Dide-i Devrânın Gözünden

By Gök Börü

Dide-i Devrânın Gözünden

By: Gök Börü

Zekâî’nin kalbinden Nurettin Topçu’ya bir hitap hikâyesi

Zekâî’den Nurettin Topçu’ya, Bir Yolun Başında

ÖNSÖZ

“Senin emsâlini hiç görmedi Zekâî, dide-i devrân.”

Ey Topçu…

Ben seni tanımadım. Ama sevdim.

Sana yetişemedim, ama ardından yürümeye karar verdim.

Seni anlatamadım kimseye. Çünkü sen anlatılacak biri değildin.

Sen yaşanacak bir yangındın.

Bugün her şeyin fiyatının olduğu, ama hiçbir şeyin kıymetinin kalmadığı bu dünyada senin mektuplarını okuyan bir Zekâî var hâlâ.

Bir başına, ama inatla.

Senin emanet ettiğin “yarın”ı, bugünün karanlığına rağmen taşımaya çalışan bir yolcuyum ben.

Ve artık ben, seni her gün yeniden hatırlamak için bir tek cümleye sığınıyorum:

Senin emsâlini hiç görmedi Zekâî, dide-i devrân.

Bu cümle, bir övgü değil; bir hakikatin itirafıdır.

Ben, seni görmedim Topçu.

Sesini işitmedim, meclisinde oturmadım.

Ama külliyatına bakarken yüzünü gördüm.

Ciltlerin arasından sarkan bir bakış,

Sayfaların kenarına sinmiş bir çile,

Satırların arkasında duran suskun bir isyan…

İşte ben, o bakışın izini sürdüm.

Kimi zaman ağlayarak, kimi zaman dövünerek.

Ama hep hayranlıkla.

Bil ki seni görmedim.

Sesini duymadım, bir çayını içemedim, yüzüne bakıp bir soru soramadım.

Ama sen beni çoktan görmüştün. Çünkü senin yazdıkların, yalnız akla değil, kalbe bakan satırlardı. Ve ben her satırda kendimi buldum.

Sanki sen beni, ben doğmadan önce tanımıştın da kaleminin ucuyla yıllar sonrasına mektuplar bırakmıştın:

“Evlâdım, bu yolda yürüyeceksen yalnız kalacaksın; ama bu, hakikatin yalnızlığıdır. Sabret.”

İşte o an anladım ki, sen bir fikir adamı değildin sadece.

Sen bir arayıştın.

Bir izdin.

Bir yaraydın bu milletin kalbinde, kanadıkça şifaya dönen bir yara…

Senin kitapların bir kütüphane değil, bir harita.

Her biri ruhun başka bir yerini arayan bir pusula.

Ben bu haritada yürümeye “Ahlâk Nizamı” ile başladım.

Çünkü senin dünyanda ilk adım vicdanla atılır.

Sistemi değil ruhu kuran, kanunu değil adaleti arayan bir nizam bu.

O gün kütüphanenin tozlu raflarında rastladım sana. Cilt yıpranmıştı, sayfalar sararmıştı, ama harfler gözlerimin içine bakıyordu sanki. “Ahlâk Nizamı” yazıyordu kapağında.

Kur’ân’dan sonra ilk defa bir kitabın kapağına ihtiram edesim geldi.

Çünkü o kapakta yalnızca bir isim değil, bir çağrının ağırlığı duruyordu: vicdanın, isyanın ve ahlâkın sesi.

O an, içimde bir yer titredi. Sanki kalbimde yıllardır boş duran bir otağ, senin kelimelerinle yeniden kuruldu. Elimi kapağa koyarken, bir kitabı değil; bir yıkımı, bir inşayı ve bir çağrıyı dokunur gibi oldum.

Bir gün sınıfa girdim. Öğrenciler sessizce beni bekliyordu. Ellerinde telefon, kulaklarında gürültülü zamanın yankısı.

Masama oturdum. Kitabını açtım.

İlk cümleyi okudum:

“İsyan ahlâkı, haksızlığa karşı ayağa kalkmaktır; nefsine değil, hakka başkaldırmaktır.”

Bir sessizlik çöktü sınıfa. Ardından biri dayanamayıp “Hocam, bu adam ya peygamber ya da deli,” dedi.

Gülümsedim.

“Hayır,” dedim, “bu adam, içimizde hâlâ ölmemiş olan insandır.”

Sonra içimden geçirdim yine:

Senin emsâlini hiç görmedi Zekâî, dide-i devrân.

Hemen ardından “İradenin Davası” geldi.

Orada öğrendim: insan aklıyla değil; iradesiyle büyür.

Sen sadece düşünmeyi değil, sebat etmeyi, ıstıraba direnmeyi yazdın.

“İradenin Davası”, ilk adım oldu.

Anladım ki insan sadece düşünen değil; direnen bir varlıktır.

Sen, aklı değil; iradeyi davaya çağırdın.

Mücadele eden bir fikir adamı değil, fikirle mücadele eden bir mümin oldun.

”İradenin Davası”nı okudum önce.

Öğrendim ki, fikrin kuvveti akıldan değil; iradeden gelir.

Sen, aklı değil; aksiyonu, inancı, sabrı, inadı konuşturdun.

İrade, senin kaleminde bir fikir değil; bir direniş hâliydi.

Sonra “Var Olmak” geldi önüme.

 “Var Olmak” bir soru değildi artık;

bir sorumluluk, bir hakikat borcu oldu.

Toprakta bir insan değil, ruhta bir millet arayan çağrını orada duydum.

Ey Topçu,

Bana bir “Var Olmak” ne demektir, sen öğrettin.

Kendimi ararken, kendimden kaçarken, “Taşralı Reha” gibi İstanbul’un kıyısında sürgün bir fikir oldum.

Sonra “Var Olmak” geldi önüme.

Bu, sadece felsefî bir arayış değil; benim kendime attığım ilk tokattı.

“Varım,” demek kolaydı.

Ama “Niçin varım, neye varım, ne için var kalmalıyım?”

İşte sen bu sorularla susturdun bütün sahte cevvaliyetimizi.

Bu kitap, felsefî bir arayıştan çok, ontolojik bir çığlıktı.

Sen, varoluşu sadece bir düşünce değil, bir sorumluluk olarak koydun önümde.

“İnsan, var olmakla yükümlüdür,” dedin; var olmamak bir ihanettir.

“Taşralı”yı okuduğumda anladım ki,

senin taşran dediğin yer, coğrafi değil ruhî bir yalnızlıktır.

İçinde mahpus kalmış vicdanların yaşadığı bir Anadolu’dur o.

Bir gün elime “Taşralı” geçti.

Senin yalnızlığınla kendi yalnızlığımı tanıştırdım.

Taşra, bir coğrafya değildi artık;

Taşra, kendi içimizde kurduğumuz suskunluk vilayetiydi.

Sen, o taşranın orta yerinde bir isyan çiçeği açtın.

Sonra karşıma “Reha” çıktı.

 “Reha” ise taşranın çocuğu.

Modernleşen ruhun çatlamış aynası,

kendini inkârla başlayan ama kendini bulmakla biten bir öykü.

Bir fikir romanı değil sadece; bir kalp çöküntüsüydü.

Reha, toplumla savaşırken kendi ruhunun da iç savaşını veriyordu.

Ben onda ne kadar bölündüğümüzü, ama hâlâ nasıl toparlanabileceğimizi gördüm.

Sonra Mevlânâ geldi kapıma:

“Mevlânâ ve İslam Tasavvufu”nda

sen aşkı bir sarhoşluk değil, bir bilinç hali olarak sundun.

Senin Mevlânâ’n, dönerken ağlayan değil;

Hak’ta dururken sükût eden bir gönül eri.

Senin “Mevlânâ ve İslam Tasavvufu”nda açtığın o kapıdan girdim içeri.

Aşkın, aklı susturan hâl değil; aklı açan, ona kıyamet saati gibi inen bir nûr olduğunu işte orada öğrendim.

Derken, “Mevlânâ ve İslam Tasavvufu”…

Mevlânâ’yı modern dünyanın romantik yaldızlarından sıyırıp, aşkın özüne iade ettin.

Senin Mevlânâ’n, dönen değil; döndürendi.

Senin tasavvufun, duygusal değil; direnişçi bir vecd idi.

Bir gün “Sen bir mistik misin?” dedim içimden.

Sonra “Mevlânâ ve İslam Tasavvufu” elime geçti.

O kitapta, aklın gözyaşına karıştığı o yerdeydin.

Mevlânâ’yı modern dünyanın tüketici romantizminden arındırıp, yeniden aşkın hakikatine gömdün.

Senin tasavvufun vecd değil yalnızca; vecd içinde direnişti.

Yine orada başladı “Millet Mistikleri”ne yolculuğum.

Yunus’un kalbiyle yürüdüm, Akşemseddin’in irfanıyla durdum.

Sadece onların sözlerini değil, sende onların sesini duydum.

Mevlâna’yla döndüğüm yerde, Hallâc’la yandım.

Ve seninle birlikte, “Millet Mistikleri”nin kapısını araladım.

Yunus’un, Hacı Bayram’ın, Akşemseddin’in ve İmam-ı Rabbânî’nin izinde yürürken,

Bir de gördüm ki, sen onların bugüne düşmüş sesiydin

“Millet Mistikleri”ni okurken,

Yunus, Hacı Bayram, Akşemseddin, İmam-ı Rabbânî, Gazâlî, İkbal ve daha niceleriyle konuşur gibi oldum.

Ama ben asıl seni gördüm o sayfalarda.

Sen, onların bugüne yansımış gölgesiydin.

Seninle beraber “Millet Mistikleri”ne uğradım sonra.

Yunus’un sükûtu, Akşemseddin’in hikmeti, İkbal’in haykırışı,

Ve aralarında sen,

Sanki bugünün Yunus’u, dünün Rehber’i gibiydin.

Ardından “Bergson” çıktı karşıma.

Sen sezgiyi felsefenin ötesine taşıdın.

Bergson sende sadece bir filozof değil, zamanla akan bir ruh hâline dönüştü.

Senin felsefen sönük bir akılcılık değil;

içten aydınlanmış bir kavrayıştı.

Bir sabah “Bergson”la karşılaştım satırlarında.

Felsefeyle kavga eden bir ruh değil, onu kendi nefesiyle dirilten bir mütefekkirdin sen.

Sonra “Bergson” geldi.

Sadece bir filozofu anlatmadın;

Hareketi, sezgiyi ve zamanın ruhunu yordun.

Ben, senin felsefeye sadece akılla değil, ruhla dokunduğunu fark ettim.

“Bergson” geldi ardından.

Sen filozofu sadece tanıtmakla kalmadın, onun ruhunu aldın, Anadolu toprağına diktin.

Sezgiyle inşa edilen bir medeniyetin felsefî temellerini ördün.

“Akif” dedin,

Ama sadece şairi anlatmadın.

Bir ahlâk önderini, bir sancıyı, bir milletin gözyaşını yazdın.

İstiklâl Marşı’nı yazmak kolay değil;

Ama onu anlayacak gönül olmak daha zor.

Sen, Akif’in anlamını yaşayan birkaç kişiden biriydin bu topraklarda.

“Akif”i anlatışın ise sadece bir hayat değil, bir ölüm bilinciydi.

O dizelerde ben, şair değil; adanmış bir kalbin mücadelesini gördüm.

“Akif”i anlatırken

onun kadar kendi acını da yazdın.

Bir nesli kaybetmenin, ama hala onu çağırmanın yasını tuttun.

O yüzden senin Akif’in sussaydı, sen onun yerine konuşurdun.

Sonra “Akif” dedin.

Ve ben anladım ki sen sadece Akif’i anlatmadın.

Onun susuşunu, onun yalnızlığını, onun mahcubiyetini taşıdın.

Sen, Akif’in gözyaşına tercüman oldun.

Ve sonra “Ahlâk”…

Evet, sadece bir sistem değil bu.

Bu bir direnişin, bir teslimiyetin, bir aşkın adıdır sende.

Senin ahlâkın, emirle değil; secdeyle kurulur.

Ve geldik “Yarınki Türkiye”ye…

Senin yarının, bugünden kurulmuş bir inkılâptır.

Siyasi bir plan değil, ruhsal bir diriliştir.

Senin Türkiye’n, haritada değil, gönülde başlar.

Geceler boyu “Yarınki Türkiye”nin sayfalarında yürüdüm.

Kimi satırlarında yoruldum, kiminde gözyaşı döktüm.

Bir yerde kaldım:

“Bize doktrin değil, vecd gerek.”

Vecd… Yani aklın sustuğu, gönlün konuştuğu o hâl…

Sen bu milleti baştan sona vecde çağırmışsın. Ama sağır kalmışız.

Senin sesin caddelerde değil, mezar taşlarının arkasında yankılanmış.

Kürsülerde değil, mahcup gönüllerin içinde dolaşmış.

“Yarınki Türkiye” diye yazdığın kitap,

Benim içimde hep “Bugünkü Boşluk”la yankılandı.

Ama yine de o yarına inandım, çünkü sen inanmıştın.

Ve sen inandığın şeyi yaşadın; yaşadığın şeyi yazdın.

İşte bu yüzden dedim:

Derken “Yarınki Türkiye”…

Sadece bir ideal değil,

Bir iman manifestosuydu.

O kitapta sen bir ülkeyi değil; bir nesli inşa etmeye çalıştın.

Ben orada yeni bir Türkiye değil, yeniden bir insan aradığını anladım

Ve tabii ki “Yarınki Türkiye.”

Bugünü anlatırken nefesim daralırdı.

Ama o kitabı okurken içimde yeniden bir vatan kuruldu.

Sen bu ülkeyi inşa değil; ihya etmeye çağırdın.

Bütün bunların ardından,

Sonra “Amerikan Mektupları”nı okudum.

“Amerikan Mektupları”nda gördüm seni uzaklarda.

Ama vatanından değil, vefasından konuşuyordun.

Gurbette bile kalemin Anadolu’nun toprağını soluyordu.

“Amerikan Mektupları”nı okurken,

Gurbette bile dertli bir irfanın izini sürdüğünü fark ettim.

Ve orada şunu anladım:

Mekân değişse de dava değişmez.

Fikrin bayrağı hiçbir posta pulu tarafından mühürlenemez.

O satırlarda yalnız bir ruh vardı.

Ama bedeni yalnız, fikri yurdunu taşıyan bir adam…

Anladım ki gurbet, sana vatandan çok vefa öğretmişti.

Yolun sonunda “Amerikan Mektupları.”

O uzak ülkeden yazdığın satırlarda bile, Anadolu’nun iç sesi vardı.

Anladım ki, ruh vatanda kalır.

Senin kalemin hiç hicret etmedi; hep kendi kökünde kaldı.

“Kültür ve Medeniyet” ise,

Bize ait olanla, bize zorla giydirileni ayırmanın adabıdır.

Sen medeniyeti taşta değil, ahlâkta kuran bir bakışı öğrettin.

*“Kültür ve Medeniyet”*in sayfalarında,

Ben Batı’nın gösterişini değil; Doğu’nun iç ferahlığını buldum.

Sen kültürü birikim değil, bir direniş biçimi olarak anlattın.

Ve dedin ki: “Bizim medeniyetimiz göğe yükselen kubbeler değil, yere kapanan gönüllerdir.”

Ve “Türkiye’nin Maarif Davası.”

Orada sen çocukları değil;

onları eğitenleri sorguladın.

Maarif senin için müfredat değil;

şahsiyetin inşasıydı.

Senin “Türkiye’nin Maarif Davası”nı haykırdığın satırlar,

Benim içimde kanayan bir yara oldu.

Eğitim sisteminin her çöküşünde, ben senin çığlığını duydum.

Çünkü sen sadece şikâyet eden biri değildin,

İnşa eden, ödeyen, sabreden bir adamdın.

“Türkiye’nin Maarif Davası”,

Eğitimi değil, çürümüş vicdanın fotoğrafını çekiyordu.

Sen, derslik değil; terbiyeyi dert edinmiş bir derviştin adeta.

Bugün bile, her eğitim reformu senin gölgenle başlar ve yine senin yokluğunda kaybolur.

Eğitimi konuşmak için sana döndüm:

“Türkiye’nin Maarif Davası.”

Sen orada dersleri değil, terbiyeyi anlattın.

Müfredat değil, şahsiyet yazdın.

Çocukları sınavlara değil; imtihanlara hazırladın.

En sonda “Büyük Fetih.”

Fetih sende toprak değil;

kalp kazanımıydı.

Kılıç yoktu ama kelâm vardı.

Zafer yoktu ama vuslat vardı.

Bir gün yine kitaplarının arasında otururken,

“Büyük Fetih” gözüme çarptı.

Öyle ya, senin fethin topraklarda değil; ruhlarda idi.

Sen yürekleri kuşatan bir komutandın,

Elinde kılıç değil, kalem;

Ardında asker değil, fikir orduları vardı.

“Büyük Fetih” ile,

Toprakları değil; kalpleri fethedenlerin öyküsünü yazdın.

Kılıçtan çok, kelâmın keskin olduğunu anlattın.

Senin fethin, ruhlara giriş hakkıdır.

Ve elbette “Büyük Fetih.”

Sen fetih kavramını, tarih kitaplarından alıp kalbin merkezine koydun.

Bu fetihte kılıç yoktu;

Ama kelâm vardı.

Bu fetihte ordular yoktu;

Ama arınmış ruhlar, adam gibi adamlar vardı.

Zekâî’den Topçu’ya Vefa Hâtırası:

Ey Üstadım,

Sana yetişemedim.

Ama seni okuyarak kendime yetişmeye çalıştım.

Senin yazdıkların sadece satır değil,

Yüreğime çekilmiş bir yemin gibiydi.

Adını bilen çok; ama seni tanıyan az.

Ben tanımak için sustum.

Anlamak için yandım.

Ve nihayet sevmek için diz çöktüm.

İşte bu diz çöküşümde,

Kalbimden tek bir mısra döküldü:

Senin emsâlini hiç görmedi Zekâî, dide-i devrân.

Zekâî

Bir yaz gecesi, kitaplarının gölgesinde

Bir milletin kaybettiği vicdana yazılmış kişisel bir dua

İşte böyle yürüdüm senin ardından.

Senin kitaplarınla adım adım kendime yaklaştım.

Her biri bir menzil oldu bana.

Her biri bir isyan, bir secde, bir dua…

Ve şimdi, bu kitapların önsözünde

sadece bir okuyucu değil,

sana vefa borcu taşıyan bir talebe olarak konuşuyorum.

Biliyorum, senin gibi yazamam.

Ama senin gibi düşünmeye niyet eden biri olarak,

adının ardında durmayı bir borç biliyorum.

Çünkü:

Senin emsâlini hiç görmedi Zekâî, dide-i devrân.

Zekâî

Bu kitabın başında bir okuyucu değil;

Nurettin Topçu’ya yolculuğa çıkan bir kalp.

Yorum yapın