Türk ve dünya edebiyatının ulu çınarı Yaşar Kemal, kalemini toprağa, insanına ve onların binlerce yıllık acılarına, umutlarına ve direnişlerine batırmış bir halk yazarıdır. Onun yarattığı evren, sadece Anadolu’nun coğrafi bir haritası değil, aynı zamanda o coğrafyayı var eden insan ruhunun, vicdanının ve en önemlisi emeğinin bir destanıdır. Yaşar Kemal’in eserlerini ölümsüz kılan temel izlenim, her türlü baskıya, sömürüye ve acımasızlığa karşı insan onurunu ve o onuru ayakta tutan kutsal emeği savunmasıdır. Bu bağlamda onun edebiyatı, insanlık ve emeğe saygı üzerine yazılmış görkemli bir ağıt, bir umut manifestosudur.
Yaşar Kemal için insan, ideolojilerin, sistemlerin ve soyut kavramların önüne geçen, kendi başına bir değerdir. O, karakterlerini iyi veya kötü gibi keskin çizgilerle ayırmaz. Onun insanları, doğanın bir parçasıdır; zaaflarıyla, erdemleriyle, öfkeleriyle, sevgileriyle ve en çok da hayatta kalma mücadeleleriyle vardırlar. Bu insan sevgisinin en somut ve en bilinen yansıması, şüphesiz “İnce Memed” dörtlemesidir. Memed, bir eşkıya olmadan önce, toprağı elinden alınmış, onuru çiğnenmiş, sevdiği kızla bir hayat kurma hayali gasp edilmiş bir köylü çocuğudur. Onu dağa çıkaran şey, kişisel bir intikam arzusundan çok, adaletsizliğe karşı isyan eden evrensel insanlık durumudur. Abdi Ağa’nın şahsında somutlaşan sömürü düzeni, sadece toprağı değil, insanın ruhunu ve emeğini de sömürmektedir. Memed’in isyanı, ezilen, hor görülen, emeği hiçe sayılan milyonların sesidir. O, bir eşkıya değil, bir hak arayıcısıdır. Yaşar Kemal, Memed’in şahsında, en zor koşullar altında bile insan onurunun ve adalet duygusunun yok edilemeyeceğini haykırır. Dikenli tarlaların içinden çıkan devedikeni gibi, baskı ne kadar artarsa artsın, insan ruhunun direnişinin de o denli kök salacağını gösterir.
Emeğe saygı, Kemal’in evreninde insanlık onurunun ayrılmaz bir parçasıdır. Onun için emek, sadece karın doyurmak için yapılan mekanik bir eylem değil, insanın kendini gerçekleştirme biçimi, toprakla, doğayla ve diğer insanlarla kurduğu en temel bağdır. Alın teri, kutsaldır. Bu temanın en dokunaklı işlendiği eserlerinden biri, Çukurova üçlemesi olarak da bilinen Yer Demir Gök Bakır ve Ölmez Otu gibi romanlarıdır. Bu romanlarda, mevsimlik tarım işçilerinin, pamuk toplayıcılarının trajedisi anlatılır. Kavurucu Çukurova güneşinin altında, sabahtan akşama kadar yarı aç yarı tok çalışan bu insanlar, modern kölelerdir. Ancak Yaşar Kemal, onların acılarına odaklanırken asla bir acizlik tablosu çizmez. Aksine, o insanların kendi aralarındaki dayanışmasını, türkülerini, hayallerini ve en önemlisi o zorlu koşullara rağmen yaşamı ve işi sürdürme iradelerini yüceltir. Pamuk tarlasında çalışan bir ırgatın nasırlı elleri, Yaşar Kemal’in kaleminde, bir kahramanın kılıcı kadar kutsal ve anlamlıdır. O, emeğin sömürülmesine lanet okurken, emekçinin direncine ve varoluş mücadelesine bir saygı duruşunda bulunur.
Yaşar Kemal’in doğa tasvirleri de aslında bu insan ve emek saygısının bir uzantısıdır. Onun romanlarında doğa, süslü bir dekor değil, yaşayan, nefes alan, sevinen ve öfkelenen bir karakterdir. Toros Dağları, İnce Memed’in sığınağı, sırdaşı ve özgürlüğünün simgesidir. Çukurova’nın bereketi ve aynı zamanda yakıcı sıcağı, insanların kaderini belirleyen bir güçtür. Binboğalar Efsanesinde, konargöçer Yörüklerin zorla iskâna tabi tutulması anlatılırken, aslında anlatılan, sadece bir yaşam biçiminin yok oluşu değil, insanın doğayla kurduğu binlerce yıllık emeğe dayalı harmoninin parçalanmasıdır. Yörükler için yaylalar, otlaklar sadece bir toprak parçası değil, onların kimliğidir, atalarının mezarıdır, hayvanlarının can suyudur. Bu düzenin yıkılması, emeğin ve ona bağlı kültürün de yok olması anlamına gelir. Yaşar Kemal, doğaya yapılan her müdahalenin, aslında insana ve onun emeğine yapıldığını derin bir bilgelikle anlatır.
Yazarın insanlığa ve emeğe bakışını anlamak için onun mit ve efsaneyi kullanma biçimine de bakmak gerekir. O, modern bir dengbêj (Kürt halk ozanı) gibi, halkın sözlü geleneğinden, masallarından ve efsanelerinden beslenir. Ağrıdağı Efsanesi, bunun en parlak örneğidir. Ahmet ile Gülbahar’ın aşkı etrafında şekillenen bu roman, aslında onur, söz, toplumsal baskı ve bireyin mutluluk arayışı gibi evrensel temaları işler. Mahmut Han’ın kibri ve gücü, halkın kadim gelenekleri ve onur anlayışıyla çarpışır. Burada bireyin emeği (Ahmet’in kaval ustalığı) ve onuru, en büyük güce bile meydan okuyabilen bir değere dönüşür. Yaşar Kemal, bu efsaneleri anlatarak sıradan insanların acılarını ve mücadelelerini evrensel bir boyuta taşır, onları ölümsüzleştirir. Böylece, bir köyde yaşanan basit bir olay, tüm insanlığın ortak hafızasına ait bir destana dönüşür. Bu derinlikli anlatımın aracı ise Yaşar Kemal’in dilidir. Onun dili, halkın dilidir. İçinde türkülerin, ağıtların, bedduaların, duaların ve deyimlerin canlılığı vardır. O, emekçinin, köylünün dilini küçümsemez; tam tersine, en derin felsefi hakikatlerin ve en yoğun duyguların bu saf, işlenmemiş dilde saklı olduğunu bilir. Kelimeleri bir kuyumcu titizliğiyle işlemez, bir ırmak gibi coşkun ve doğal akışına bırakır. Bu dil, anlattığı insanların ruhuyla, yaşadıkları toprağın dokusuyla birebir örtüşür. Bu dil seçimi bile, kendi başına bir saygı duruşudur. O, sesini duyuramayanların sesi olurken, onların kelimelerini kullanarak onlara en büyük saygıyı gösterir.
Sonuç olarak, Yaşar Kemal’in edebi mirası, insanı merkeze alan, emeği kutsayan ve sömürünün her türlüsüne karşı bir başkaldırı olan devasa bir anıttır. O, Çukurova’nın pamuk tarlalarından Torosların zirvelerine, Ağrı Dağı’nın eteklerinden Ege’nin balıkçı köylerine kadar bu toprakların insanını, onların bitmek bilmeyen yaşam mücadelesini ve o mücadeleye anlam katan emeğini destanlaştırmıştır. Onun eserlerini okumak, sadece bir roman okumak değil, aynı zamanda Anadolu’nun vicdanını dinlemek, toprağın sesini duymak ve en umutsuz anlarda bile insan olmanın direngen onuruna tanıklık etmektir. İnce Memed’in dediği gibi, “Bu dünyada insanoğlunun yarattığı her güzel şey, sevgiyle, özlemle, coşkuyla yaratılmıştır.” Yaşar Kemal de tüm külliyatını bu topraklara ve bu toprağın cefakâr insanlarına duyduğu derin bir sevgi, coşku ve tükenmez bir saygıyla yaratmıştır. Bu yüzden eserleri, zamanın ve coğrafyanın ötesinde, tüm insanlığın ortak hazinesi olmaya devam edecektir.