Ömer GÜRDAL*
“Nosce te İpsum”(Kendini Tanı) yazılıdır Delphi’deki Apollon Tapınağı’nda. Bu söz, hakikate ulaşma yolunda yüzyıllar önce insanoğlunun eline bırakılmış ve aradan geçen uzun yıllara rağmen bozulmamış bir pusula hüviyetini taşır. Hakikat, can yakıcı olmasına paralel olarak onunla yüzleşmek, aynada kendini seyretmekten çok farklıdır. Aynada kendimizin bir nesne üzerinde yansımasıyla muhatap olurken kendi hakikatimiz aynadaki gördüğümüz silüetten bambaşkadır; Ayrı ayrı katmanlar, her bir katmanı oluşturan tabakalar, tabakaları teşkil eden duygulanımlar, maceralar, kırılma noktaları ve dahi bunların yanında benliğimize devredilen genetik miraslar…
Bütün bunlar, kendi hakikatimize eğilmemizi zorlaştıran unsurlardır. Hele bir lahza durup düşünmeye dahi vakit bulamadığımız modern zamanda, işin içinden çık çıkabilirsen… Tüm bunların yanında şairin “…Hazzı ne dışından, ne içinden tavsif edebilirsiniz. Hazdır, dünyalar sanmayın bizi içine çeken…” dediği “haz”, modernitenin çağımız insanına en büyük galebesidir belki de. Konfor ve haz kelimeleriyle yan yana gelmesi fıtratına aykırı olan hakikat, böylelikle gündelik hayatımızda pragmatik olarak kullandığımız bir kelime olmaktan öteye geçemez ve geçemiyor da…
İnsanın kendi hakikatini oluşturan katmanlar, onun hayat yolculuğundaki duraklardan hallicedir; sevinçler, üzüntüler, hayal kırıklıkları, ayrılıklar, tanışmalar, beklentiler… Hepsi de varoluşuna ayrı bir şekilde tesir eder onun. Hepsi de büyük bir akarsuyu oluşturan küçük ırmaklar ve derecikler nisbesindedir. Veya batıdaki Toros sıradağlarının doğudaki bir uzantısı olan Zagros Dağları misali, birbirinden kopuk görülse de aslında aynılığı teşkil eden bir devamlılıktır…
Hakikate bitişik bir konumda yer alan sanat da böyledir; bünyesinde kendi formunun yanı sıra ötekini de barındırır. Bu metni kaleme alırken arka fondaki playlist’imde çalmakta olan Morin Huur & Guzheng icrası, sanırım buna güzel bir örnek teşkil edecektir. Birisi Moğol diğeri ise Çin menşeili bu iki müzik aleti, ahenk içinde bir sanat formu olan müziği teşkil etmektedir. İç Moğolistan bozkırlarındaki sosyal hayatı konu alan bir sinema filminde ise bu iki müzik aletinden müteşekkil bir fon müziğinin filmin içinde temayüz etmesiyle bir sanat formunun başka bir sanat formu içinde hem kendi hem de ötekini yansıtması gerçekleşir.
Sanatın, insan hakikatine bir yönüyle temas edişi, aynı zamanda insanın şu ya da bu şekilde hayatındaki “anlar” ile yüzleşmesini de sağlar. Sanatın çatısını oluşturan pek çok sanat formu, bu “hakikat yüzleşmesinin” birer aparatlarıdır. Bu yüzden sanat eseri, sonu “-izm” ile biten onlarca ideolojiden saptığı oranda kelimenin tam anlamıyla sanat eseri payesini hak eder. Zira ideolojiler insana yukarıdan seslenirken sanat onu kendi hakikatiyle yüzleşmeye davet eder. Bu yönüyle sanat eserleri, hakikate açılan veya insanın hakikatler arasında geçiş yapmasını sağlayan birer işaret levhasıdır. Sanatın bu işlevi, modernitenin bünyesinden peyda olan hazzın dünyada meydana getirdiği kalıcı ağır hasarlara karşılık dünyayı daha yaşanabilir bir yer kılma hayali için de bir ilham kaynağıdır. Onlarca sanat formu içinde insanlık tarihi kadar eski olan tiyatro, dünya hayatını bir sahne insanları da oyuncu olarak düşündüğümüzde belki de “insan hayatına en bitişik” sanat formu olarak karşımıza çıkar. Antik Yunan’da “-theamoai” kelimesinden neşet ederek dilimize geçen tiyatro kelimesi, “bakmak, seyretmek” anlamına gelmektedir. Tiyatro diğer sanat formlarına kıyasla “canlı” olması hasebiyle, insan belleğinde daha tesirli bir yer tutmaktadır. Bu canlılığa bianen tiyatroda, insanın an ile yüzleşmesi diğer sanat dallarına oranla daha kuvvetli olduğunu söyleyebiliriz.
Son günlerde bizleri an ile yüzleştiren nitelikli tiyatro metinlerinin arasına, siyaset bilimci kimliğinin yanında şair ve müzisyen kimliğini de haiz Yusuf Çifci’nin kaleminden çıkarak Sayda Yayınları etiketiyle neşredilen “Göğün Direği” adlı tiyatro metni de katıldı. Modern yaşamın çeperine hapsolmuş şekilde kendi hakikatiyle yüzleşemeyen insanları bir delinin göğe yazdığı mektuplar üzerinden eleştiren bu eserin senaryosu, aynı yazarın Deli Osman; Bir Nazar Hikayesi ismini taşıyan tiyatro metni ile Tasa adlı bir anlatı eserinin yeniden kurgulanmasıyla oluşmuştur.
Eserin olay örgüsüne göz atacak olursak; Ana karakter Deli Osman, senelerdir “gök içimdedir” diyerek göğe mektuplar yazmaktadır. Bu hikmetâmiz mektuplar, hakikatiyle yüzleşmek istemeyen insanlar için rahatsız edici olsa da kimileri için bir eğlence malzemesidir. Kimileri için de Deli Osman, yaşadığı mekanın simge ismidir. Sadece Hasan adında sekiz yaşlarında bir çocuk, Deli Osman’ın içinde bir gök olup onun gerçekten göğe mektup yazdığına yürekten inanmaktadır. Fakat Deli Osman’ın göğe yazdığı bu mektuplar, annesi Dastan Ana’nın ölümünün ardından bir süre sonra kendi dilini dişleriyle koparmasıyla kesilecektir. Deli Osman, artık Hasan’ın tabiriyle “gözleriyle göğe mektup yazmaktadır” ve bakışıyla camları tuzla buz etmektedir. Camisinin camları da bu durumdan nasibini alan İmam Muharrem Efendi özelinde Deli Osman’nın tımarhaneye kapatılmasını isteyen mahalleli böylelikle iyice çileden çıkar. Deli Osman’ı mahallelerinde istemeyen bu kişiler onun mahalle için tehlike arz ettiği ve tecrit edilmesi gerektiği hususunda ayak diredikleri bir anda gökten sağanak halinde mektup zarfları yağar; Deli Osman’ın yıllarca göğe yazdığı mektuplara cevap gelmiştir.

Eserin iç açılarına göz attığımızda, eserdeki “inanmak, masumiyet ve akıl” kavramları, “Tanrı, çocuk ve deli” imgeleriyle sembolize edilmiştir. Eserdeki ana karakterin bir deli olması ve onun üzerinden başta yozlaşmış din kurumu ve bu kurumun temsilcisi olan din adamı Muharrem Efendi olmak üzere karakterlerin hakikat ile yüzleşmeye çağırılması, bu eserin Desiderius Erasmus’un özgün adıyla Morias Enkomion Seu Laus Stultitiae (Deliliğe Övgü) eserinden mülhem olduğunun bir göstergesidir.
Bunun dışında, Deli Osman’ın mektuplarının muhatabına bakacak olursak, Rönesans Ressamı Raffaello Sanzio tarafından yapılan Atina Okulu freskine de bir göndermenin bulunduğunu görürüz. Nitekim Deli Osman’ın göğe mektuplar yazarak muhatabını gök olarak belirlemesi, Platon’un idealar dünyasına, yani mutlak gerçekliğin ilahi bir âlemde olduğuna dair felsefesine bir atıf teşkil eder. Bu bağlamda eserde hakikat ve insan kavramlarının Platoncu bir düzlemde ele alındığı söylenebilir. Eser sosyolojik açıdan, ana karakterin şahsında “normal” ve “anormal” kavramlarının da modern toplumda belirgin kırmızı çizgilerle ne ölçüde ayrıldığını görmemize olanak sağlar.
Deli Osman, anormal olandır. Bu duruma paralel olarak onunla dalga geçilmeli, eğlence malzemesi haline getirilmeli, normal olanın sınırları içinde yer alan kurumlara dil uzattığında ise tecrit edilmelidir. Henüz bu sınırları özümsemek için küçük olan Hasan hariç, ona en yakın olan annesi Dastan Ana ve Zeynep Gelin dahi bu sınırları korumanın endişesini taşımaktadır. Eser bu yönüyle okuyucusuna bir modernite eleştirisi de sunmaktadır. Anormal sınırlar içinde yer alan Deli Osman, aslında normal sınırlarında yaşayanlar için bir nevi çıplak uyarıcı hüviyetini taşımaktadır. Onun mektupları yaşamın pek çok temasına dokunur niteliktedir. Deli Osman, göğe yazdığı beş mektubunda da bu temalara ayrı ayrı değinmiştir. Tanrı’nın temiz yaratmış olmasına rağmen kiri taşıyamadığından kusan ve kokan Ruh Teması: hayattaki asıl gerçeği teşkil eden İyilik Teması; benini parçalayarak çoğalan, çoğladıkça ebedi kalan Anne Teması; insanın biraz olsun Tanrı’ya benzediği an olan Paylaşmak Teması ve diktikleri direklerin altında gölge sahibi olmaktan duydukları iftiharla güneşin sıcağı altındakilere bigâne kalan İktidar Teması.
Metinde masumiyet imgesinin temsilcisi olan Hasan’ın, olayların geçtiği mekanda herkes tarafından sevilen ve saygı duyulan diğergamlığı ile meşhur Dastan Ana’nın ölümünü Bazlama Kokusu ve Bazlama Cenneti ile ilişkilendirmesi eserdeki kilit noktalardan birisidir. Ruhu kusmuk kokanların yanında, cenneti hak eden bir varlık olarak almadan veren, benliğini parçalayarak ölümsüzleşen bir anne sıfatının kokusudur bu koku. Kimseyi ayırt etmeden paylaşılan sıcak bazlamanın kokusu, Hasan’ın küçük zihninde Dastan Ana’nın şahsıyla bütünleşmiştir. Aynı şekilde Deli Osman’ın annesinin ölümü üzerine dikilmek istenen taziye direklerine karşı çıkması ve bir türlü çadır için kurulan direklere izin vermemesi direk-iktidar metaforuna işaret etmektedir. Zira iktidar, direk sahibi olmaktır ve bu direğin gölgesinde konumlananlar mutlaka güneş altında kavrulan bir “öteki”’yi de oluşturacaktır. Dolayısıyla “Bazlama Cenneti”nin bulunduğu bir kutsi mekana direk dikilemez.
“Ben ve Öteki” ilişkisi üzerine göndermeler, eserdeki bir diğer önemli noktayı oluşturmaktadır. Ötekine karşı tahammülsüzlük ve onu bertaraf etme isteği, eserde Muharrem Efendi karakterinin şahsında vücut bulmuştur. Zira onun kirlenmiş ve kusmuk kokan ruhu, ana karakter Deli Osman’ın daha önceki mektuplarında işaret ettiği “para” ve “iktidar” ile yozlaşan bir kurumun çıktısı olma özelliği taşımaktadır. Böylelikle Muharrem Efendi’nin nezdinde öteki olarak kabul edilen Deli Osman nesneleşmiştir. Bu nesneleşme durumu, Deli Osman’ın şahsına karşı Muharrem Efendi’ye her türlü çirkin söz ve davranışı sergileme hakkı tanır. Buna mukabil olarak Deli Osman’ın, bir müddet sonra kendi dilini dişleriyle kesmesi de “ötekine” karşı sergilenen ulvi tutumun bir göstergesidir. Nitekim Deli Osman’ın yıllardır göğe yazdığı mektuplara gökten cevap verildiği final bölümünde, dili kopmuş olan Deli Osman’ın şahsında bütün karakterlerin konuşturulmasıyla da “ötekinden farkı olmadığını beyan etmek için kendi dilini dişleriyle kopardığını” ikrar etmiştir.
Nihai kertede “Göğün Direği”, hakikatin insanın ötekine karşı takındığı tavırda neşet ettiğini ifşa eden bir sahne çağrısıdır. Bu direk, modernitenin haz ve iktidar ikliminde kusmukla sıvanmış ruhlara karşı bazlama kokulu cennet tahayyülüyle mukabele eden bir metnin hikayesidir. “Göğün Direği” bu yönüyle sadece bir tiyatro eseri değil, aynı zamanda bir hakikat pusulası işlevi görmektedir. Deli Osman’ın ilk etapta diliyle, sonrasında da bakışıyla konuştuğu bu anlatıda, sanatın hakikatle, hakikatin de insanla ne ölçüde iç içe geçtiğini görmek mümkündür.
Belki de bu yüzden, bazlama cennetine direk dikilemez…
* : Muş Alparslan Üniversitesi, Tarih Bölümü, E-posta: o.gurdal@alparslan.edu.tr