Bilmiyor

By Gök Börü

Bilmiyor

By: Gök Börü

Bir gizsin ruhumun derinliğinde

Seni sevdiğimi yad el bilmiyor

Ömrüm tükeniyor ömrün içinde

Bir bir öldüğümü ecel bilmiyor

Düşkün sana gölgem, bir düş garibi

Ceksem de kahrını bir mahkum gibi

El pençe yüreğim, sensin sahibi

Sensizdeki vaktim, evvel bilmiyor

Kaybettim kendimi, yokum, meçhulüm

Bir an yokluğuna, yok tahammülüm

Sensizlik ıstırap, sensizlik ölüm

Senden gayrı gönlüm güzel bilmiyor

Yansın da bedenim olsa zevali

Çaresiz kalsam da Kerem misali

Bahtında bahtımın bitti hayali

Aşktan başka canım bedel bilmiyor

Sensiz bilmem hali, kara cahilim

Ne irfan bilirim ne birkaç ilim

Yar değilsen bana, ben ben değilim

Sen yoksan sözlerim gazel bilmiyor

Eğer razıysan bu sevdaya sen de

Bir çölde ol yahut dağlık bir yerde

Bir lütuf bahşedip yeter ki gel de

Vuslat için gözüm engel bilmiyor

Ersin Umdu

Şiiri Şerhi

Bu şiir, aşkın mahremiyetini, insanın ruh derinliğine gömülü bir sır olarak sunarak başlıyor. Âşık, sevgiliye duyduğu sevginin öylesine derin bir noktaya yerleştiğini, hatta bunun kendisi tarafından bile tam olarak bilinmediğini söylüyor. Bu, tasavvufî anlamda insanın içinde gizli olan ilahî sevgi cevherini, yani “hakikati” fark edememesine benzer. Şairin kendi içinde taşıdığı bu sevgi, bilinçli bir hatırlamayla değil, sezgisel bir yakınlıkla yaşanmakta. Ancak bu sevginin varlığı bile başlı başına bir giz. İkinci dizede ise âşık, zamanın geçip gittiğini, ömrünün sevgilinin varlığı içinde tükenmekte olduğunu söylüyor. Ancak bu tükenme, alışılmış anlamda bir ölüm değil. Bu, insanın sevgilide eriyip gitmesiyle yaşadığı içsel bir çözülme. O kadar derin, o kadar sessiz bir ölümdür ki bunu bile “ecel” fark edemiyor. Yani ölüm bile bu yok oluşu görmezden geliyor.

Devam eden kıtada, aşığın gölgesi bile sevgiliye düşkün bir hâle gelmiştir. Bu, bir bakıma insanın varlığının gölgesiyle sınırlı olduğu şu âlemin, hakikatin bir yansıması olmaktan öteye geçemeyeceğini ima eder. Gölge; varlığın silik hâli, aşk ise onun derin ve yakıcı hakikati… Âşık, sevgilinin kahır ve cefasına razıdır; âdeta bir mahkûm gibi boyun eğmiş, teslimiyet içinde yaşamaktadır. Burada klasik tasavvuf anlayışında sıkça vurgulanan “cefa”nın, aşkın mihenk taşı olduğu düşüncesi hissedilir. El pençe divan durmuş bir kalp, sahibini beklemektedir. Bu sahip, dünyevî bir sevgili değil; aşk yolculuğunun ulaştırmak istediği ilahî hakikattir. Âşık, sevgilinin olmadığı zamanları “bilinmeyen” olarak tanımlar. O vakitlerin anlamı yoktur; zamanın kendisi sevgiliyle başlar, onunla anlam kazanır.

Aşık, bu sevda içinde kendini tamamen kaybetmiştir. Artık ne kim olduğunu bilmektedir, ne de kendisine dair bir kesinlik taşır. Kendisi bir “meçhul”dür; bir tür hiçlik durumundadır. Bu hiçlik, tasavvufun “fenâ” hâlidir: benliğin ortadan kalkması, kulun kendisini yok sayarak aşk içinde erimesidir. Ne var ki, sevgilinin yokluğu bu yokluğun ötesinde bir acı taşır. Bir anlık ayrılığa bile tahammülü yoktur. Çünkü sensizlik bir yok oluştan daha derin bir çöküştür. Âşık için sevgilinin yokluğu sadece ruhsal bir çöküş değil, aynı zamanda fiziksel bir azaptır. Bu yüzdendir ki sensizlik hem ıstıraptır, hem de ölüm.

Aşık, tüm güzellik ölçütünü sevgiliyle kurmuştur. Onun dışında güzel olan hiçbir şey yoktur. Güzellik tanımı onunla başlar, onunla biter. Bu, Platoncu anlamda “mutlak güzel” anlayışına yakındır. Varlık ancak o güzelle anlam kazanır. Hatta bu dünyada yanmak, çile çekmek, mahvolmak bile kabul edilebilirdir. Âşık, gerekirse Kerem gibi kül olmayı göze almıştır. Bedenin yanması bir felaket değil, aşkın doğal sonucudur. Çünkü beden geçicidir, aşk ise kalıcı. Buradaki Kerem imgesi halk anlatılarına bir gönderme yapar, ama aynı zamanda ilahî aşk uğruna benliğinden geçen her insanın sembolüdür.

Âşık, sevgilinin bahtında bir hayal olarak bile yer almayı baht sayar. Artık kendi bahtı, sevgilinin kaderine bağlıdır. Onun dışında hiçbir değer, hiçbir karşılık kalmamıştır. Âşık için canın bedeli bile sadece aşktır. Hiçbir dünyevî değer, aşkın yerini tutamaz. Bu derece mutlak bir aşk anlayışı, insanın tüm varlığını bir şeye adaması anlamına gelir. Hatta daha da ileri gider şair ve “Sensiz bilmem hâli, kara cahilim” der. Âşık, sevgiliden uzak kaldığında irfanı da ilmi de kaybetmiştir. Bu, tasavvufta ilmin değil, “marifet”in yüceliğine işaret eder. Aşk bilgisi olmadan tüm bilgiler boş kalır. Çünkü irfan, hakikatin bilgisi; aşk ise ona ulaşmanın yoludur. Dolayısıyla sevgili yoksa âşık da yoktur. Sevgilinin yokluğu, âşığı hem akılsız hem de anlamsız bırakır.

Bu yüzden şair der ki: “Yar değilsen bana, ben ben değilim.” Benlik, sevgiliyle anlam bulan bir inşadır. Klasik tasavvufta “ben”lik bir perde olarak görülür, ve gerçek benlik, aşkla açığa çıkar. Âşık, sevgilinin yokluğunda ne bir şiir yazabilir, ne de konuşabilir. Sözün kendisi bile sevgilinin varlığıyla doğar. “Sen yoksan sözlerim gazel bilmiyor” derken, edebiyatın, estetiğin ve söz sanatlarının bile aşkın bir tezahürü olduğu ifade edilir. Söz bile anlamını aşkla bulur.

Son bölümde ise, âşık sevgiliden bir rıza talep eder. Eğer o da bu sevdaya razıysa, ister bir dağ başında, ister bir çölün ortasında olsun, âşık oraya gelmeye hazırdır. Bu, zahiri şartların ve mekânların bir engel teşkil etmediği aşk anlayışıdır. Aşk, fizikî değil, metafizik bir bağdır. Bu yüzden vuslat için göz hiçbir engel tanımamaktadır. Engeller, sadece göze görünür; kalbe değil. Yeter ki sevgili razı olsun, bir lütuf bahşetsin, geri kalan her şey aşkla aşılır.

Bu kadar uzun yazmanın nedeni kısaca şu:

Bu şiir, hem divan edebiyatının gazel geleneğiyle, hem tasavvufun aşk metafiziğiyle, hem de modern bireyin içsel çözülüş ve özlem duygusuyla yoğrulmuştur.

Şair burada aşkı bir “bilinç hâli” değil, bir “varoluş tarzı” olarak işler. Aşk öyle bir hâle gelir ki, benlik çözülür, söz anlamını kaybeder, bilgi yok olur, zaman bile ancak onunla anlam kazanır.

Yorum yapın