Ortadoğu coğrafyası, 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana sayısız çatışmaya sahne olmuş, ancak hiçbiri İran ve İsrail arasındaki gerilim kadar uzun soluklu, dolaylı ve potansiyel olarak yıkıcı olmamıştır. Doğrudan bir kara savaşı şeklinde olmayan bu mücadele, daha çok bir gölge savaş (shadow war) veya vekâlet savaşı (proxy war) olarak nitelendirilmektedir. Bu analiz, iki bölgesel gücün rekabetini; tarihsel kökenleri, ideolojik temelleri, vekâlet savaşları doktrini, nükleer programın stratejik rolü ve uluslararası dinamikler bağlamında çok boyutlu bir perspektifle ele almayı amaçlamaktadır.
Tarihsel Kopuş ve İdeolojik Karşıtlığın İnşası
İran ve İsrail arasındaki ilişkilerin bugünkü düşmanlık, tarihsel bir durum olarak görülebilir. 1979 İslam Devrimi öncesinde, Şah Rıza Pehlevi yönetimindeki İran, İsrail ile çevreleme politikası (periphery doctrine) çerçevesinde örtülü ancak stratejik bir işbirliği içerisindeydi. Her iki devlet de dönemin pan-Arap milliyetçiliğine ve Sovyet etkisine karşı bir denge unsuru olarak birbirini görmekteydi. Ancak 1979 Devrimi, bu denklemi kökünden değiştirdi. Ayetullah Humeyni liderliğindeki yeni teokratik rejim, anti-emperyalist ve anti-Siyonist bir dış politika söylemini kimliğinin merkezine yerleştirdi. İsrail, Küçük Şeytan (Şeytan-ı Kuçek) ve Amerika Birleşik Devletleri Büyük Şeytan (Şeytan-ı Bozorg) olarak tanımlanarak, rejimin meşruiyetini ve ideolojik yayılmacılığını pekiştiren temel “ötekiler” olarak kurgulandı.
İsrail için ise bu durum, başlangıçta bölgesel bir güç dengesi değişikliği olarak algılansa da zamanla varoluşsal bir tehdit olarak yeniden çerçevelendi. İran’ın “İsrail’in haritadan silinmesi gerektiği” yönündeki söylemi ve bu hedef doğrultusunda somut adımlar atmaya başlaması, İsrail güvenlik doktrinini İran’ı bir numaralı hasım olarak konumlandırmaya itti. Dolayısıyla, çatışmanın temelinde, basit bir toprak veya kaynak anlaşmazlığından ziyade, birbiriyle taban tabana zıt iki devlet kimliğinin ve bölgesel vizyonun ideolojik çatışması yatmaktadır.
Vekâlet Savaşları ve Asimetrik Çatışma Doktrini: “Direniş Ekseni” – “Savaşlar Arası Kampanya”
Coğrafi olarak birbirine komşu olmayan İran ve İsrail, mücadelelerini büyük ölçüde üçüncü ülkeler üzerinden ve asimetrik yöntemlerle sürdürmektedir. İran’ın bu stratejideki temel enstrümanı, Direniş Ekseni (Mihver-i Mukavemet) olarak adlandırılan ve Tahran’dan Beyrut’a, Şam’dan Sana’ya uzanan Şii milis ve siyasi hareketler ağıdır.
Bu eksenin en önemli ve başarılı bileşeni, Lübnan’daki Hizbullah’tır. İran tarafından kurulan, finanse edilen, eğitilen ve silahlandırılan Hizbullah, bugün konvansiyonel bir ordunun yeteneklerine sahip, on binlerce füze ve roketten oluşan cephaneliğiyle İsrail için en ciddi doğrudan askeri tehdidi oluşturmaktadır. Suriye’deki iç savaş, İran’ın bu ekseni güçlendirmesi için stratejik bir fırsat sunmuştur. Beşşar Esad rejimini ayakta tutarak Suriye’yi, Hizbullah’a lojistik destek sağlayan ve İsrail’in kuzey sınırlarında kalıcı bir askeri varlık oluşturma imkânı veren bir “kara köprüsüne” dönüştürmüştür. Benzer şekilde, Gazze’deki Hamas ve İslami Cihad gibi Sünni Filistinli gruplara sağlanan mali ve askeri destek ile Yemen’deki Husilerin silahlandırılması, İran’ın İsrail’i farklı cephelerden çevreleme ve yıpratma stratejisinin parçalarıdır.
Buna karşılık İsrail, “Savaşlar Arası Kampanya” (İbranice: MABAM) olarak bilinen proaktif bir savunma doktrini geliştirmiştir. Bu doktrin, büyük ölçekli bir savaşı önlemek amacıyla, sürekli olarak düşük ve orta yoğunluklu askeri operasyonlar yürütmeyi hedefler. Temel amacı, İran’ın Suriye ve diğer bölgelerdeki askeri yerleşmesini engellemek, Hizbullah ve diğer vekil güçlere yapılan silah transferlerini sekteye uğratmak ve İran’ın askeri-teknolojik kapasitesini zayıflatmaktır. Suriye ve Irak’taki İran Devrim Muhafızları Ordusu’na (DMO) bağlı hedeflere yönelik yüzlerce hava saldırısı, bu kampanyanın en görünür unsurudur. Bunun yanı sıra, İran’ın nükleer ve askeri programlarında görevli kilit isimlere yönelik suikastlar, siber saldırılar ve karmaşık istihbarat operasyonları da MABAM’ın ayrılmaz parçalarıdır. Bu strateji, çatışmayı sürekli bir tırmanma eşiğinin altında tutmayı, ancak İran’ın stratejik kazanımlarını sistematik olarak aşındırmayı amaçlamaktadır.
Nükleer Program: Nihai Caydırıcılık ve Stratejik Denge Arayışı
İran-İsrail geriliminin en kritik ve potansiyel olarak en tehlikeli boyutu, İran’ın nükleer programıdır. Tahran yönetimi, programın tamamen barışçıl enerji amaçlı olduğunu iddia etse de başta İsrail ve Batılı güçler olmak üzere uluslararası toplumun önemli bir kısmı, İran’ın nükleer silah kapasitesi elde etme niyetinde olduğuna inanmaktadır.
İsrail için nükleer silaha sahip bir İran, kabul edilemez bir varoluşsal tehdittir. İsrail’in güvenlik paradigması, Begin Doktrini olarak bilinen ve düşman bir ülkenin nükleer silah elde etmesini önlemek için önleyici askeri saldırıyı meşru gören bir anlayışa dayanır. Bu doktrin, 1981’de Irak’ın Osirak ve 2007’de Suriye’nin El Kibar reaktörlerine yönelik saldırılarda uygulanmıştır. Dolayısıyla, İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine yönelik potansiyel bir askeri müdahalesi, her zaman masada olan bir seçenektir.
İran açısından ise nükleer kapasite, rejimin bekası için nihai bir caydırıcılık (ultimate deterrence) ve sigorta poliçesi olarak görülmektedir. Nükleer bir İran’ın, ABD ve İsrail’in rejim değişikliği politikalarına karşı dokunulmazlık kazanacağı ve bölgesel hedeflerini daha cüretkâr bir şekilde izleyebileceği hesaplanmaktadır. 2015’te imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı (JCPOA) nükleer anlaşması, bu krize diplomatik bir çözüm getirmeyi amaçlamış, ancak ABD’nin 2018’de anlaşmadan çekilmesi ve Tahran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini yeniden hızlandırmasıyla kriz daha da derinleşmiştir. Nisan 2024’te yaşanan ve İran’ın tarihte ilk kez İsrail topraklarına doğrudan füze ve İHA saldırısı düzenlemesiyle sonuçlanan tırmanma, çatışmanın artık sadece vekiller üzerinden yürütülmediğini ve nükleer eşiğe yaklaşıldıkça doğrudan bir devletlerarası savaşa evrilme riskinin ne kadar yüksek olduğunu göstermiştir.
Bölgesel ve Uluslararası Dinamikler
İran-İsrail çatışması, bölgesel ve küresel güçlerin müdahil olduğu karmaşık bir satranç tahtasında oynanmaktadır. ABD, İsrail’in en önemli stratejik müttefiki ve güvenlik garantörüdür. Washington’un İran’a yönelik “azami baskı” politikası ve İsrail’e sağladığı askeri ve diplomatik destek, denklemin temel bir parçasıdır. Diğer yanda, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn gibi Sünni Körfez monarşileri, İran’ı ortak bir tehdit olarak algılamakta ve bu durum, İsrail ile aralarında örtülü bir güvenlik işbirliğine, hatta İbrahim Anlaşmaları (Abraham Accords) gibi normalleşme süreçlerine zemin hazırlamaktadır. Bu, geleneksel Arap-İsrail çatışması eksenini kırmış ve Ortadoğu’da İran karşıtı yeni bir ittifak bloğunun doğmasına yol açmıştır.
Rusya ve Çin ise denklemin diğer önemli aktörleridir. Özellikle Suriye’de sağladığı askeri destekle İran’ın müttefiki konumunda olan Rusya ve İran’ın en büyük petrol müşterisi olan Çin, BM Güvenlik Konseyi’nde Tahran’a diplomatik kalkan olmakta ve ABD’nin tek taraflı yaptırımlarının etkisini azaltmaya çalışmaktadır. Bu durum, çatışmayı salt bir Ortadoğu meselesi olmaktan çıkarıp, büyük güçler arası rekabetin bir yansıması haline getirmektedir.
Sonuç
Sonuç olarak, İran-İsrail savaşı, konvansiyonel bir askeri çatışmadan ziyade, ideolojik katılık, bölgesel hegemonya mücadelesi ve nükleer caydırıcılık arayışının iç içe geçtiği, uzun vadeli ve çok katmanlı bir gölge savaşıdır. Taraflar, doğrudan bir savaştan kaçınmakla birlikte, vekiller, siber saldırılar, suikastlar ve önleyici askeri operasyonlar aracılığıyla birbirlerini sürekli olarak yıpratmaya çalışmaktadır. İran’ın nükleer programı, bu gerilimin en istikrarsızlaştırıcı unsurudur ve çatışmanın gelecekteki seyrini belirleyecek en kritik faktördür. Son dönemde yaşanan doğrudan saldırılar, çatışmanın gölge niteliğinin aşılabileceğini ve yanlış bir hesaplama veya kontrolsüz bir tırmanmanın tüm bölgeyi ateşe atabilecek, yıkıcı sonuçları olan açık bir savaşa yol açma potansiyelinin her zamankinden daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, İran-İsrail gerilimi, yalnızca iki ülkenin değil, tüm Ortadoğu’nun ve küresel güvenliğin en kırılgan fay hatlarından birini oluşturmaya devam etmektedir.