
Pieter Brueghel, De Val van Icarus (İkarus’un Düşüşü), 1558.
Eski ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, meşhur bir basın toplantısında askeri stratejiyi açıklarken üç tür bilgiden bahsetmişti: “bilinen bilinenler” (bildiğimizi bildiğimiz şeyler), “bilinen bilinmeyenler” (bilmediğimizi bildiğimiz şeyler) ve “bilinmeyen bilinmeyenler” (bilmediğimizi dahi bilmediğimiz şeyler). Bu son kategori, yani öngörülemeyen riskler, o dönemde popüler bir tartışma konusu olmuştu. Ancak Sloven filozof Slavoj Žižek, bu şemaya psikanalitik bir müdahalede bulunarak dördüncü ve belki de en rahatsız edici kategoriyi ekler: bilinmeyen bilinenler.
“Bilinmeyen bilinenler” bilinçdışına atıfta bulunur. “Bilinçdışı (bizatihi biçimiyle), verili bir gerçekliğe ait ontolojik olumsuzluğun bu gerçekliğin kendisi içine ‘olumlu’ yoldan kaydedilmesidir; bu kayıt -bilmek/bilmemek- bir şeyin farkında olmak/olmamak biçiminde basit bir karşıtlığa indirgenemez. Çünkü burada söz konusu olan tam da ‘bir şey’ (farkında olunabilecek ya da olunamayacak bir şey, bir tür olgu) değil, ancak olumsuzlanışı sayesinde algılanabilen bir olumsuzluktur.
‘Bir şeyin bilinçdışı olması’ basitçe bilinmediği anlamına gelmez; daha ziyade, paradoksal bir ikilenme ima eder ve kendisi de iki ayaklı yahut bölünmüş durumdadır. Lacan’ın tabiriyle, bilinçdışı bilgi kendi kendisini bilmeyen bilgidir.” Bu kavramı, özellikle Lacancı “ilişkisizlik” nosyonu üzerinden üç temel alanda inceleyebiliriz: ilişkiler, yabancılaşma ve sermaye.
“Cinsel İlişki Yoktur”
Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın en kışkırtıcı aforizmalarından biri “cinsel ilişki yoktur” (il n’y a pas de rapport sexuel) ifadesidir. Bu, elbette, insanların cinsel ilişkiye girmediği anlamına gelmez. Bu, daha derin, ontolojik bir imkansızlığa işaret eder: Cinsiyetler arasında önceden kurulmuş, doğal, uyumlu bir ilişki formülü yoktur. İki cinsin birbirini mükemmelen tamamladığı bir yin-yang dengesi mevcut değildir. Bu temel uyumsuzluk, bu “ilişkisizlik” hali, insan ilişkilerinin trajikomik doğasının temelidir.
İşte “bilinmeyen bilinenler” burada devreye girer. Bizler, gündelik hayatımızda ve özellikle romantik ilişkilerimizde, sanki böyle bir ilişki formülü varmış gibi davranarak kurucu bir çelişkiyi göz ardı ederiz. Aşk filmlerinden, toplumsal beklentilerden veya kişisel fantezilerimizden devşirdiğimiz bir “nasıl olmalı?” bilgisiyle hareket ederiz. Bu hareket ideolojik olmakla birlikte “(bilmediğimizi) bildiğimizin bilinmemesi” durumuyla güdümlenmiştir. İlişkilerimizdeki tekrarlayan başarısızlıklar, sonu gelmez yanlış anlaşılmalar ve çatışmalar, tam da bu “bilinmeyen bilinenler”in, yani cinsel ilişkinin yapısal imkansızlığını kabul etmeyi reddedişimizin etrafında döner.
Alenka Zupančič, bu yapısal imkansızlığa dair çarpıcı bir analoji sunar. Hristiyan teolojisinin temelindeki en büyük paradoksu, yani İsa’nın aynı anda hem tam olarak tanrısal hem de tam olarak insani olan doğasını ele alır. Bu iki doğa arasında bir “ilişki”, bir sentez, uyumlu bir birleşme mümkün değildir; onlar birbiriyle çelişir. İşte Hristiyanlığın yaptığı şey, Zupančič’e göre, bu imkansızlığı bir çözüme kavuşturmak yerine, imkansızlığın kendisini bir çözüm olarak sunmaktır.
Kurtuluş, bu iki doğanın uyumlu birliğinde değil, onların bir bedende birleşmesinin yarattığı skandalın, bu “ilişkisizliğin” kendisinde yatar. Lacancı “cinsel ilişki yoktur” aforizmasından çıkan ders şudur: İlişkisizlik a priori’dir. Seçim hiçbir zaman ilişki ile ilişkisizlik arasında değil, daima ilişkisizliğin kavis verdiği bir uzamda kurulan farklı türde bağlar arasındadır. Aşk, tam da bu “ilişki yoktur” bilgisinin üzerine, bu boşluğun etrafında yeni bir bağ kurma çabasıdır. İlişkisizliği kabullenmek bir imkansızı kabullenmek değil; mümkün olan her şeye nasıl sızdığını, onu nasıl şekillendirdiğini ve her somut durumda ne tür bir antagonizmayı devam ettirdiğini görmektir. Gerçek bir siyasal (ve kişisel) icat ve müdahale sahası ancak böyle bir kabullenişle açılır.
“Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor”
Bu “ilişkisizlik” mantığı, cinsel alandan çıkıp toplumsal alana girdiğimizde daha da belirginleşir. Samo Tomšič’in işaret ettiği gibi, kapitalizm özünde bir “toplumsal ilişkisizlik” sistemidir. Bireyler birbirleriyle doğrudan değil, metalar aracılığıyla, yani dolaylı ve gayrişahsi bir yolla ilişki kurar. Bu durum, Marksist “yabancılaşma” teorisiyle rezonansa girer. Marx için yabancılaşma, sadece bir “hissiyat” değildir. O, kapitalist toplumda emeğimizin ürünlerine, doğaya ve diğer insanlara karşı geliştirdiğimiz gerçek, yapısal bir kopuştur; temel bir ilişkisizliktir. Burada kritik bir ayrım yapmak gerekir. Tahakküm ve sömürü gibi toplumsal iktidar ilişkileri, her şeyden önce ilişkisizliği istismar eden biçimlerdir.
Burada iki farklı mantık işler:
- İlişkisizliği Ortadan Kaldırma Projesi: 20. yüzyılın totaliter rejimleri gibi bazı radikal projeler, toplumsal antagonizmaları ve ilişkisizliği ortadan kaldırarak uyumlu bir “İlişki” ve “Yeni İnsan” yaratmayı hedeflediler. Bu samimi niyet, feci sonuçlar doğurdu, çünkü sistemin temelindeki olumsuzluğu zorla silmeye çalıştı.
- İlişkisizliği İstismar Etme Projesi: Kapitalizm ise çok daha kurnaz bir yol izler. İlişkisizliği ortadan kaldırmaya çalışmaz. Aksine, onu bir yandan yadsır, diğer yandan onu toplumsal iktidarın üretken noktası olarak temellük eder. Bu ikinci mantıkta, verili bir toplumsal antagonizma (sınıf çatışması gibi bir ilişkisizlik), bizi sözümona mutlak Kaos’tan koruyan nihai “İlişki” (Piyasanın kendisi gibi) olarak sunulur. Tahakküm, bu temellük sayesinde mümkün olur.
Bu kopuşu ve ilişkisizliği mümkün kılan şey ise ideolojidir. Žižek ve Lacancı gelenek için ideoloji, sadece “yanlış fikirler” bütünü değildir. İdeoloji, bizim toplumsal gerçekliği deneyimleme biçimimizi yapılandıran görünmez varsayımlar ve pratikler ağıdır. İşte bu ağ, “bilinmeyen bilinenler”in en saf halidir. Bir tüketici olarak nasıl davranacağımızı, bir çalışan olarak nasıl hissedeceğimizi, bir vatandaş olarak neye öfkeleneceğimizi “biliriz”. Ancak bu bilginin, yani bu kurallar bütününün, aslında belirli bir toplumsal düzenin devamlılığını sağlamak için işlediğini bildiğimizi bilmiyormuş gibi hareket ederek sinik bir davranış gösteririz.
Yeni bir telefon aldığımızda, bu ürünün arkasındaki küresel sömürü ağını, gezegenin yağmalanmasını ve insanlık dışı çalışma koşullarını gayet iyi “biliriz”. Bu bilgi artık bir sır değildir; belgesellerde, haberlerde, makalelerde her yerdedir. Ancak bu “bilgiye sahip olmak”, eylemlerimizi değiştirmez. “Ne yapalım, düzen böyle,” deriz. İşte bu sinik an, ideolojinin en güçlü işlediği andır. Eylemlerimizi yöneten “bilinmeyen bilinen”, bu sömürü bilgisinin kendisinin bile sistem tarafından soğurulduğu ve bizim katılımımızı engellemeyen, hatta ona ironik bir tat katan bir “bilgiye”. Sistemi eleştirerek ona katılırız, çünkü “bilinmeyen bilgimiz”, bu eleştirinin sistemin işleyişi için hiçbir tehdit oluşturmadığıdır. Bizler, bir ürünü değil, o ürünün etrafındaki tüm sömürü ağını bilerek ve bu bilgiyi etkisizleştirerek satın alırız.
“Biliyorlar Ama Yine de Yapıyorlar”
Son olarak, “bilinmeyen bilinenler” kavramını kapitalist sistemin tam kalbine, yani Sermaye’nin mantığına taşıyalım. Bu durumu belki de en iyi, Marx’ın ünlü “bilmiyorlar ama yapıyorlar” sözüne Žižek’in günümüzün egemen tavrı olan sinizmi ifade etmek için yaptığı müdahalesi özetler: “biliyorlar ama yine de yapıyorlar”. Ancak bu sinik bilginin altında daha derin bir ilişkisizlik yatar: Sermaye’nin kendisinin, kişisel niyetlerimizden ve inançlarımızdan bağımsız olarak işleyen, neredeyse “bilinçdışı” bir mantığı olduğu gerçeği. Bu mantık, nihai “ilişkisizlik” mantığıdır. Sermaye, insanlar arası somut ilişkileri (sadakat, topluluk, karşılıklı sorumluluk) çözer ve yerine tek bir soyut ilişkiyi, yani değerin kendi kendini değerli kılması ilişkisini koyar.
Kapitalizmin devrim yaratan iki temel keşfi vardır: Birincisi, “ekonomik İlişki diye bir şey yoktur” (yani servet, bir başkasının zararına artmak zorunda olan kapalı bir sistem değildir). İkincisi, “ilişkisizlik gayet kârlı olabilir.” İşte modern kapitalizmin kurucu miti, yani Adam Smith’in “piyasanın görünmez eli”, bu keşfin üzerini örten “daha üst bir İlişki” anlatısıdır. Mit şudur: Bireylerin bencilce kendi çıkarlarının peşinden koşması, sihirli bir şekilde toplumun genel refahını artırır.
Ancak Smith’in ve bu mitin göremediği, atladığı bir sonraki adım vardır: O “görünmez elin” çekirdeğinde de alabildiğine, kendine dönük bir öz-keyif vardır. Piyasa sadece genel refahı gözetmez; kendi haline bırakıldığında, servetin büyük kısmını genel erişimden uzak tutar. Bu, her ekonomik krizde ayan beyan gördüğümüz şeydir. “Bilinmeyen bilinen” budur: Piyasanın uyumlu bir İlişki yarattığı fantezisinin altında, sistemin kendi olumsuzluğunu, kendi ilişkisizliğini kâra dönüştürerek ve bu kârın aslan payını kendine ayırarak işlediği gerçeği.
Peki bu ilişkisizlik, ekonomik yapıda somut olarak nerede bulunur? Marx, bunu tam da emeğin pazarda satılık bir diğer meta olarak baş gösterdiği noktada konumlandırır. İşçi, emeğini satmak için “özgür” olmalıdır; yani bir köle gibi tamamen metalaşmamalı, kendi emek gücüne bir meta sahibi gibi muamele etmelidir. İşte bu paradoks –hem özgür bir kişi hem de bir meta satıcısı olmak– sistemin kurucu olumsuzluğu, gedik noktasıdır. Kapitalist, işçiden bir şey “çalmaktan” ziyade, sistemin bu yapısal olumsuzluk/ilişkisizlik noktasını kendi zenginleşmesi için kullanır. Proletarya, basitçe tüm işçilerin toplamı değil, tam da bu sistemin semptomatik noktasını, yadsınan ve istismar edilen bu kurucu olumsuzluğu adlandıran kavramdır.
Son
“Bilinmeyen bilinenler”, reddettiğimiz, üzerini bir “İlişki” fantezisiyle örttüğümüz ama yine de eylemlerimizle sürekli olarak doğruladığımız o temel “ilişkisizlik” bilgisidir. Bu bilgi, bastırıldığı için değil, bizatihi yapısı gereği “bilinçdışı”dır; çünkü o, pozitif bir olguyu değil, sistemin kalbindeki bir boşluğu, bir imkansızlığı, bir antagonizmayı ifade eder.
Gerçek bir değişim, bu sinik “zaten biliyoruz” tavrının ötesine geçip, eylemlerimize kazınmış olan bu rahatsız edici “bilinmeyen bilinen” ile yüzleşmeyi gerektirir. Siyasal soru ise şu olmaya devam etmektedir: İlişkisizliğin bu kârlı ve üretken tarafını muhafaza ederken, onun öz-keyfini ve eşitsizliği katlayan olumsuz boyutunu kontrol altına almak mümkün müdür? Yoksa bu yıkıcı “keyif”, sistemin üretkenliğine içsel midir? Siyasal icat sahası tam da bu sorunun açtığı yerde başlar.
Tomšič, S. (2017). Kapitalist Bilinçdışı (Çev. B. E. Aksoy). Metis Yayınları.
Žižek , S. (2008). In Defense of Lost Causes. Verso Books.
Zupančič, A. (2017). Cinsellik Nedir? (Çev. B. E. Aksoy). Metis Yayınları.