bir Orta Doğu tipi neo-patrimonyal devlet olarak saymak kolay görünmemektedir. Bunun temel nedenlerinden bazıları olarak, serbest seçimlerin zamanında yapılması, etkinliğinin azalması için adeta bütün kamu imkanları (yasama-yürütme-yargı erkelerinin güçlü desteğiyle) harekete geçirilmeye çalışılmasına rağmen muhalefetin varlığının devam etmesinden söz edilebilir. Üstelik en azından bir asırlık geçmişe sahip modern/rasyonel kurumların inşasının bir sonucu olarak devletin kurumsallığı hala köklü (Cumhuriyet bürokrasisi, ordu, yargı, üniversiteler) geleneklere sahip bulunmaktadır. Toplumsal çeşitlilik, olağan dışı hareketlenmelerin (Gezi, 17 Aralık ve 15 Temmuz olayları gibi) tetikleyici etkisi ile daha silik ve sinik olmayı tercih ediyor gibi görünse de sivil toplum pek çok yönden dinamik özellikler barındırmaktadır.

Dolayısıyla birçok analizde Türkiye “melez bir rejim” ya da “rekabetçi otoriterlik” biçiminde değerlendirilmekte, buna karşın neo-patrimonyal öğelerin giderek ağırlaştığı da vurgulanmaktadır. Sonuç olarak Türkiye’yi mutlak anlamda bir neo-patrimonyal devlet olarak nitelendirmek doğru olmamasına rağmen özellikle son çeyrek asırsa iktidarın kişiselleşmesi, sadakat ağları, patronaj ilişkileri ve parti-devlet bütünleşmesi nedeniyle neo-patrimonyal özellikler taşıdığı söylenebilir. Sürecin gelecekte nasıl şekilleneceği ve sonuçlanacağı ise kökenleri en az yüz yıl öncesine dayanan modernleşme/rasyonelleşme etkisiyle oluşturulmuş kurumsal kapasitenin etkinliği ve sivil toplumun reflekslerine bağlı olacaktır.

Yorum yapın