PKK’nın 12 Mayıs 2025’te aldığı silah bırakma ve kendini feshetme kararının ardında birden fazla faktörün etkili olduğu görülüyor. Bu faktörler çok sayıda olmasına karşın meselenin uzun dönemli bir Orta Doğu dizaynının gelmiş olduğu yeni aşama olarak değerlendirilmesi daha olası görünüyor. Aslında konu, eski Nusra lideri Colani’nin kısa bir süre içinde Suriye Devlet Başkanı olacak biçimde önünün açıverilmesindeki absürt senaryonun hayata geçmesi ile paralellik ve benzerlik arz ediyor. Kendisine selamlar gönderildiği andan itibaren nedense içimde terk-i silah stratejisinin başrol oyuncusu Öcalan’ın, Talabani’nin hikayesine benzer biçimde Suriye’ye devlet başkanı olmak üzere hazırlanmak istendiği hissi oluşuverdi.
Türkiye’nin askeri ve siyasi baskısı ile böyle bir kararın alınması arasında ilişkinin olabileceği senaryoları çizildi. TSK’nın son yıllarda özellikle Kuzey Irak’ta ve Suriye’de gerçekleştirdiği operasyonların, PKK’nın hareket kabiliyetini ciddi şekilde kısıtlaması, Türk İHA’larının etkin kullanımının bir sonucu olarak örgütün lojistik ve operasyonel kapasitesine ağır darbeler vurulması ile ilişkilendirdi yeni çözüm süreci.
Resmi açıklamalara göre, PKK’ya katılım oranları son 30 yılın en düşük seviyesine gerilemiş ve örgüt güç kaybetmiştir. Devlet Bahçeli’nin Ekim 2024’te başlayan ve Öcalan’a yönelik yaptığı çağrılar, siyasi bir çözüm sürecini yeniden gündeme getirmiş, örgütün üzerindeki baskıyı artıran bir siyasi manevra olarak değerlendirilmiştir.
Bölgesel ve uluslararası dinamiklerin bu sürece katalizör ettiği yaptığı ise hemen hemen kesin gibidir. Suriye’de uzun zamandır devam eden ve adeta çözümsüzlüğe mahkummuş gibi görünen gelişmeler, özellikle Esad rejiminin beklenmedik biçimde sona ermesi ve HTŞ yönetimiyle Kürt gruplar arasında yapılan anlaşmalar PKK’nın silahlı mücadele kapasitesini etkilemiştir. Suriye-Türkiye sınırında artan kontrol, PKK’nın silah ve lojistik erişimini zorlaştırmıştır.
Denklemin bölgesel bir aktörü olan Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Irak merkezi hükümetinin, PKK’nın silah bırakma sürecini desteklemeye hazır olması, bölgesel aktörlerin barış sürecine katkısını göstermiştir. Nitekim KRG lideri Neçirvan Barzani, bu süreci “tarihi bir fırsat” olarak nitelendirmiştir.
Uluslararası toplumun, özellikle ABD, AB ve BM’nin, Öcalan’ın silah bırakma çağrısına olumlu tepkiler vermesi, PKK’yı siyasi çözüme yönelten dış baskı unsurları olarak değerlendirilebilir.
Öcalan’ın Rolü ve İç Dinamikler
Öcalan’ın 27 Şubat 2025’te yaptığı “silah bırakma ve PKK’nın kendini feshetmesi” çağrısı, örgütün karar alma sürecinde kilit bir rol oynamıştır. Örgüt üzerinde hala büyük etkisi olduğu bilinen Öcalan açıklamasında, PKK’nın ideolojik olarak ömrünü tamamladığı ve demokratik siyasetin önünün açılması gerektiği vurgulamış stratejik dönüşüm arayışına işaret etmiştir.
Diğer yandan siyasi ve hukuki reform beklentileri gündeme gelmiştir. PKK’nın açıklamasında, sürecin Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, demokratik siyasetin tanınması ve hukuki güvenceler gibi koşullara bağlı olduğu belirtilmiş, Türkiye’de kayyum politikalarının sona ermesi, yeni infaz düzenlemeleri yapılması ve hatta kısmi af gibi adımların gündeme gelmesi, örgütün siyasi alana geçiş motivasyonunu artırmıştır.
Alanı çalışan pek çok uzman, PKK’nın 40 yılı aşkın devam eden silahlı mücadelenin sürdürülemez hale geldiğini düşünmekte örgütün ideolojik ve eylemsel olarak tekrarlayan bir döngüye girdiği, özellikle Suriye’deki kazanımların ardından daha fazla hedefe ulaşamayacağı değerlendirmesi yapılmaktadır. Ayrıca, halk desteği ve uluslararası meşruiyet kaybı, örgütü siyasi bir çözüm arayışına itmiş görünmektedir.
Hakiki Bir Terk-i Silah mı?
PKK’nın silah bırakma kararının sahiciliği, hem Türkiye hem uluslararası alanda tartışılmaktadır. 5-7 Mayıs 2025’te düzenlenen kongrede fesih ve silah bırakma kararını almış ve bu Öcalan’ın çağrısına dayandırılmıştır. 10-12 Temmuz 2025’te Süleymaniye’de bir silah bırakma töreni planlanmış ve 11 Temmuz’da Süleymaniye’de somut biçimde göstergesel bir silah bırakma eylemi gerçekleşmiştir. ABD, AB, BM ve İngiltere gibi aktörlerin kararı memnuniyetle karşılaması, sürecin uluslararası gözlemcilerle denetlenme ihtimalini güçlendirmektedir. Ak Parti Sözcüsü Ömer Çelik, sürecin MİT ve TSK tarafından doğrulanacağını belirtmiş, Türkiye’nin süreci sıkı bir şekilde takip ettiğini ve göstermelik bir teslimiyete izin vermeyeceğini ifade etmiştir.
Diğer yandan geçmiş deneyimler, PKK’nın daha önce de (örneğin 2000’lerde KADEK ve Kongra-Gel adlarıyla) kendini feshettiğini açıklamış olması ama farklı isimler altında faaliyetlerine devam etmesi sürecin sahiciliğine dair şüpheleri uyandırmaktadır.
Türkiye devletiyle PKK arasında gerçekleşiyormuş gibi görünen böyle bir sürecin bir başka ve en önemli unsuru kuşkusuz KCK ve YPG faktörleridir. PKK’nın çatı örgütü KCK’nın ve Suriye’deki YPG gibi bağlantılı yapıların durumu belirsizliğini korumaktadır. YPG’nin bu sürece dahil olup olmayacağı kritik önemdedir ve Türkiye’nin, PKK’nın uzantısı olarak gördüğü YPG’nin de silahsızlanması gerektiğini savunması iki taraflı belirsizliklerin en önemli kısmını oluşturmaktadır.
Örgüt içinde bazı yöneticilerin fesih kararına itirazları olduğunun bilinmesi sürecin uygulanmasında bölünmelerin ortaya çıkabileceği veya yeni örgütlenmelere yol açabileceği ihtimali üzerinde durulabilir. Resmi muhalefet kanadında ise sürecin Türkiye’de iç siyasi gündemi (örneğin ekonomik sorunları) örtmek için kullanıldığını iddia etmektedir.
PKK’nın silah bırakma kararının ardında, Türkiye’nin askeri başarıları, bölgesel dinamiklerin değişmesi, Öcalan’ın stratejik yönlendirmesi ve uluslararası baskılar gibi faktörler bir arada rol oynamaktadır. Kararın sahiciliği, sürecin nasıl uygulanacağına ve özellikle YPG/KCK gibi yapıların nasıl konumlanacağına bağlı görünmektedir. Türkiye’nin MİT ve TSK üzerinden sıkı bir doğrulama mekanizması kurması, sürecin şeffaflığını artırabilir. Ancak, geçmişteki başarısız çözüm süreçleri ve örgütün yeniden yapılanma eğilimleri, temkinli bir iyimserlik gerektiriyor. Eğer süreç, uluslararası gözlemcilerle desteklenir, yasal reformlarla güçlendirilir ve YPG gibi bağlantılı yapılar da silahsızlanırsa, sahicilik ihtimali artar. Aksi takdirde, kararın sembolik veya taktik bir hamle olma riski var. Sürecin başarısı, hem Türkiye’nin iç politik adımları hem de bölgesel aktörlerin işbirliğine bağlı olacak.
Bahçeli ve Öcalan Aynı Karede Nasıl Buluştu?
Bahçeli ile Öcalan’ı uzun bir süre sonra buluşturan ortak nokta, PKK’nın silah bırakması ve örgütün kendini feshetmesi hedefi doğrultusunda başlatılan yeni süreç olmuş görünmektedir. Bu süreç, özellikle Ekim 2024’ten itibaren Bahçeli’nin Öcalan’a yönelik yaptığı çağrılarla şekillenmiş ve Öcalan’ın 27 Şubat 2025’teki silah bırakma çağrısıyla somut bir adım atmıştır. Ortak noktanın temelinde, Türkiye’nin iç ve dış dinamiklere bağlı olarak “terörsüz bir Türkiye” hedefi ve Kürt sorununun siyasi-hukuki zeminde çözülmesi için bir fırsat yaratma çabası yatmaktadır.
Bahçeli, 1 Ekim 2024’te TBMM’nin açılışında DEM Parti eş başkanlarıyla tokalaşarak sembolik bir adım atmış ve bu tokalaşma yeni bir sürecin işaret fişeği olarak değerlendirilmiştir. 22 Ekim 2024’te partisinin grup toplantısında, Öcalan’a “tecridi kaldırılırsa TBMM’de DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın” çağrısında bulunmuştur. Bu, Öcalan’ın umut hakkından yararlanabileceği ve silah bırakma sürecini başlatabileceği önerisiyle desteklenmiştir.
Bahçeli’nin bu çıkışı, geçmişteki sert milliyetçi duruşuyla taba tabana tezat oluşturmuştur. Hem MHP tabanında hem de kamuoyunda büyük bir şaşkınlık ortaya çıkmasına rağmen Bahçeli’nin “devletin ali menfaatleri” için bu adımı attığı ve “terörsüz bir Türkiye” hedefini vurguladığı belirtilmekle yetinilmiştir.
Öcalan ise, Bahçeli’nin çağrısına 27 Şubat 2025’te yanıt vererek PKK’ya “silah bırakma ve kendini feshetme” çağrısı yapmıştır. Bu çağrı, 5-7 Mayıs 2025’te PKK’nın 12’nci kongresinde örgüt tarafından kabul edilerek fesih ve silah bırakma kararı alınmıştır.
Öcalan’ın, Bahçeli’yi “sürecin mimarı” ve “Atatürk’ten sonra tek devlet adamı” olarak nitelendirdiği, İmralı’daki görüşmelerde Bahçeli’ye selam gönderdiği ve onun kararlılığını övdüğü görülmüştür. Bu karşılıklı övgüler, iki ismin süreçte ortak bir hedef doğrultusunda buluştuğunu göstermiştir.
Buradaki temel vurgu iki uç noktayı buluşturan temel dinamiklerin neler olduğudur. Terörün sona erdirilmesi temel bakış açısına sahip olan Bahçeli, PKK’nın silah bırakmasını ve örgütün tasfiyesini bir devlet politikası olarak görürken Öcalan, uzun süredir savunduğu “demokratik konfederalizm” ve “ortak vatan” gibi kavramları öne çıkararak, silahlı mücadelenin yerine siyasi-hukuki zemini desteklediğini vurgulamıştır.
Bu süreci hızlandıran ve adeta bir oldu bittiye getiren en önemli gelişme ise Suriye’de Esad rejiminin düşmesi olmuştur. HTŞ yönetiminin Kürt gruplarla anlaşması PKK’nın silahlı varlığını sürdürmesini zorlaştırmıştır. Bahçeli’nin bu süreci başlatmasındaki motivasyonlardan birinin, Suriye’deki Kürt hareketlerini kontrol altına alma ve Türkiye’nin bölgesel güvenliğini sağlama amacı olduğu iddia edilmektedir.
Türkiye’nin, başkanlık sistemine yapmış olduğu bodoslama geçişin ardından mütemadiyen yaşadığı ekonomik sorunlar ve ülkeyi çepeçevre kuşatmış olan bölgesel istikrarsızlıkların da Bahçeli’nin sıkça vurguladığı “iç cepheyi güçlendirme” ihtiyacını gidermeye aracılık ettiği düşünülebilir. Bahçeli’nin beklenmedik biçimde bu süreci başlatmak için inisiyatif alması, hem iç politikada bir mutabakat yaratma hem de Erdoğan’ın liderliğini güçlendirme(k suretiyle etkinliğini artırma) amacıyla ilgili olabilir.
Üstelik Bahçeli’nin milliyetçi kimliği, bu tür bir çağrının Ak Parti veya başka bir aktör tarafından yapılmasına kıyasla daha az tepki çekmesini sağlamıştır. Uzmanlar, Bahçeli’nin “şahin” imajının, süreci meşrulaştırmada kilit bir rol oynadığını belirtiştir. Öcalan’ın Bahçeli’ye yönelik olumlu ifadeleri (örneğin, “Bahçeli ne diyorsa o oluyor” veya “Kürtlerin hakları için kararlı”), Bahçeli’nin sürecin lideri olarak algılanmasını pekiştirmiştir. Bahçeli’nin önerdiği “umut hakkı” ve Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi gibi adımlar, Öcalan’ın sürece katılımını teşvik eden unsurlar olarak öne çıkmıştır.
Bahçeli ile Öcalan’ı uzun bir süre sonra buluşturan ortak nokta, PKK’nın silah bırakması ve Kürt sorununun demokratik zeminde çözülmesi için başlatılan süreç olmuştur. Bahçeli’nin milliyetçi ve devletçi yaklaşımı, Öcalan’ın silahlı mücadeleyi bırakarak demokratik siyasete geçiş vizyonuyla kesişmiştir. Bu kesişim, Türkiye’nin iç ve dış dinamiklerinden (özellikle Suriye’deki gelişmeler ve ekonomik kriz) beslenmektedir. Ancak, sürecin başarısı, somut adımlara (YPG’nin durumu, hukuki reformlar, toplumsal mutabakat) ve tarafların samimiyetine bağlı görünmektedir.
ABD ve İsrail’in Rolü: Kullanışlı Aparatlar mı Var?
Bahçeli ve Öcalan’ın, uzun süredir Orta Doğu üzerinde strateji geliştiren ABD ve İsrail’in politikalarında ne ölçüde bir aparat olarak kullanılıp kullanılmadığı konusu da süreç içerisinde epeyce tartışılmıştır. Bu konuda önce Öcalan ve PKK’nın ABD ile ilişkisi meselesi üzerinde durmakta yarar bulunmaktadır.
Tarihsel olarak ABD, Soğuk Savaş sonrası dönemde Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için çeşitli bölgesel aktörlerle işbirliği yapmış, özellikle Suriye’deki PKK uzantısı olan YPG aracılığıyla, 2014’ten itibaren IŞİD’e karşı mücadelede ABD’nin sahadaki en önemli müttefiklerinden biri olması ilişkinin biçimini güçlendirmiştir. YPG’ye verilen silah, eğitim ve lojistik destek, bu ilişkinin temelini oluşturmuştur.
Öcalan 1999’da Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye teslim edildiğinde, bu operasyonun ABD’nin istihbarat desteğiyle gerçekleştiği yaygın bir görüş olmuştur. Bu olay, Öcalan’ın dolaylı olarak ABD’nin bölgesel stratejileriyle kesişen bir figür olduğunu göstermektedir. Öcalan’ın bölgesel bir aparat olarak son kullanma tarihi dolduğu zaman yer değişikliği yapıldığını düşündürüyor bu yargı. Ancak, Öcalan’ın İmralı’daki izolasyonu, onun doğrudan bir “aparat” olmaktan çok, dolaylı ama etkili bir unsur olduğunu düşündürmektedir.
Öcalan’ın 27 Şubat 2025’te yaptığı silah bırakma çağrısı ve PKK’nın 5-7 Mayıs 2025’te aldığı fesih kararı, ABD tarafından memnuniyetle karşılanmış ABD Dışişleri Sözcüsü’nün “Kürt sorununun barışçıl çözümünü destekliyoruz” açıklaması, bu sürecin ABD’nin bölgedeki istikrar arayışıyla uyumlu olduğunu göstermiştir. Bu durum Öcalan’ın doğrudan ABD’nin “açık bir aparatı olma” işlevi gördüğü anlamına gelmez. Daha çok, ABD’nin bölgedeki çıkarlarının (örneğin, Suriye’de istikrar ve YPG’nin kontrolü) bu süreçle örtüştüğü biçiminde yorumlanabilir. Öcalan’ın İsrail’e karşı temkinli duruşu, çoklu istihbarat ağında uzun vadeli bir perspektifte bu ülkenin rolünü çok iyi kavradığı anlamına gelmektedir.
Bahçeli ise, MHP’nin lideri olarak geleneksel olarak ABD’ye mesafeli, hatta zaman zaman simgesel bir düzeyde de olsa eleştirel bir duruş sergilemektedir. Özellikle ABD’nin YPG’ye desteği, Bahçeli tarafından sıkça “teröre destek” olarak nitelendirilmiştir. Sadece retorik düzeyde kalan bu tepkisellik baz alınacak olursa bu faktör, Bahçeli’nin doğrudan ABD’nin bir “aparatı” olarak görülmesini zorlaştırmaktadır. Buna rağmen aşırı düşmanlık yaklaşımının başka pek çok ulusalcı liderin diline ABD-İsrail şer eksenini sakız olarak dolamalarından da anlaşılacağı gibi asıl adrese işaret olduğunu düşünmemizi engellememektedir.
Bu bağlamda Bahçeli’nin Ekim 2024’te başlattığı süreç (Öcalan’a çağrı, silah bırakma önerisi) ve bu sürecin Türkiye’nin Suriye’deki güvenlik çıkarlarıyla örtüşmesi, dolaylı olarak ABD’nin bölgesel hedefleriyle kesişme ihtimalinin söz konusu olabileceğini düşündürmektedir. Özellikle Suriye’de Esad rejiminin düşmesi sonrası yaşanan HTŞ-Kürt anlaşmaları ve Türkiye’nin sınır güvenliği öncelikleri, ABD’nin bölgede kaosu önleme ve istikrar sağlama hedefiyle uyumlu görünmektedir.
Bahçeli’nin süreçteki rolü, daha çok Türkiye’nin iç politik dengeleri (Ak Parti ile ittifak, yeni anayasa gündemi) ve bölgesel güvenlik kaygılarıyla daha fazla açıklanma potansiyeli taşımaktadır. ABD’nin bu süreçten memnuniyet duyması, Bahçeli’nin doğrudan bir “aparat” olmasından ziyade, onun öncülüğünde geliştirilen hamlelerin ABD’nin çıkarlarına dolaylı olarak hizmet etmesinden kaynaklanma ihtimalini masaya yatırmaktadır.
Her iki figür de doğrudan ABD’nin “kukla” veya “aparatı” olmaktan ziyade, kendi ajandalarını (Bahçeli için devletçi-milliyetçi hedefler, Öcalan için Kürt sorununun siyasi çözümü) takip ederken, ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla kesişen bir zeminde hareket ettiklerini hatıra getirmektedir. ABD-İsrail ekseni bu süreci kendi çıkarları doğrultusunda destekliyor olabilir, ancak bu, Bahçeli veya Öcalan’ın “doğrudan doğruya ABD’nin kontrolünde olduğu” gerçeğine kolayca işaret etmez. Üstelik bu gün sınırlarının nereye uzandığı, gücünü nereden aldığı, hangi etkili unsurlardan oluştuğu etrafında net bir tanımlama yapılamayacak olsa da Türk derin devletinin mazisi epey renkli kompozisyonunu da ihmal etmemek gerekmektedir.
Sonuç Yerine
Bahçeli ve Öcalan’ı bir araya getiren ve önceki gün silahların sembolik olarak yakılmasıyla somut bir noktaya doğru ilerleyen bu çözüm süreci, Kürt sorununun siyasi zeminde çözülme hedefini destekliyor görünmektedir. Bu süreç, ABD’nin Suriye’deki istikrar arayışı ve Türkiye’nin güvenlik öncelikleriyle dolaylı olarak örtüşmektedir.
Sürecin iki farklı uçta yerini almış olan aktörlerini “kullanışlı aparat” olarak etiketlemek için yeterli bir delil bulunmamaktadır. Hem Bahçeli’nin milliyetçi duruşunu hem de Öcalan’ın ideolojik özerkliğini hafife almak açısından bu konuda daha temkinli bir tutum takınmak yararlı olabilir.
Sonuçta her biri kendi hedeflerini takip eden iki figür, uluslararası ve bölgesel dinamiklerin (özellikle ABD’nin) oluşturduğu bir kesişim noktasında bir araya gelmiş ve Türkiye’de iktidarın büyük ortağını da “kerhen” ikna ederek yeni bir yöne doğru yol almaktadır. Bir açıdan uzun vadeli bir projeksiyon hayata geçirilmeye çalışılmakta, bir yandan yarım asra yakın çatışma zemininin hala soğumamış külleri gömülmeye çalışılmakta ve bir yandan da “yeni Orta Doğu” (veya o meşhur ve meşum Genişletilmiş Orta Doğu) küresel bir planının hayata geçmesinden en az zarar görecek biçimde bölgesel ortak akıl harekete geçirilmeye çalışılmaktadır.
Her şeye rağmen, hemen hemen yarım asırdır tatile gönderilmiş bir akla sahip talihsiz bir bölgenin bu süreçten akl-ı selim ve kalb-i selim ile sıyrılabilmesi fazla kolay olmayacaktır.