Her coğrafyanın kaderini şekillendiren dönüm noktaları, o coğrafyanın karanlığa gömüldüğü anlarda ortaya çıkan “ışık erleri” tarafından aydınlatılır. Bu erler, kılıçla değil, bilgelikle; zorbalıkla değil, sevgiyle; dogmayla değil, insanı merkeze alan bir hikmetle toplumu dönüştürürler. 13. yüzyıl Anadolu’su, tarihinin en çalkantılı ve karanlık dönemlerinden birini yaşarken, işte böyle bir “Işık Erine” tanıklık etmiştir.
Horasan’dan doğup Sulucakarahöyük’te batan maneviyat güneşi, Hacı Bektaş Veli. O, sadece bir mutasavvıf, bir tarikat piri değil, aynı zamanda Moğol istilalarının, siyasi kargaşanın ve toplumsal çözülmenin ortasında yeşerttiği hümanist felsefesiyle Anadolu aydınlanmasının temel mimarlarından biridir.
Karanlığın İçinde Bir Işık Arayışı: 13. Yüzyıl Anadolu’su
Hacı Bektaş Veli’nin felsefesinin ne denli devrimci olduğunu anlamak için, onun içinde yaşadığı çağı anlamak elzemdir. 13. yüzyıl, Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kösedağ Savaşı (1243) ile Moğol hakimiyetine girdiği, siyasi otoritenin paramparça olduğu bir kaos dönemiydi. Merkezi hükümetin zayıflamasıyla birlikte beylikler arasında bitmek bilmeyen mücadeleler başlamış, halk ağır vergiler ve güvencesizlik altında ezilmiştir. Bu siyasi çöküş, toplumsal bir çürümeyi de beraberinde getirmişti.
Farklı inanç grupları arasında gerilimler artmış, medreselerde şekilci ve dogmatik bir din anlayışı hakim kılınmaya çalışılırken, halkın manevi dünyası bir boşluğa düşmüştü. Korku, umutsuzluk ve cehalet, Anadolu’nun üzerine çöken kara bir bulut gibiydi.
İşte bu karanlık ve parçalanmış coğrafyaya, umudun ve bilgeliğin ışığını taşımak üzere Horasan’dan bir “Işık Eri” yola çıktı. O, kılıçların gölgesinde değil, Ahmed Yesevi Ocağı’nın manevi ateşinde pişmişti. Yesevilik, İslam’ın özünü Türk’ün kadim kültürel kodları ve göçebe yaşamının pratik bilgeliğiyle harmanlayan, şeriattan ziyade hikmete, şekilden çok öze önem veren bir gelenekti. Hacı Bektaş Veli, bu geleneğin taşıyıcısı olarak, Anadolu’ya kuru bir ilahiyat bilgisi değil, yaşayan, nefes alan ve insanı kucaklayan bir “ışık” getirdi.
Aydınlanmanın Felsefesi: İnsanı Kutsayan Öğreti
Hacı Bektaş Veli’nin getirdiği ışığın özü, radikal bir hümanizmaya dayanır. Onun felsefesi, Tanrı’yı göklerde aramak yerine, insanın kendi özünde bulmasını salık verir. “Hararet nardadır, sacda değildir / Keramet baştadır, tacda değildir / Her ne arar isen, kendinde ara / Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir” dörtlüğü, bu aydınlanma projesinin manifestosudur. Bu, Avrupa’nın yüzyıllar sonra yaşayacağı Rönesans ve Hümanizm akımlarının temelindeki “insanı keşfetme” düşüncesinin Anadolu’daki en saf ve erken yankılarından biridir.
Bu insan merkezli aydınlanma felsefesini sistematize ettiği en önemli eseri Makâlât’tır. Burada ortaya koyduğu “Dört Kapı Kırk Makam” öğretisi, dogmatik bir inanç listesi değil, bir “insan-ı kâmil” (yetkin insan) olma yolculuğunun pedagojik haritasıdır.
- Şeriat Kapısı: Toplumsal düzenin ve temel ahlaki kuralların öğrenildiği, hamlıktan kurtulmanın ilk adımıdır. Bu kapı, aydınlanmanın temelini oluşturur; çünkü düzensizliğin olduğu yerde bilgelik barınamaz.
- Tarikat Kapısı: Mürşidin rehberliğinde bilinçli bir yola girildiği, egonun terbiye edildiği ve bireyin kendini toplumuna adadığı kapıdır. Burada “ölmeden önce ölmek”, yani nefsani arzulardan arınmak esastır. Bu, bireysel aydınlanmanın başlangıcıdır.
- Marifet Kapısı: Aklın ve sezginin birleştiği, evrenin ve varoluşun sırlarına dair “irfan” sahibi olunduğu kapıdır. Bu aşamada kişi, kâinatın işleyişindeki ilahi ahengi anlar ve kendisinin bu ahengin bir parçası olduğunu idrak eder.
- Hakikat Kapısı: Varlığın birliği (Vahdet-i Vücud) sırrına erildiği, “enel Hak” (Ben Hakk’ım) demeden Hakk ile bir olunduğu nihai aşamadır. Bu kapıda artık arayanla aranan, görenle görünen birleşir. Kişi, kendi özündeki Tanrısal cevheri keşfederek aydınlanmasını tamamlar.
Bu sistem, soyut bir felsefe değil, bireyi ve dolayısıyla toplumu karanlıktan aydınlığa çıkarmak için tasarlanmış pratik bir yol haritasıdır. Cehaleti en büyük düşman olarak gören Hacı Bektaş, “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyerek aklın ve bilginin önemini vurgulamıştır. Ancak onun aklı, kalpten kopuk, kuru bir akıl değil; sevgiyle, sezgiyle ve ahlakla bütünleşmiş bir hikmettir.
Işığın Topluma Yayılması: Sosyal ve Ahlaki İlkeler
Hacı Bektaş Veli’nin aydınlanma projesi, sadece bireysel bir kurtuluşla sınırlı kalmamıştır. Onun asıl dehası, bu felsefeyi toplumsal bir barış ve dayanışma projesine dönüştürebilmesindedir. Sulucakarahöyük’te kurduğu dergâh, sadece bir ibadet mekânı değil, aynı zamanda bir kültür merkezi, bir sığınma evi ve bir halk üniversitesi işlevi görmüştür. Buraya gelenler sadece manevi eğitim almakla kalmamış, aynı zamanda adalet, eşitlik ve kardeşlik temelinde yeni bir toplumsal düzenin nasıl kurulacağını öğrenmişlerdir.
Onun öğretisi, somut ve pratik ahlaki ilkelerle halkın gündelik hayatına nüfuz etmiştir:
- Eline, diline, beline sahip ol: Bu üç kelimelik vecize, bütün bir ahlak felsefesini özetler. “Eline sahip olmak” hırsızlık yapmamak, şiddet uygulamamak, hak yememektir. “Diline sahip olmak” yalan söylememek, gıybet etmemek, kimseyi incitmemektir. “Beline sahip olmak” ise cinsel ve ahlaki temizliği, sadakati ifade eder. Bu ilke, aydınlanmış bireyin toplumsal sorumluluğunun temelini oluşturur.
- Bir olalım, iri olalım, diri olalım: Parçalanmış ve birbiriyle savaşan bir topluma yapılmış en güçlü çağrıdır. Farklılıkları bir kenara bırakıp ortak bir amaç uğruna birleşmeyi, bu birlikten doğan güçle ayakta kalmayı ve manevi olarak canlı olmayı öğütler. Bu, Anadolu’nun siyasi ve sosyal birliğinin harcı olmuştur.
- İncinsen de incitme: Pasif bir teslimiyet değil, aktif bir erdemdir. Kişisel kin ve öfkenin üzerine çıkarak toplumsal barışı bireysel egonun önünde tutma iradesini temsil eder. Bu, çatışma kültürüne karşı sunulmuş en radikal sevgi ve hoşgörü manifestosudur.
- Kadına Bakışı: Yaşadığı çağın çok ilerisinde bir anlayışla, “Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde / Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde” diyerek kadını toplumsal hayatın merkezine koymuştur. Bektaşi cemlerinde kadın ve erkek bir arada, can cana ibadet eder. Bu, kadını kamusal alandan dışlayan dogmatik anlayışa karşı vurulmuş en büyük darbelerden biridir. Onun aydınlanması, toplumun yarısını yok sayan bir aydınlanma olamazdı.
Bu ilkeler, Ahi Evran’ın esnaf teşkilatı olan Ahilik ile birleşerek Anadolu’nun sosyal dokusunu yeniden örmüş, Osmanlı Devleti’nin kuruluş felsefesine de derinden etki etmiştir. Özellikle Yeniçeri Ocağı’nın Hacı Bektaş Veli’yi “pir” olarak kabul etmesi, onun felsefesinin Balkanlar’dan Orta Doğu’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmasını sağlamıştır. Askerler, onun adıyla sadece savaşmamış, aynı zamanda onun hoşgörü ve adalet anlayışını gittikleri yerlere taşımışlardır.
Sönmeyen Işık: Hacı Bektaş Veli’nin Ebedi Mirası
Hacı Bektaş Veli’nin yaktığı ışık, yüzyıllar boyunca hiç sönmeden Anadolu’yu aydınlatmaya devam etmiştir. Alevi-Bektaşi geleneği, bu ışığı günümüze kadar taşımış, sazın telinde, semahın deviniminde ve deyişlerin nefesinde onun felsefesini yaşatmıştır. Onun mirası, sadece bir inanç grubunun mirası değil, tüm Anadolu’nun ve insanlığın ortak hazinesidir.
Onun aydınlanma anlayışı, Batı’daki gibi Tanrı’yı ve dini reddeden bir sekülerleşme değil, dini insanın ve aklın hizmetine sunan, öze odaklanan bir laikleşme olarak okunabilir. Bu yönüyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesindeki hümanist ve laik damarla da derin bir ilişki içindedir. Atatürk’ün, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” derken kastettiği kültürün en derin köklerinden biri, şüphesiz Hacı Bektaş Veli’nin temsil ettiği bu insancıl ve akılcı Anadolu bilgeliğidir.
Sonuç olarak, Hacı Bektaş Veli, karanlığın en koyu olduğu bir çağda ortaya çıkmış gerçek bir “Işık Eri”dir. O, Horasan’dan getirdiği bilgeliği Anadolu’nun mayasıyla yoğurarak; insanı merkezine alan, aklı ve sevgiyi birleştiren, kadını ve erkeği eşitleyen, farklılıklara hoşgörüyle yaklaşan ölümsüz bir aydınlanma hareketi başlatmıştır.
Onun felsefesi, 13. yüzyılın kaotik dünyasına bir umut ışığı olmakla kalmamış, aynı zamanda günümüzün kutuplaşmış ve yabancılaşmış dünyasına da yol göstermeye devam eden evrensel bir kılavuz niteliğindedir. “Düşmanının bile insan olduğunu unutma” diyen bu büyük bilge, Anadolu’nun vicdanına ektiği tohumlarla, bu toprakların en karanlık anlarında bile neden daima bir umut ışığı barındırdığını bize hatırlatmaktadır.
O ışık, Hacı Bektaş Veli’nin kendi özümüzde aramamız gerektiğini söylediği ilahi cevherden başkası değildir.