Para, insanın elinde, altın ise şeytanın elinde cıva gibi akarak piyasa sahnesine çıkmak zorundaydı ve öyle de oldu. Aksi takdirde, insanın elindeki para ile şeytanın avucundaki altın, insanın eline yapışır; biri şeytanın, diğeri insanın elinin kiri olurdu. Para, insanın ruhunun nasıl doğduğunu bilmese de altın, şeytanın ruhunu iyi bilir. Para yere düştüğünde değerini kaybederken, altın yere düşse bile yine altın olarak kalır. Para, koparılmadan çürüyen meyveye dönüşürken, altın her gün yeniden yeşeren ağacın yaprakları gibi sararıp değer kazanır.
Bütün dünya, insanın ikisinden de beklentisi olmasa, her ikisi de değersiz birer meta haline gelir. Paraya değer kazandıran insanla, altına değer kazandıran şeytanın piyasa savaşının on dokuzuncu yüzyıldaki adı “Altın Para Sistemi” idi.
İnsan ve insanlık ruhunun, para ve altına bağlanması, bu savaşın insanlık kadar eski, insanlık kadar sonsuz olduğunun göstergesidir. İnsan ruhunun kutsal kapısının iki tarafında duran bu iki zebani, kuyruğa girip sıraya dizilmiş, insan ve insanlığı; zengin ve fakir gibi sınıflandırarak ya içeri alıyor ya da dışarıda bırakıyorlar. İçeri girenler, bilet satın alacak kadar para ve altın elinde bulunduranlar; dışarıda kalanlar ise elleri henüz kirlenmemiş insanlardır.
Sırada bekleyenlerden biri, “Parlak olan şeyler bir an için doğmuşlardır; gerçek olanlar ise kaybolmaz, gelecekte de vardır” dedi. O anda altın, alaycı alaycı güldü fakat para bu sözün ne anlama geldiğini anlamadı. Çünkü parlak ve bir an doğmuş olan altın, her devrin ve özellikle geleceğin gerçeği iken, herkesin elindeki gerçek olan para, parlak olmamasına rağmen yaşadığı an’da değer taşır. Altının gelecekteki her nesli ilgilendirmesinin, paranın ise sadece yaşayan nesli ilgilendirmesinin nedeni budur, dedi bir bilinmez kul. Paranın şıngırtısı yaşayanları, altının tıkırtısı ise hem yaşayanları hem de gelecekte yaşayacak olanları eğlendirmeye başladı. İşte bu yüzden şeytan her nesilde var iken, insan ölünce sona erer.
Bir sabah şeytan, uyuyan insanın avucuna altını bıraktı, kendisi kayboldu ve altını elinde bıraktığı nesilden Yahudiler doğdu. Şeytanın insanı şeytanlaştırdığı dönemin nesli Yahudilerdi. İşte o günden beri insan, insanla karşılaştı ve meşru bir çocuk doğdu: Adına piyasa dediler. Devasa bir irilikte, canavarca bir içi ve bakışı olan bu çocuğun.
Konuşmayı bilmeyen insanlar, para ve altınla nesnelerin değiş tokuşunu yaparken, para ve altının mübadele aracı olduklarını keşfettiler. Tam o esnada insanların pazarlık yapma fikri akıllarına geldi ve bu kez fikirlerin mübadele aracı olarak dili icat ettiler. İkisi keşf, biri icat olan iki mübadele aracı: Para-altın ve dil. Para-mal-insan, dil-fikir-insan savaşı böylece başladı. İki mübadele aracı olan iki kadim silah; biri iktisadı, diğeri siyaseti yönetmeye başladı. Bu savaş dokuz ay on gün sürdü ve paranın az olduğu yerde iktisatçılar, fikrin az olduğu yerde siyasetçiler türedi. İkisi de az olanı yönetmeye çalışırken aklı keşfettiler. İkisini de çok olduğu yerde nelerin doğduğu hâlâ meçhul. Çünkü azlık ilkesinin sınırı yoktu.
Aklın henüz ortalarda görünmediği dönemlerde insan ne hazzı ne de mutlak bilgiyi biliyordu. İnsan, para ve dil aracılığıyla aklı keşfedince haz ve mutlak bilgi, para ve dilin önüne geçti. Akıl, hazza ve mutlak bilgiye değer kazandırdı ve o günden sonra insan-mal-değer-insan ilişkisi piyasa yapıcı oldu. İşte tam burada insanoğlunun aklına şu soru geldi: Şeytan nereye kayboldu? O an, “su misali aktığı” söylenen insanın nasıl bir insana dönüştüğü sorusu ilk akla gelen oldu. Sonra ise, “En şeytan kimdir?” sorusu ortaya çıktı. Şeytan bir kenara bırakıldı ve önce insana ne olduğu sorusuna cevap aranmaya başlandı.
Akıl akıllandıkça insan evrim gösterdi ve dört çeşit insan türedi: “Rasyonel insan, kalp insan, kalpazan insan, kumarbaz insan.” Rasyonel insanın babası Weber, kalp insanın babası Yunus, kalpazan insanın babası Gide ve kumarbaz insanın babası Dostoyevski. İki Garplı, bir Şarklı ve bir Kuzeyli. Güney’den çıkan ses, “Eşref-i Mahlukat” dedi; babası mı? Hz. Muhammed.
Sonuçta herkes tercihini beğendiği yönde seçmişti. Buna rağmen hepsinin tercihi yarı yarıya soğuk, yarı yarı hamdı. Hedefine ulaşan şeytana karşılık, hedefini tutturabilen kaç insan vardı? Şeytan tatmin olur, sinsice kahkahasını atar; insan ise olmaz, sessizce ağlar. Tanrı’nın kulu insan hedefsiz, şeytan ise hedeflidir. Akıp giden varlık dizisinde insan kayıp, şeytan varlığın kendisi olur. Tam olmuş şeytana karşılık insan ve insanlık hâlâ oluş halindedir. İnsanın şeytana karşı zayıf olmasının nedeni, henüz insanlaşmamış olmasıdır.
Para ve altın akıl almaz üstün eserler yarattı fakat üstün yaratılan insanı çürüttü. Bunu ilk tespit eden Cebrail olduğu için son peygambere “Oku” dedi. Kimi okuyacaktı son peygamber? Kendini. Buna rağmen denizden kayalara, kayalardan insanlara fırtınaların hâlâ dinmemiş olması manidar değil midir? Gök gürültüleri kesilse de altın ve paranın sesinin onların yerini aldığı gerçeği nasıl yok sayılır?
İnsan ve insanlığın sıkıntısı hep aynıdır. Küçük altınla ufaklık para el ele verince dev tanrıları dahi cüceleştirdiler. Ve insan, cüce tanrıların yüzünden hayvandan daha hayvan oldu. Küçük tanrılar, büyük tanrıların aksine, yarı yarıya bilincindedirler kendi varlıklarının. İşte bütün sorun budur. İnsan kendi bilincini alt bilinçli bir hayvana dönüştürürken, ulu tanrının üst bilinci küçüldü, ufaldı ve küçük tanrılar olarak tanrıların büyük arabalarına binip topluca Tanrı Dağı’na çıktılar. Ve insan, insanlığından çıkıp Tanrı Dağı’nın eteğine yuvarlanıp zevklerin kucağına düştü. Bir ses duyuldu birden: “Bunları nereden biliyorsun?” diyen. Ağaçta küçük bir yeşilliği gören bahçıvan o ağacın meyve vereceğini nasıl biliyorsa, ben de öyle biliyorum, dedi sessizce başka bir ses. Kedinin fareyi görünce tebessüm ettiği gibi tebessüm etti alaycı şekilde ilk ses. Son ses, fare kapanına düşen fare gibi başını eğdi ve gitti.
Şam şam şakırdayan yağmur damlaları pazar çadırlarını deldi. Ruh, öz vatanından buhar oldu, uçtu. Pazar beyi altın, Kudüs’ten gelmiş gibi girdi pazara. Para, fare kapanına kısılan ses gibi pazarda boğuldu. Bu işin uzun sürmeyeceği altının gelişinden belliydi. Kendini altın ve paradan akıllı sanan ey insan, nerdesin? Cehennemden kaçma, korkma şeytandan. Onlar ki senin taaa içinde. Yaşama inancı olan insan, altın ve paranın neden böyle şeyler yaptığını hâlâ anlamamaktadır. Şimdilerde tıpkı nereye gittiğini bilmeyen insan gibi, insan ve insanlık; altın ve para gerçeği arasında sıkışmış, hâlâ bilgi ve tecrübesiyle onları yenmeye çalışıyor. O paranın ve altının bir kahinin ürünü olduğunu bilse savaşır mı hiç? Kahinin kerametine ahmak insan karşı çıkar. Bu kahinin ilk kerameti altın ve para, son kerameti pazardır. Bu nedenle pazarlar yaşayanı olmayanlardan oluşan bir kurum haline geldi. Burada artık altın insan, altını altınla aldı; para insan veya insan para, parayı parayla sattı. İnsanla insan arasındaki mübadele köprüsünün bir ayağı altın, bir ayağı para olunca insan bir insan para, diğeri insan altın oldu. Yıkım böyle başladı.
İnsanın bir dış gerçeklere, bir de iç gerçeklere yönelik iki yönlü hareketi vardır. Dış gerçeklik hareketi ikiye ayrılır: Biri dünyevi, diğeri evrensel-toplumsal gerçekliktir. Her ikisi de dış dünyayı tanımak için insanın yaptığı bir eylemdir. Dış gerçeklik, dünyevi ve evrensel oluşuyla bir anlamda insan ötesidir. Dünyevi ve evrensel olanı fizik bilimi, toplumsal gerçekliği ise toplum bilimi ile insan öğrenilir. Dış gerçeklik için insan ve insanoğlu fizik, kimya, matematik ilmine müracaat eder.
İkinci hareket ise iç gerçekliğe yöneliktir; doğrudan insanın içi, yani kendini tanımasıyla ilgilidir. İç gerçeklik için insan roman, şiir ve öykü ile kendisini tanımaya çalışır.
Dikkat edilirse her iki eylem de insanın öteki yanlarıyla ilgilidir. Dış gerçeklikte şeytan denilen melunun etkisi yok denecek kadar az iken, iç gerçeklik aslında şeytanla insanın savaş alanıdır. Bu nedenle iç gerçekliğe ulaşmak için kurgulanmış roman, hikaye ve şiirler, insanın en önemli silahlarıdır.